Sümer’de, Uruk şehri sıcak bir yaz akşamına hazırlanırken, tapınağın bahçesinde toplanan küçük bir grup, devasa bir incir ağacının gölgesinde oturuyordu. Tapınağın öğretmeni rahip Sin-Magir, öğrencileri rahip Enki-dingir, rahibe Nin-gala ve gruba yeni katılan genç yazıcı Dumuzi, bir tabletin üzerindeki eski yazıları inceliyordu. Bu tablet, Sümer’in en eski efsanelerinden biri olan Gılgamış Destanı’na aitti.

Sin-Magir, tabletin üzerindeki yazılara dokunarak konuşmaya başladı: “Bir sonraki dersimizde, Gılgamış destanını konuşacağız. Ama öncesinde, size bu destanın, nerede doğduğunu göstereceğim.”

Sin-Magir, gençlere yönelerek, “Efsaneler, uydurulmuş hikayeler değildir. Onlar, halkın birikmiş deneyimlerinin ve hayallerinin bir yansımasıdır,” dedi. “Şimdi sizi, bu destanın doğduğu yerlere götüreceğim.”

Grup, tapınağın kapısından çıkarak Dicle Nehri’nin kıyısına doğru yürüdü. Nehir, gece ışığında gümüş bir yılan gibi kıvrılıyordu. Sin-Magir, suya doğru eğilerek, “Gılgamış’ın hikayesi, bir krallık arayışı gibi görünse de aslında insanın ölümsüzlüğü aramasıdır. Ama bu fikir, insanların gözlemledikleri doğa olaylarından doğdu.”

Dumuzi, nehrin yüzeyine bakarak, “Ama bu nasıl olur? Bir nehir, bir krallığın hikayesini nasıl yaratabilir?” diye sordu. Sin-Magir gülümsedi. “Dicle’nin her yıl taşması, toprağı yeniler. Bu, ölümden sonra gelen yaşamı sembolize eder. İnsanlar, bu döngüyü gözlemleyerek ölümsüzlük fikrini şekillendirdi. İşte Gılgamış’ın bitmek bilmeyen yolculuğu, bu gözlemlerden doğdu.”

Gece ilerlediğinde, grup, bir tepenin üzerinde durup gökyüzünü seyre koyuldu. Enki-dingir, gökyüzündeki takımyıldızlara bakarak, “Gılgamış’ın dostu Enkidu’nun ölümü, gökyüzündeki bu düzenle mi ilişkili? diye sordu. Sin-Magir, başını sallayarak, “Evet. Sümerliler, yıldızların hareketlerini tanrıların mesajları olarak görürdü. Enkidu’nun ölümü, yıldızların kaybolması gibi düşünülürdü” diye cevapladı.

Nin-gala, gözlerini yıldızlardan öğretmenine çevirerek, “O zaman tanrılar, bizim doğayı anlamlandırma çabamızdan mı doğdu?” diye sordu. Sin-Magir, “Hem evet hem hayır. Tanrıların doğa olaylarıyla verdiği mesajları ya da gösterdiği işaretleri doğru okuyabilmemiz/yorumlayabilmemiz, tanrıları anlamamızıve onlarla iletişim kurabilmemizi sağladı diyelim, dedi.

O gece, Nin-gala, Enki-dingir ve Dumuzi, tapınağın terasında yıldızları izlerken, Gılgamış Destanı’nın neden bu kadar önemli olduğunu tartıştılar. Nin-gala, bir ara, sessizliği bozarak, “Efsaneler, yalnızca geçmişi anlatmaz. Onlar, bize geleceğin nasıl şekilleneceğini de haber verir,” dedi.

Enki-dingir gülümseyerek ekledi: “Ve efsanelerin anlattığı hikayeler, aslında bizi birbirimize bağlayan bir ipliktir. Tanrılar, insanlar, yıldızlar... Hepsi, aynı dokumanın bir parçası.”

Bir sonraki sabah, grup, Uruk’un en eski yazı tabletlerinin saklandığı tapınak arşivine girdi. Sin-Magir, tozlu bir tableti alarak gençlere gösterdi. “Bu, Gılgamış Destanı’nın ilk taslaklarından biri,” dedi. Tabletlerin üzerindeki yazılar, insanların yaşam ve ölüm hakkındaki düşüncelerini yansıtıyordu.

Dumuzi, tabletlerden birini incelerken, Bu hikâye, sadece bir kralın macerasını değil, aynı zamanda insanın kendi ölümlülüğüyle yüzleşmesini anlatıyor, değil mi” diye sordu. Sin-Magir, ona dönerek, “Tam da bu yüzden, bu hikâye ölümsüzdür. İnsanın kendi ölümlülüğü ile yüzleşme gerçeği, aslında insan var oldukça sonsuza dek bitmeyecek, insanın kendini tanıma yolculuğudur,” dedi.

