Sabahın kıyısından uyanıyorum güne yine. Ürkek, biraz da kaygısız. Birbiri ardına sıralanan benzer olay örgülerinin sıralanacağı bir günde, beni şaşırtan ne olabilir ki? Gazze’de gerçek ölü sayısının yüz bine dayandığını dinliyorum bir akademisyenin YouTube programından. O kadar kanıksadık ki ölümleri, rakamların artışı pek kimseyi dehşete düşürmüyor. Her birimiz içimiz cız etse dahi, gözlerimizin önünde gerçekleşen bir soykırımın acısını pansuman edebilecek bahaneler bulabiliyoruz kolaylıkla. “Ölüm zaten herkes için var, hepimiz bir gün öleceğiz nasılsa” diyoruz mesela en hafifinden. Ya da “iyi insanların gücü kötülükleri önlemeye yetmiyor maalesef” diye basit ve bir o kadar da iki yüzlü bir mantık yürüterek, acizliğimize haklı mazeretler üretiyoruz pişkinlikle…
O sırada küçücük bir bebek düşüyor bez beşiğinden, iki tahta direk arası asılı. Gazze’de sadece evlerine, sığındıkları barakalara atılan bombalarla değil, bilinçli olarak İsrail tarafından aç ve yakıtsız bırakılarak da ölümden kaçışın imkânsız hale getirildiği yaşam koşullarıyla sınanan. Bir değil, binlerce bebek düşüyor beşiklerinden; binlerce çocuk, yaslanıp kaykıldıkları duvar diplerinden toprağa. Buzlaşmış avuçlarının arasında son bir ekmek kırıntısı çocukların, süt görmemiş, kurumuş dudaklarında çatallaşmış buz kristallerinin ağırlığıyla bebeler, yığılıyorlar birbirlerinin üstüne. Bir, iki, üç, dört… YouTube programındaki akademisyenin açıkladığı verilere göre; İsrail her gün ortalama yüz kişiyi, ayda üç bin kişiyi katlediyor. Bunların çoğunluğu kadın ve çocuk…
Birileri bedel ödüyor, ama kim? Cevabı belli; masum çocuklar ve kadınlar!
Buzdan bedeni kristal bardak gibi parça parça dağılan bebeler soruyor: Benim suçum ne, günahım ne? Duyacak kimse yok ne yazık… Varsa da gücü yetmiyor çare olmaya. Öyleyse yeni bir güne başlamak için fazla acele etmemeli. Tam tersine geceleri uzatmalı. Daha çok düş görebilmek için… Kurgusunu sadece benim tasarladığım mutlu bir dünyayı yaratabilmek için…
Ölümü kanıksadık, bunu anlıyorum ama öldürmeyi ve öldürülmeyi de kanıksar olduk. Nasıl bir çağa denk geldik ya da insanlığın ahvali hep böyle miydi? Modern dünyanın yenilikleri/bilimdeki ilerlemelerin canlılar dünyasına ve doğaya kattıkları ile insanı insan yapan ahlaki değerler sistemi neden kesişmiyor yaşamın her noktasında? Mülkünü, canını ya da ırzını savunmak ereği ile savaşları başlatan temel insan içgüdüsü; ilkel dönemlerden bugüne ihtiraslarını ve zevklerini doyumsuzlukla yaşama şehvetine dönüşmüş durumda. Sahip olduklarını korumak için değil, diğerlerinden daha üstün pozisyon elde etmek, daha lüks yaşayabilmek, daha güzel giyinebilmek, daha iyi evlerde oturabilmek, hep bir dahası ve çok daha fazlası için günümüzün kavgaları.
Bir de çevresinde olup bitenlere benim gözümden bakmayanların söyledikleri, söylemedikleri, eylemleri, eylemsizlikleri var savaşlar ve katliamlar üzerine… Uzun yıllar Türkiye’nin amiral gazetesinin yayın yönetmenliğini yapmış, şimdilerde müzik üzerine yazılar yazan ünlü bir gazeteci, Spotify’de müzik üzerine yazdığı en son yazılarından birinde “Şu şarkı beni mest etti, falan şarkı beni eski günlere götürdü” şeklinde şarkıları listelemiş. Ünlü gazetecinin listelerinde, Gazze’de soğuktan, açlıktan, bombalardan, hastalıklardan ölen bebelerin ardından, anaların yaktığı ağıtlar yok elbette. O ağıtların bu sayın gazetecinin listesine girme şansı hiç olamazdı zaten. Neden olsun ki? Arşı delip geçen ağıtları melekler duydu, ölülerin ruhları duydu taa öteki dünyadan; bu dünyanın her konuda yetkinleri, ehlileri duyamadıysa, bir tek o mu günah keçisi? Nasıl anlamlandırayım bunu şimdi? Algıda seçicilik mi diyeyim, kulakların sağır olması mı diyeyim, yüreklerin mühürlenmesi mi diyeyim, umarsızlık mı diyeyim yoksa insan denen varlığı çok mu gözümde büyütmüşüm diye kendimi mi eleştireyim bilemedim.
