Mübadele döneminde Karaburun'dan göç etmek zorunda bırakılan Rumlardan yadigar kalmıştı Kopanisti peyniri.

Hamza daha çocuk yaşta babasından öğrendi peynirin yapımını. O günden bu yana da hemen her sene yapıp yapıp sattı. Kendisi için de ayırdı hep bir iki sepet.

Emek istiyordu Kopanisti. Diğer peynirlerden daha da fazla emek ve katkısız keçi sütü lazımdı yapmak için. Peynir altı suyundan alınan lor yazın temmuz-ağustos sıcağında mayalandıktan sonra içi sırlı çömleklerde en az bir ay boyunca her gün karıştırılıyor, yoğruluyordu.

Bir ay kadar sonra keskin bir koku ile lor çatladığında tuz eklemek gerekiyor ve bir on gün kadar da bu halde yoğruluyordu. Sonra sepetlere basılıyor ve üzerine zeytin yağı dökülüyordu.

İris Gölü'nün kıyısında yetişen 'kuva' ya da 'kındıra' denilen diken gibi ince, uzun otlarından yapılıyordu bu sepetler. Sepeti örmesi de ayrı bir incelik ve emek istiyordu.

Kucak kucak söktü kökünden kuvaları Hamza. Patpatının küçük vagonuna doldurdu ve her yanından bağladı, rüzgar uçurmasın diye.

İlk Aşk, İlk Ayrılık...

Dönmeden önce yolu epeyce uzatma pahasına terk edilmiş Sazak köyüne uğradı. Sazak da Kopanisti peyniri gibi Rumların yadigarıydı Karaburunlulara. Her taşına hüzün sinmiş sihirli bir yerdi Sazak, Hamza için. Çocukluğunun, ilk gençliğinin gizleri vardı şimdi etleri dökülmüş, çırılçıplak soyulmuş bir iskelet halini alan bu bahtsız, 'hayalet köy'de. O, bu köyde ilk aşkı ve ayrılığı tatmıştı...

Tıpkı bugünkü gibi bir kış günü, güneş Sakız Adası'na doğru denizi kızıla boyayarak batarken görünmüştü o 'hayal' gözüne. Bir taş evin duvarı üzerinden denize dalıp gitmişti 'hayal'. Keçilerin çıngıraklarına dönmüş ve Hamza'ya deniz mavisi gözleriyle uzun uzun bakmıştı.

İris Gölü'nün kıyısında yetişen 'kuva' ya da 'kındıra' denilen diken gibi ince, uzun otlarından yapılıyordu bu sepetler. Sepeti örmesi de ayrı bir incelik ve emek istiyordu.

Kucak kucak söktü kökünden kuvaları Hamza. Patpatının küçük vagonuna doldurdu ve her yanından bağladı, rüzgar uçurmasın diye.

İlk Aşk, İlk Ayrılık...

Dönmeden önce yolu epeyce uzatma pahasına terk edilmiş Sazak köyüne uğradı. Sazak da Kopanisti peyniri gibi Rumların yadigarıydı Karaburunlulara. Her taşına hüzün sinmiş sihirli bir yerdi Sazak, Hamza için. Çocukluğunun, ilk gençliğinin gizleri vardı şimdi etleri dökülmüş, çırılçıplak soyulmuş bir iskelet halini alan bu bahtsız, 'hayalet köy'de. O, bu köyde ilk aşkı ve ayrılığı tatmıştı...

Tıpkı bugünkü gibi bir kış günü, güneş Sakız Adası'na doğru denizi kızıla boyayarak batarken görünmüştü o 'hayal' gözüne. Bir taş evin duvarı üzerinden denize dalıp gitmişti 'hayal'. Keçilerin çıngıraklarına dönmüş ve Hamza'ya deniz mavisi gözleriyle uzun uzun bakmıştı.

Hamza neredeyse tüm yaşamı boyunca o deniz mavisi gülen bakışları hiç unutmadı. Binyıl boyunca o bakışlara dalıp gitmeyi, o bakışlarda kaybolmayı istedi hep. Oysa 'hayal' duvardan inip Badembükü'ne doğru kızıl saçlarını tel tel rüzgarda savurarak, yokuş aşağı adeta uçarcasına inip kaybolmuştu.