Sonra hepsi tabletlerle beraber, Uruk Tapınağı’nın, yüksek sütunlarla çevrili ve geniş bir salonda yer alan, görkemli kütüphanesine doğru yöneldi. Güneş ışığı, kütüphanenin ince oyma taş duvarlarından süzülerek içeri giriyor, bir zamanlar özenle yazılmış tabletlerin üzerini aydınlatıyordu. Sin-Magir, her zamanki yerinde, odanın ortasına yerleştirilmiş alçak bir taş kürsünün arkasında duruyordu. Karşısında oturan genç öğrenciler ise gözlerini ona dikmiş, nefeslerini tutmuş bir şekilde bekliyorlardı. Bugün, onlara Sümer’in en büyük efsanesini, Gılgamış Destanı’nı anlatacaktı.

Sin-Magir, sesi yumuşak ama otoriter bir tonda konuşmaya başladı: “Çocuklar, bugün bildiğiniz üzere, Gılgamış’ın hikayesini konuşacağız”

En önde oturan Nin-gala, elini kaldırarak heyecanla seslendi: “Gılgamış bir kraldı, değil mi? Uruk’un kralı. Ama neden onun hikayesi diğer krallardan farklı?”

Sin-Magir gülümsedi ve başını salladı: “Evet, Nin-gala. O yalnızca bir kral değil, üçte iki tanrı, üçte bir insandı. Ama bu onun hikayesini farklı kılmaya yetmez. Gılgamış’ın hikayesi, onun kim olduğu değil, neyi aradığı ile ilgilidir.”

Dumuzi, arkadan bir sesle sordu: “Dün konuştuğumuz gibi, ölümsüzlüğü arıyordu değil mi öğretmenim?”

Sin-Magir derin bir nefes aldı ve gözlerini öğrencilerinin üzerinde gezdirerek cevap verdi:
“Evet, ölümsüzlüğü. Ama onun yolculuğu, aynı zamanda bir insanın yaşamındaki anlam arayışını anlatır.”

Sin-Magir, masanın üzerindeki bir tableti aldı ve eski Sümer yazılarını okşayarak konuştu:
“Gılgamış ilk başta bir tirandı. Onun yarı ilahi özellikleri, büyük bir güce, zekaya ve karizmaya sahip olmasını sağlıyordu. Ancak o aynı zamanda kibirli ve acımasızdı. Halkını ağır işlerle yorar, onlara eziyet ederdi. Uruk halkı onun kibirli ve acımasız yönetiminden bıkmıştı. Gılgamış’ın bu tutumu, tanrıları kızdırdı.

Tanrılar, Gılgamış’ın kibrini dengelemek için Enkidu adında bir insan yarattı. Enkidu, başlangıçta vahşi doğada yaşayan bir insandı. Doğa ile uyum içinde olan Enkidu, hayvanlarla birlikte yaşıyordu. Ancak bir tapınak rahibesi olan Şamhat ile tanışması, onun insan dünyasına adım atmasını sağladı.

Rahip Enki-dingir, bunun üzerine atıldı: “Ama öğretmenim, Enkidu vahşi doğada yaşıyordu. Nasıl oldu da Gılgamış’ın dostu oldu?”

Sin-Magir, genç öğrencinin gözlerine bakarak, “Şamhat, Enkidu’yu insan dünyasına çektikten sonra, ona insan olmayı ve medeniyeti öğretti. Böylece, Enkidu, Gılgamış’la karşılaştı. İlk başta düşmandılar, dövüştüler. Ama sonra dost oldular. Bu dostluk, Gılgamış’ın en kuvvetli yanı oldu. Çünkü dostluk, insanı değiştiren en büyük güçlerden biridir,” dedi. Ama daha sonra Gılgamış ile Endiku Tanrıların gazabına uğradılar.

Dumuzi, kaşlarını çatarak, “Ama neden tanrılar bu kadar öfkelendi? diye sordu.

Sin-Magir, elini havaya kaldırarak konuştu: “Çünkü onlar Hümayun Ormanı’na girdiler ve Humbaba’yı öldürdüler. Bu orman kutsaldı, tanrılar için ayrılmıştı. İnsanların oraya girmesi büyük bir saygısızlıktı. Bu yüzden tanrılar, onları cezalandırdı.”

Nin-gala, başını sallayarak ekledi: “Ve Enkidu öldü, değil mi? Bu yüzden Gılgamış ölümsüzlüğü aramaya başladı.”

Sin-Magir, sesini alçaltarak dramatik bir tonda devam etti: “Evet, Tanrıça İnanna’nın Enkidu’yu öldürmesi, Gılgamış’ın dünyasını sarstı. Dostunun ölümünü gördüğünde, kendi ölümlülüğünü fark etti. Ölümsüzlüğün sırrını bulmak için uzun bir yolculuğa çıktı.Utnapiştim’e gitti. Utnapiştim, tufandan sağ kalan ve tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen bir insandı.”

Dumuzi, heyecanla yerinden doğrularak sordu: “Peki, Gılgamış ölümsüzlüğü bulabildi mi?”

Sin-Magir, hafif bir gülümsemeyle, “Hayır, bulamadı. Utnapiştim, ona bir ölümsüzlük bitkisi verdi. Ama dönüş yolunda bir yılan, bu bitkiyi çaldı. Gılgamış, böylece, ölümsüzlüğün insanlar için mümkün olmadığını anladı,” dedi.

