Siyaset biliminde genel kabul gören bir önerme vardır. Bir iktidarın meşruiyeti ile uyguladığı baskı arasında ters orantı vardır. Çünkü meşruiyeti yüksek iktidar, yönetim sırasında baskıya ihtiyaç duymaz. Oysa ki, meşruiyeti zayıflayan iktidar, rızayı sağlayamadığı için baskıcı yöntemlere başvurur.
AKP ve Erdoğan, ilk kez iktidara geldiği 2002 yılında, seçmenin sadece üçte birinin desteğini alabilmişti. Ve üçte birlik seçmen desteği ile parlamentonun üçte ikilik çoğunluğunu elde edip, tek başına iktidar olmuştu. Yasal olarak meşruiyete sahip olduğu halde, temsil bakımından zayıf bir meşruiyete sahipti.
Bu açığını başka araçlar ile gidermeye çalışıyordu. Göreli olarak istikrarlı bir ekonomik program devralmıştı. Devlet kurumları ile uyumlu ve muhalefete karşı daha uzlaşmacı bir tavır izliyordu.
Avrupa Birliğine tam üyelik çalışmasında ciddi efor sarf ediyor ve hem bazı yasalarda hem de kurumsal yapıda buna uygun düzenlemelere gidiyordu. Yani seçmen düzeyinde çoğunluğun desteğine sahip olamadığı halde karar ve uygulamalarda toplumun geniş kesiminin desteğini almasa bile, tepkisini de toplamıyordu.
Liberallerden eski solculara, merkez sağdan modern muhafazakarlara, geniş bir yelpazede kadroları, parti ve hükümette bir araya getiriyordu. Ayrıca uluslararası alanda da tepkiyle veya tedirginlikle karşılanmıyordu.
Bu koşullara dayanarak Erdoğan ve AKP iktidarı, giderek seçmen desteğini artırdı. Ancak bundan aldığı güç ile hem parti kadrolarındaki koalisyonları bozdu, daha homojen bir yapıya yöneldi hem de fırsat elde ettikçe kurumların içini boşaltıcı hamleler yaptı.
Böylece güçler ayrılığından güçlerin tek elde toplandığı, Tek Adam/Sultanizm rejimine doğru yol aldı. Bütün bunları sadece AKP seçmeni desteği ile yapamasa da MHP ile kurduğu ortaklık sayesinde sayısal çoğunluğu güvence altına aldı.
Ancak hem kurumsal yapıdaki çürüme ve yozlaşma hem kötü ekonomik politikalar ve hem de güven ve istikrara sahip olmayan iktidar yapısı ile ciddi bir yoksulluk ile gelir dağılımı dengesizliği gündeme geldi.
Tek adam rejiminin baskıcı uygulamaları ve adalet kurumundaki yıpranma sonucu, Erdoğan ve AKP iktidarına karşı sosyal ve siyasal muhalefet yükselmeye başladı. Bunun doruğu ve kırılma noktası Gezi Olaylarıdır.
Gezi Olaylarında ve sonrasında önceki göreli yumuşak uygulamalar terk edilip, baskıcı yönetim hız kazandı.
Hem ekonomik kriz hem de temel hak ve özgürlükler alanındaki kısıtlamalar, Erdoğan iktidarının meşruiyetini giderek zayıflattı.
İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesi, düşünce suçundan tutuklamaların artması, iktidarın baskıcı yöntemlere yönelmesinin göstergeleri arasındaydı.
Parlamentoda çoğunluğu elde tutmasına rağmen, aldığı kararlar ve uygulamaların toplumun geniş kesimlerinden destek almadığı ortaya çıktı. Gerek kamuoyu araştırmaları ve gerekse 31 Mart seçimlerinde, temsil meşruiyeti yaşadığı da anlaşıldı.
Yapıp ettikleri seçmenin büyük bölümü tarafından onaylanmıyor ve tepki olarak seçmenin bir bölümü muhalefete oy vererek, iktidarı onaylamadığını gösteriyordu. Meşruiyet sadece sandıkta elde edilen bir şey değildir. İktidarın aldığı kararlar ve uygulamalar ile tekrar tekrar sağlanır.
Son dönemlerde siyasetçilere, aydınlara, gazetecilere, sanatçılara, belediye başkanları ve parti genel başkanlarına yönelik anti demokratik ve hukuk dışı uygulamalar, iktidarın ciddi bir meşruiyet sıkıntısı yaşadığını göstermektedir.
Yönetme tarzı ile onay alamayan iktidar, bu rızayı baskı ile sağlamayı denemektedir. Tabi bu yöntem bir yere kadar toplumda korku ve tedirginlik yaratsa da, baskıcılığı artırarak iktidarı sürdürmek pek de kolay olmayacaktır.