Başta Bolu ve Afyon olmak üzere bazı CHP'li belediye yönetimlerinin Arapça tabelaları kaldırma işlemleri, toplumun büyük bölümünde memnuniyet yaratmaktadır. Ancak bu olay sadece tabela olayı değildir ve bunda doz aştıkça, yabancı düşmanlığı ve nefret suçları ortamı da doğar.

Bu çerçevede, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in belediye yönetimlerini uyarması normal ancak uyarma şekli doğal olarak itirazlarla karşılandı. Arapçanın Kur'an dili olduğu ve halkı incitebileceği yönündeki açıklama hem yanlış bir yaklaşım hem de gündemi gerçek sorundan uzaklaştırmaya yarayacak bir hamle olarak kayda geçti.

Kutsal kitapların dili, doğal olarak, ilgili peygamberlerin milletlerinin dilidir. Peygamber Türk olsaydı Kuran Türkçe, Kürt olsaydı Kürtçe olacaktı. Dolayısıyla Arapça, Kuran'ın değil Araplar'ın dilidir.

Hiçbir dil kutsal olmadığı gibi nefretin aracı da olamaz. Bir dile kutsiyet atfetmek de onun üzerinden nefret üretmek de ayrımcı bir yaklaşımdır.

Dil, insanın doğal hakkıdır. Bu yüzden anadili diye tarif edilir. Bu anlamda Arapça, Kuranın dili olduğu için değil, Araplar'ın dili olduğu için saygıyı hak eder. Türkçe, Kürtçe ve Ermenice gibi.

Arapça tabelaları üzerinden mülteci/sığınmacı sorununu tartışmak, isabetli bir tercih değildir. Bu sorun siyasi, uluslararası ilişkiler ve ekonomik boyutları ile tartışılmalı ve bu açılardan makul çözümler aranmalıdır.

Tam sayı bilinmemekle birlikte son yıllarda savaşlarla başlayan mülteci akını sonrası Türkiye'de yaklaşık on milyon civarında sığınmacı olduğu söylenmektedir. Bu sayı hemen hiçbir ülkenin taşıyabileceği bir kapasite değildir.

Özellikle ciddi ekonomik kriz yaşayan, yoksulluk ve işsizlikle baş edemeyen Türkiye için bu daha da büyük bir sorundur. Savaş ile ve can güvenliği gerekçesiyle Suriye, Irak ve Afganistan başta olmak üzere birçok ülkeden Türkiye'ye yönelen bu akın, savaş sonrası da devam etme eğilimindedir.

Can güvenliği sağlansa bile geri kalmış ve baskıcı rejimlerden Türkiye'ye göç etme eğilimi devam edecektir. Hatta hepimizin gördüğü gibi bu akım Türkiye'den de Avrupa'ya yönelme arzusunu da içermektedir. Bu nedenle bu mülteci akınını Türkiye'de tutmak Avrupa ülkelerinin öncelikli tercihidir. Aynı eğilim, Erdoğan'ın zaman zaman 'kapıları açarız' tehdidi de Avrupa yönetimlerine karşı kullandığı koz haline dönüşmüştür.

Ekonomisinin şartları açısından ülkemizin mülteci deposu olma durumunun iki farklı boyutu vardır. Birincisi pek çok kayıt dışı işler için mülteciler ucuz işgücü deposu işlevi görmektedir. Taşeron firmalar ve inşaat ve maden gibi tehlikeli işler için bu kesim, bazı işverenler açısından adeta bir fırsat haline gelmiştir. Çoban bulamayan geleneksel hayvancılık işleri yapanlar için de Afganlı çobanlar da aynı fırsatı sunmaktadır.

Ancak kendi yurttaşları arasında işsizlik ve yoksulluk düzeyi çok yüksek olduğu için, devletin mülteci nüfusa sağladığı olanaklar ciddi bir yabancı düşmanlığı potansiyeli yaratmaktadır. Mülteciler işsizliğin ve hatta devletin yaşadığı ekonomik krizin en önemli nedenleri arasında algılanmaktadır.

Başta sağlık hizmetleri olmak üzere mültecilere sağlanan olanaklar, kamu hizmetlerindeki yetersizliklerin gerekçeleri arasında görülmesi de benzer koşulların ürünüdür.

İktidarın yoksulluk, geçim sıkıntısı ve işsizlik sorunlarında giderek daha da başarısız olmasına rağmen, mülteci sorunu konusunda kamuoyunu ikna edici bir politikasının olmaması siyasetin en önemli boşluklarından birini oluşturuyor.

Ümit Özdağ gibi aşırı milliyetçi politikacıların ve bazı belediye başkanlarının yabancı düşmanlığı potansiyeli taşıyan söylemleri dışında muhalefetin bu konuda kayda değer bir çıkışı bulunmamaktadır. Son seçimlerde birinci parti olan ve yerel yönetimlerde ciddi bir iktidar gücüne dönüşen CHP'nin, merkezinin başka bazı belediye yöneticilerinin başka bir dil kullanması da işte bu politikasızlığın ürünüdür.