Kırık dökük bir sonbahar geçiyor penceremden, sararmış yaprakların ağaç diplerinde biriktiği küçük tepecikler, dalga dalga uzayıp gidiyor ön bahçemde

Caddenin uzaktan gelen uğultusu tamamen yalnız olmadığımı hatırlatıyor bana, ileride bir yerlerde hayat bildiği gibi akıp gidiyor işte.

Görmesem de duymasam da insanlar bir kafe köşesinde, parkta bank kenarında, asfalt zeminde koşar adımlarla sürekli bir telaş içerisinde, ete kemiğe bürüyorlar yaşamı,

Bir ben eksiğim rüzgârın sesinden, ha koptu ha kopacak fırtınanın gürültüsünden,

Kısa pantolonlu haylaz erkek çocuklar gibi, muzip bir suskunlukla, camların buğulu gerisinden dışarıyı izleyen ben.

Hep böyle miydim öteden beri, küskün kan çiçekleri misal,

Çekingen, içine kapanık, herkesin dudak büküp, alay ettiği ve her seferinde gururu yaralanmış?

Neden sorguluyorum ki yine bunları, cevapların ne anlamı olacak bu saatten sonra,

Hem cevap vermesi gerekenler, epeydir çekip gittikten sonra hayatımdan?

Hangi hayatımdan? Birden fazla hayatım oldu benim, birden fazla insan girdi hayatıma,

Hepsinde ayrı bir dünyanın beniydim, şimdi hangi benin peşine düşeceğim, hangi beni sorgulayacağım, hangisi ile yüzleşip, hangisinin hesabını düreceğim?

Günlerdir düşünmekten kendimi alamadığım sorular, cevapsız kalan sorular, cevapları kimin vereceğini henüz bilmediğim sorular,

Kim hangi hayatıma aitti, hangi soru hangi hayatımdaki kime aitti, çıkaramadığım sorular…

Bir yıldız kayıyor gecenin sonuna, günü tamamlayamadan, sabahı dar ettiğim karanlığa

Sabah mı daha yakın güne, akşam mı daha yakın geceye ayrımsayamıyorum sıklıkla.

Uzayıp giden günlerin güncesine yazıyorum, hala taze hatırlarımı,

Bir gün lazım olacaklar, tek tek karşıma alıp sohbet edeceğim,

Yitip gidenlerle, annemle, babamla, sevdiğim akrabalarımla, arkadaşlarımla, hatta sevmediklerimle.

Kavga da edebilirim, ama önce konuşmam gerek sormam gerek

Soramadığım cevapsız tüm metinleri deşifre etmem gerek, böyle kuracağız barışı.

Sorular birer birer çözüldükçe, zihnim berraklaşacak,

Ancak o zaman fark edebilirim güneş ne zaman doğar, ay ne zaman batar.

Sonsuzluğa karışan bütün ruhların kuşattığı şafaklarda bekleyeceğim,

Yazılmamış ve hatta okunmamış, zarfı dahi açılmamış mektupları.

Usta diyeceğim bir demli çay ver, ince belli çay bardağında kokusu geniz yakan,

Yokluğuna yokluk katıp sana susayacağım ey gençliğim, ey çocukluğum.

Çünkü ben en çok sende koştum masumiyetin saadet beldelerinde, en son bir çocukken ağladığım en saf halimle

Söylediğim geriye kalanlar yalan dolanlarıydı uydurduğum masalların, masal diye bellediğim bir sürü sahte tıra vıranın.

Bir tren sesi çınlıyor kulaklarımda, gitmediğim bir kasabanın son istasyonuymuş durağım

Kimse gelmemiş karşılamaya, indiğim vagonlar da boş, kimse inmiyor benden gayrı.

Ellerimi açıp dua ediyorum, garın cephesi göğe, gözlerim yere karşı

Utanıyorum besbelli unutmuşum dua etmeyi, dudaklarımda eski bir şarkı

Sevgili diyorum dön artık, ama hangi sevgili?

Ellerinden tuttuğun çocukluğumla dön, ilk gençliğimle dön, yine seveceğim seni…