Erdoğan iktidarının politikaları, Atatürk ve Cumhuriyet’e olan bağlılığı, duyarlılığı hiç olmadığı kadar artırmıştır. Tabii ki, öte yandan nefret dolu kitleler de yaratmıştır.
Özellikle laikliğin tehdit altında olduğu algısı ve yaşam biçimine müdahale sayılabilecek uygulamalar, endişeli modernler diye de tanımlanan kitlenin büyümesine yol açmıştır.
Tarikatların devlet desteği ile hızla büyümesi, İmam Hatipler’in ve İlahiyat Fakülteleri’nin üniversite anlayışı ile izah edilemeyecek derecede artışı ve özellikle tarikatların devletin kurumlarını adeta işgal etmesi doğal olarak bu endişeleri beslemektedir.
Şeriat tehdidine karşı darbe olanakları ortadan kalktığı gibi, buna gerek de kalmadı. Çünkü Erdoğan’ın Tek Adam rejimi ile yaşanan toplu kurumsal çöküş sonucunda ne ordu ne de mahkemeler, Cumhuriyet’i savunacak durumdalar. Mahkemeler neyse de ordunun buna müdahalesi zaten doğru değildi. Daha önceki sonuçlarını gördük.
Fatih Altaylı’nın programında belki rastlamışsınızdır, Murat Bardakçı, 10 Kasımlar’da insanların törenlerde ağlamasına şaşırdığını söyledi. Fransa’da, Amerika’da böyle bir şey var mı diye de ekledi. Olmaz zaten bu kıyaslama da doğru değil. Hem liderlerin özelliği bakımından hem de yaşanan tehditler açısından.
Yine 10 Kasım’da Murat Bardakçı’nın Erdoğan’a eşlik ettiği bir törende dikkat çekici bir diyalog yaşandı. Müze gezilirken, rehber Atatürk’ün Trablusgarp’ta çekilmiş bir fotoğrafını gösteriyor Erdoğan’a. Bunun üzerine Erdoğan, bir fırsat yakalamış gibi bunu Bardakçı’ya onaylatmak istiyor.
“Murat Bey, bak O da gitmiş Libya’ya (buradaki O, Atatürk). Biz Libya’ya gidince malum çevreler söylenip duruyor.” Bunun üzerine Bardakçı, “Tabii efendim sadece O değil, Kurtuluş Savaşı komutanlarının hepsi gitti.”
Buyurun buradan yakın denir ya. Tarih üzerine bir sürü yayın yapan, konuşan ve çorbayı buradan içen Bardakçı, Erdoğan’a “Efendim o zaman Libya, Osmanlı sınırları içindeydi ve O da, Osmanlı subayı olarak oradaydı” demek yerine, “Tabii efendim” demeyi tercih etti.
Oysa ki, bu 10 Kasım’da Erdoğan bile Atatürkçü olmuştu neredeyse. “Atatürk 10 yıl daha yaşasaydı, ülke daha başka olurdu” dediğini hepimiz duyduk. Gerçi bazı kötü niyetli yorumcular, bunu Atatürk’ü takdir olarak değil de, (Bana da bir on yıl daha verin demek istedi) şeklinde yorumladı.
Atatürk’ü hamaset malzemesine dönüştürüp, bir yandan da Cumhuriyet, yani Muasır Medeniyet ilkelerine aykırı bir sürü pratik içinde profesyonel siyasetçinin olduğu da malum. Mezhepçilik, bölgecilik ve kimlik temelli siyasetin ağırlığından bunu izlemek mümkün.
Herkesin Atatürk’ü farklı da denebilir. Olabilir. İdeolojik yorum farkları ile farklı Atatürk duyarlılıkları kaçınılmazdır. Ama önemli olan samimiyet.
On Kasım gününden bir örnek vereyim. Arabamın saati 09.04’ü gösteriyordu. Fahrettin Altay Meydanındaydım. Birden siren sesleri başladı. Araçlar tümden durdular. Yolda yürüyenler ve duraklarda bekleyenler de o anda saygı duruşuna geçtiler oldukları yerde.
Bir TIR sağa çekmiş. Şoförü aşağıya iniyor hemen. Yerde saygı duruşuna başlıyor ama bir eli kornada. Saygısını duyurmak istiyor aynı zamanda. Otomobillerinde değil kimse. Bir taksi şoförü iniyor hemen, yaşlı yolcusunun inmesine yardım ediyor dışarı çıkması için. Yaşlı adam ısrarlı, taksiden inip, ayakta saygısını gösterecek.
Bu insanlar Atatürk’ü seviyor, sayıyor. On Kasım törenlerinden ve siren seslerinde duygulanıyorlar. Bu bir beklenti ve çıkar eylemi değil.
Büyük ölçüde daha kaygılılar eskisine göre, Sultanizm rejimi ve İslamcı siyaset uygulamaları, onları Atatürk’e daha çok bağlıyor. Murat Bardakçı anlamayabilir ama makul bir insanın anlayabileceği bir durum bu...