Öğlene kadar yataktan kalkmak istemiyorum. Günün aydınlığı, günüme aydınlık getirmeyecek, bu yüzden belki… Yüzüme türlü türlü maskeler takıp dolaşmak istemiyorum, bu yüzden belki… Olmam gerektiği gibi olmaya, davranmam gerektiği gibi davranmaya çalışmak prangasına takılıp sürüklenmekten bıktım, bu yüzden belki…
İçimden “özgürlük” kelimesinin tarifini yapanlara lanetler yağdırıyorum. Özgürlüğün tarifini yaparken bile özgürlük anlayışını sınırlandırdıkları için, öfkeliyim. Önüme patır patır düşen minik bebek yüzlerin açık gitmiş gözlerine bakamıyorsam, gözlerimi kaçırmak zorunda kalıyorsam utançla, özgür değilim. Gün yüzü görmeden bu dünyadan göçüp giden bebeler varken, yeni bir güne başlamak zül geliyorsa, özgür değilim. Dünyada bunca savaş, bunca nefret, bunca gözyaşı ve ıstırap varken, ağız dolusu gülemiyorsam, en küçük bir sevinci dahi kendime çok görüyorsam, mutluluğun ne demek olduğunu hatırlayamıyorsam, özgür değilim…
Kimse kimseyi kandırmasın; özgürlük diye bir şey yok. Vahşi bir dünya düzeninde, bize izin verildiği kadar ve bize ayrılan alanlarda, rollerimize sadık kalarak, maskeler takarak, -mış gibi yaparak, ritüellerin, para, şan, şöhret gibi mitlerin peşinde tatmin yarışına koşarak kendimizi avuttuğumuz, çokça kandırdığımız, köleleştirilmiş bedensel zevklerimizin esir alındığı, üstelik ne kadar süreceğini dahi hesaplayamadığımız, uzay düzleminde hiçbir anlam ifade etmeyen zamanlara hapsolmuş kapsüllerimiz var…
Neyse ki yapay zekayı keşfettik. Bizi bilginin sınırsızlığıyla azat edecek ve zincirlerimizden kurtararak başımızı göğe erdirecek şu 21. Yüzyılın “apokaliptik tanrısı”. Gerçi, uygarlığın geldiği son aşamada, en başta vicdan, insani değerleri kaybettik ama ne gam! Zamanı hızlandırırken, aynı hızla duygu dünyamızı aşındıran; insan zekasını, derin analizler yapabilen, korkunç bir mekanik güce dönüştüren; karar alma süreçlerimizi etkileyen/yönlendiren yaşam koçlarımız var artık. Bundan böyle, danışmanların da psikologların da akıl hocalarının da canı cehenneme. Ne demezsiniz!
Yapay zekanın, ne kadar uzakta olsak, önemsemesek ya da kaçınmak istesek bile, her birimizin hayatını, nasıl bir felakete sürükleyebileceğine dair bir örnek, 8 Ocak 2025 tarihli Euronews Gazetesi’ndeki bir haberin satır aralarında apaçık şöyle sergileniyordu: “Polise göre, Las Vegas'ta Trump'a ait bir otelin dışında Tesla Cybertruck'ı patlatan asker, saldırıyı planlarken OpenAI şirketi tarafından geliştirilen yapay zekâ dil modeli ChatGPT'den yardım aldı… Yapılan incelemelerde, Livelsberger'in (Tesla’yı patlatan asker) ChatGPT üzerinden yaptığı aramalarda, patlayıcı hedefler, belirli mühimmatların hangi hızda hareket edeceği ve havai fişeklerin Arizona'da yasal olup olmadığı hakkında bilgi aradığı sonucuna ulaşıldı.”
Şimdi neden yapay zekâyı “21. Yüzyılın apokaliptik tanrısı” diye adlandırıyorum, anladınız mı?