Nin-gala, düşünceli bir şekilde sordu: O zaman, Gılgamış’ın yolculuğu boşuna mıydı?”

Sin-Magir, öğrencilerine doğru eğilerek ciddi bir tonla cevap verdi: Hayır değildi elbette! Gılgamış’ın yolculuğu, insanın ölümlü olduğunu kabul etme sürecidir. Gılgamış, ölümsüzlük için çıktığı yolculukta, yaşamın değerini, insan olmanın anlamını ve kalıcılığın yalnızca yaptığımız işler yoluyla sağlanabileceğini anladı.

Sin-Magir, hikayesini tamamladıktan sonra öğrencilerine döndü ve sordu: “Şimdi söyleyin bana, Gılgamış’ın yolculuğu bize ne öğretiyor?”

Enki-dingir, “Kendi korkularımızla yüzleşmeyi,” dedi. Dumuzi, “Dostluğun gücünü,” diye ekledi. Nin-gala, hafifçe gülümseyerek, Ve ölümsüzlüğün insanın kendi ellerinde olduğunu,” dedi.

Sin-Magir, gururla başını salladı: “Evet, çocuklar. Ölümsüzlüğün ve insanın yaşamdaki anlam arayışını anlatan bir yolculuğun hikayesidir bu destan… İnsanın ölümsüz olmadığını; kalıcı olanın güzel dostluklar, ilişkiler kurmak yani öldükten sonra arkamızda hoş bir seda bırakmak, bunun da insanın çaba ve fedakârlık göstermesiyle sağlanabileceğini bütün insanlığa aktarmaya çalışan bir miras…

Bundan belki de 5000 yıldan fazla önce, Mezopotamya topraklarında yaşayan Sümerler’den günümüze ulaşan kadim bir bilgelik öğretisi Gılgamış Destanı’nı, basit bir kurguyla aktarmak istedim.

Mezopotamya, Gılgamış Destanı’nın doğduğu coğrafya olarak farklı halkların kültürel belleğinde yer edinmiştir. Sümerler, Akadlar, Asurlular ve Babilliler, bu destanı koruyup aktarmışlardır. Günümüzde bu topraklar Irak, Suriye ve Türkiye gibi ülkeleri kapsıyor ve bu eser, bu halkların tarihsel bağlarını temsil ediyor.

Gılgamış Destanı, güç ve ölümsüzlük arayışındaki insanın yolculuğunu anlatırken, zaferin ve gücün geçici olduğunu, asıl önemli olanın dostluk, barış ve insanlık olduğunu vurgular. Bugün Mezopotamya’da savaşan taraflar, tarih boyunca defalarca çatışmalara tanıklık eden bu topraklarda, destanın verdiği mesajın tam tersini yaşatıyor: yıkım ve ölüm.

Mezopotamya’nın bereketli topraklarında doğan, insanlığın en kadim hikâyelerinden biri olan Gılgamış Destanı, bugün ne yazık ki kendi halklarına sesini duyuracak bir yer bulamıyor. Görünen o ki Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışının sonuçsuz kalışı gibi, bu bilgelik de modern insanların anlayışına ulaşmayı pek başaramadı. Şimdi, bu kadim destanın tabletleri, British Museum’un soğuk ve düzenli koridorlarında, vitrin ışıkları altında "emekli olmuş bir bilge" gibi sessizce yatıyor. Bir zamanlar Mezopotamya’nın sokaklarında fısıldanan, kahramanlık ve dostluk türküleri söyleyen bu destan, bugün turistlerin incelediği "tarihi bir objeye" dönüşmüş durumda.Tabletler, kırık çivi yazılarıyla çığlık atmaya çalışıyor: "Ey insanlar, barışı, dostluğu ve ölümün kaçınılmazlığını anlatıyoruz size!"

Ancak nafile… İnsanlar hâlâ savaşıyor, birbirlerini öldürüyor; ama neyse ki Gılgamış’ın bilgelik tabletleri, vitrinin ardında güvende. Görünüşe göre, kadim bilgelik, modern insanın hırsları ve açgözlülüğü karşısında yenik düştü. Ama olsun, en azından tabletler temiz ve düzenli bir ortamda sergileniyor mu diyeceğiz yoksa?

İnsanlar, destanın Gılgamış ve Enkidu dostluğunda bulduğu insanlık dersini alabilseydi, belki de bugün dünyanın birçok yerinde, kan dökmek yerine kardeşlik türküleri söylerdi. Bu nedenle, Gılgamış’ı müzede tabletlerde sergilemekten ziyade, taşıdığı mesajı/beş bin yıl öteden yankılanan çağrısını, yeniden hatırlatmaya ve tekrarlamaya ihtiyacımız var: "Ey insanlık ne askeri ne de savaş gücünüz sizi kurtarmayacak. Asıl mirasınız, insanlığa kattıklarınız olacak. Gelin, insanlığı barışla onurlandıralım."