1970 yılının çocukluk günlerimde, oturduğumuz sokağın apartmanlarla çevrili camlarından, birbirine seslenen komşuların sesiyle canlanan, bir sahne gibi her şey anılarımda.

Apartmanımızın arka bahçesinde küçük bir çağla ağacı vardı. İlkbahar sabahları okula gitmeden önce, arka balkondan bahçemizdeki çağla ağacına göz atmadan evden çıkmazdım. Kışın çıplak dallarıyla biraz hüzünlü, biraz yalnız duran o ağaç, Mart’ın başında usul usul uyanırdı. Bir sabah, dallarında bembeyaz çiçeklerin açtığını görürdüm. "Bak," derdim kendi kendime, "o da ilkbaharı özlemiş." Beyaz çiçekleri, rüzgârın dokunuşuyla ince bir kar gibi dökülürdü toprağa. Çiçekler solduğunda, dallarında minik, tüylü yeşil toplar belirmeye başladığında, annem "Onlar çağla olacak," derdi.

Günler geçtikçe çağlalar büyür, ellemek isteyip parmaklarımın arasına aldığımda, yumuşak kabukları kadife gibi hissettirirdi. Bu kadifemsi meyvelerin içinde, bir bademin uykuda olduğunu bilmek bana hep büyülü gelirdi. Bazen ağacın altına oturur, dallarına bakarak hayal kurardım. Çağlaların da benim gibi büyüdüğünü düşünürdüm. Onlar büyürken daha yuvarlak, daha sert olurlardı; bense her yıl biraz daha uzun boylu, biraz daha olgunlaşmış...

Nisan geldiğinde bahçemizdeki hayat iyice coşardı. Çağlalar artık toplanmaya hazır demekti zira. Annem, kardeşimle elimize bir sepet verir, çağlalar birer birer toplanır, sonra bir güzel yıkanırdı. Tuza bana bana yediğimiz, ekşimsi lezzetine doyamadığımız çağlalar Mayıs sıcakları ile değişmeye, kabukları sertleşmeye, rengi yeşilden kahverengiye dönmeye başlardı.

Yazın çağla ağacı, ilkbaharın o parlak yeşil tazeliğini geride bırakır ve olgun bir görünüme bürünürdü. Çiçeklerin dökülmesinden sonra meyveye duran dallar, artık o yumuşak yeşil çağlaları değil, kabukları sertleşmiş, kahverengiye çalan bademleri taşıdığından; çağlalar da yenmez olurdu.

Yapraklar yaz sıcağının etkisiyle daha koyu bir yeşile döner, dalların arasından süzülen güneş ışıkları, yaprakların kıvrımlarında küçük gölgeler oluşturur, rüzgâr estiğinde dallar daha ağır bir edayla hareket eder; sanki sıcak günlerin rehavetine ağaç da eşlik ederdi. Ağacın gövdesine sarılıp, gölgesinde türlü oyunlar oynamaya devam etsek de artık çağla koparmaya çalışmazdık…

Sonbahar geldiğinde, çağla ağacının yaprakları koyu yeşilden altın sarısı ve kahverengiye doğru renk değiştirir, her biri, rüzgârın nazik bir dokunuşuyla dallardan ayrılarak yere düşerdi. Dökülen yaprakların, ağacın dibinde yumuşacık bir halı gibi serilip, toprağa karışmayı beklemesi, ağacın mevsimsel son döngüye hazırlandığının da habercisiydi.

Yapraklardan arınmış dallar, gökyüzüne çıplak bir heykel gibi uzanırken, sonbaharın sessiz hüznü, ağacın gövdesine işler; o kalın kabuk, soğuğa hazırlanmak için daha sert ve daha koyu bir renge bürünür; ağaç, yavaş yavaş içine çekilirken; artık her dal, her yaprak, kış uykusuna dalmaya hazırdır. Yine de bu hüzünlü manzara karşısında, çocuk kalbimde, mutlu olmak için bir sebep vardı; çünkü bilirdim ki ağacın derin kökleri, toprağın kalbine tutunmuş, baharın yeni başlangıçlarına hazırlık yapmaktadır.

Şimdi 58 yaşındayım ve ne zaman sonbahar rüzgârı penceremi tıklatsa, o eski çağla ağacı gözümde canlanır. Bahçenin bir köşesinde dimdik duran, dallarında hayatın dört mevsimini taşıyan o ağaç... Sanki hâlâ oradaymış gibi, yapraklarının hışırtısını duyar, dallarından dökülen çağlaları avuçlarımda hissederim.

O zamanlar, her mevsimiyle bana başka bir şey öğretirdi. İlkbaharda, yeniden başlamanın tazeliğini; yazın, büyümenin ve serpilmenin neşesini; sonbaharda ise değişimin kaçınılmaz devinimini...

Şimdi, hayatımın sonbaharını yaşarken, çocukluğumun o ağacı gibi yapraklarımı toprağa bırakıyorum. Ama köklerim hâlâ derinde, hatıralarımın gövdesine sıkıca tutunmuş. O günlerde topladığımız çağlaları yıkayıp tuza batırarak yediğimiz neşeli anların tadı hâlâ damağımda. Dilimde kalan o tatlı ekşilik, çocukluğun saf heyecanını, kardeşimle paylaştığım mutluluğu bugün gibi hissettiriyor; zamanın rüzgârında savrulan bir yaprak gibi, o günlere dönmek istediğimde, gözlerimi kapatıp o ağacın altındaki gölgelikte kendimi buluyorum.  

Çağla ağacı artık yok; ama kökleri, benim hikâyemin bir parçası olarak kalbimde yaşamaya devam ediyor. Her dökülen yaprak, bir hatıranın içinde filizlenmeye hazır bir tohumdur. Ve o tohum, bahara kadar benimle bekleyecek. İnanıyorum ki her birimizin içinde de yeşermeyi bekleyen nice tohumlar var. 2024 sonbaharına elveda derken, 2025 hepimize mutluluk tohumları açan güzel baharlar getirsin dilerim.