Ne güzel değil mi ne iç ferahlatıcı! Yapay zekâ sayesinde kaos yaratabilenler var ama yine yapay zekâ sayesinde kaosu yaratanları yakalayabiliyor, eylem planlarını ele geçirebiliyoruz… Bir de yapay zekâ sayesinde, şu yapay olan hayatlarımızı da dünya gezegeni yok olup, yapay olarak oluşturulacak müstakbel gezegenlere göç etmek zorunda kalmadan, insanileştirebilsek. Yeniden duygu katabilsek varoluşumuza mesela, yeniden merhameti, acımayı ve sevgiyi zerk edebilsek damarlarımıza…
Yapay zekayı, içinde yaşadığımız ekolojik dengeyi de kapsayacak derecede yaşamın merkezine yerleştirdiğimiz dönemde, 7 Ocak’ta başlayan ve halen söndürülemeyen, Amerika’nın Los Angeles eyaletini kasıp kavuran yangına ne demeli? Yapay zekâ ve teknolojik alandaki gelişmelere rağmen, insanlık başka gezegenlerde yaşam arayışına girmişken, dünya üzerinde doğal felaketlere karşı hala etkili ve sürdürülebilir çözümler üretilememesi ne acı değil mi?
Suriye’deki geçici hükümetin “cihatçı” geçmişinden dem vuruluyor, gözüme ilişen birden çok gazete analizinde, makalelerde. Azınlıkların, liberallerin, Alevilerin cihatçı yönetimin gazabına uğramaktan korktukları, Suriye’nin gelecek endişeleri tartışılıyor. Ukrayna-Rusya cephesinde her iki taraf da saldırılarına ve kıyımlara devam ediyorlar. Sudan’da ve Afrika’nın Sahel bölgesinde kadınlar ve çocuklar tecavüze uğramaya, birçok masum sivil yerel halk yerlerinden, yurtlarından ayrılıp kitlesel olarak başka yerlere göç etmeye zorlanıyor. Keza Haiti’de de çeşitli gruplar arası çatışmalar nedeni ile yerel halkın can güvenliği hiç yok, tesadüfen yaşıyorlar, hayatta kaldıkları her günü kar sayıyorlar.
Ünlü oyun yazarı Samuel Beckett’in klasik eseri “Godot’yu Beklerken” piyesini düşünüyorum. Oyun, karakterlerin eyleme geçmek yerine, asla gelmeyen bir figüre duydukları bitmek bilmez umudu ve bu umutla dolu ama anlamsız bekleyişlerini anlatır. Bu piyes, bugün dünyanın Donald Trump’ın 20 Ocak’ta yeniden göreve gelmesini beklemesiyle tuhaf bir benzerlik taşıyor. Tıpkı Godot’nun karakterlerin tüm sorunlarını çözeceğine inanılması gibi, birçokları, Trump’ın dönüşüyle birlikte, Ukrayna-Rusya cephesinde, Suriye’de, Çin-Tayvan çekişmesinde, şurada burada belki de her yerde tüm sorunların çözüleceğini hayal ediyor. Aslında dünya antik çağlardan beri, tüm dünyayı kurtaracak ve ferahlığa çıkaracak Mesihi de beklemiyor mu? Ha Mesih ha Godot ha Trump! Elini taşın altına koymak yerine, bazıları Mesih, Godot ya da Trump’ı bekleyedursun, iklim, açlık, mülteci krizi, sosyal/ekonomik problemler, etnik/dini çatışmalar, soykırım ve katliamlar derinleşerek devam ediyor…
İsteksizce doğruluyorum yatağımdan. Günlük ev işleri, rutinler… Derken bitecek gündüz kuşağı. Ruhların karanlık köşelere gizlendiği gibi ruhumun karanlık köşeleriyle baş başa kalıp hesaplaşacağım akşamın koyusu, gecenin zifirisi kaplayacak her yanı, her yanımı… Banyoda yüzüme su çarparken, mırıldanarak dua ediyorum: Bu gün de bitsin, “Gazze’de şu kadar çocuk daha soğuktan öldü, Afrika’da şu kadar çocuk ve kadın daha tecavüze uğradı” diye duymayacağım, haberleri susturduğum, telefonumun/bilgisayarımın ekranını kapattığım,yalnızlığıma gömüldüğüm, Mesih, Godot ya da Trump’ın gelişine değil,güzel günlerin geleceği hayaline sığındığım dinginliğimle baş başa kalayım…