Hamza adını 'hayal' koyduğu bu güzel kızı bir daha hiç görmedi. Ama, gençliğinin yüreğini ilk kez bu kadar sıkıp bırakan, boğazına kadar getirip içine taş gibi oturtan bu tuhaf duygu ile tanıştığı anı da hiç unutmadı. Karısıyla evlenmeden önce gelip içini yokladı aynı duygu. Uzun belikli, kara saçlı, ürkek çekik gözlü Yörük güzeline deli divane olduğu günlerde aklından çıkıp gitti o 'hayal'.

Evlendikten, çoluk çocuğa karıştıktan yıllar sonra yine geldi yüreğinin başına çöreklendi. Sanki daha dün oradaymış da hiç gitmemiş gibi...

Yaşadığını Hissetmek!

Şimdilerde, yaşı yetmişi geçmişken o 'hayal'e çok ihtiyacı olduğunu hissediyordu Hamza. O Hayal'in yine içini yakmasını, soluğunu tıkamasını, geceleri kendisini uykusuz bırakmasını özlüyordu. Yaşadığını hissetmek istiyordu Hamza. Ömrünün son demine gelmişken içini kor düşmüşçesine yakan bir Hayal'i olsun istiyordu.

Günü, Sakız'ın tepelerinde batırdı. Ege anbean karardı ve güneş kızıl saçlı bir 'hayal' olup Sakız Adası'nın dağlarına doğru yavaş yavaş yürüdü gitti. Hayal'in saçlarının son kızıl teli dağların ardında kaybolana kadar yerinden ayrılmadı Hamza.

Dönüşte, kuzinesine irice odunlar atıp harladı. Yan taraftaki kilerde, tavana asılı kavunlardan bir tanesini kesti. Bal gibiydi kavun!..

Sobanın yanına İris Gölü'nden topladığı kuvalardan bir kucak getirip bıraktı. Yere, bin yamalı minderin üzerine oturdu. İnce belli çay bardağındaki rakıyı bir dikişte içti nefessiz. Yanına çıkardığı keskin kokulu Kopanisti peynirinden parmaklarıyla küçük bir parça alıp ağzına attı.

Küçük küçük yenirdi Kopanisti. Tadı da kokusu da çok keskindi. Alışık olmayanlar için yemesi zor olsa da yanına kavunu yoldaş ettiniz miydi tadına doyum olmazdı.

Dışarıda, damın yanı başında tek düze dönüp duran RES direğinin sesini duymamak için radyonun düğmesine dokundu. İçeriye odun çıtırtıları eşliğinde bir bozlak doldu. Sazak köyündeki 'hayal'e aldı götürdü bozlak onu yeniden. Elleri alışkın alışkın sepet örüyor, hiç durmayan rüzgar damın kapısını yokluyor ve o radyodan yükselen türküye eşlik ediyordu.

'Bilmem hayal gibi bilmem düş gibi/ Geldi geçti buralardan kış gibi/ Şahin pençesine düşmüş kuş gibi/ Tuttu birer birer yoldu dert beni'

***

Kopanisti peyniri

İris Gölü'nün kuvaları, kındıraları…

Hayalet köy Sazak'taki hayal…

Karşıdaki Sakız Adası…

Duyulunca sinirlerin bozulduğu RES direklerinin sesi.

Özer Akdemir'in Sakin Kitap'tan çıkan 'Rüzgarlı Mimas Uyanmazsa…Karaburun Öyküleri' adlı kitabını büyük keyifle okudum. Karaburun şu İzmir'in ev sevdiğim yerlerinden biridir. Hele Yeni Liman'dan ötesine bayılırım.

Karaburunluların 'itirazcı' kimliklerini çok severim…. Sanırım rüzgarlı Mimas'tan gelir bu itiraz kültürü… Ama Karaburun'un geleceği için, bölgenin keçileri ve zeytin ağaçları için hayli karamsarız… Yazar da bu duygulara tercüman olmuş.

Kitabevinin yayın yönetmeni Çağrı Öner, kitabın editörü Fatma Bengü Akyürek, kapak ve iç sayfa tasarımını Dilek Şişli yapmış. Kapak fotoğrafı da yazara ait: Özer Akdemir…

Bütün Karaburun dostları adına teşekkürler…