Bir yanda itirafçı kimliğiyle sahne alan Reza Zarrap'ın başrolünde olduğu ABD'deki 'ambargo delme, kara para aklama' davası… (Eski Bakan Zafer Çağlayan'ın da aralarında bulunduğu 6-7 sanıklı)
Diğer yanda ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu tarafından ortaya atılan İngiltere'ye bağlı Man Adası'nda kurulan 1 sterlinlik tabela şirketine yapıldığı iddia edilen milyonlarca dolarlık transferler… (Dekontlarda adı geçenler CB Erdoğan'ın oğlu, kardeşi, eniştesi vs..)
Türkiye kamuoyu bu iki konuya kilitlenmiş durumda.
Gündem üç yıl sonra yeniden yolsuzluk, kara para iddialarına döndü. 17-25 Aralık sürecini 'bir şekilde yönetmeyi başaran' hükümeti ve de cumhurbaşkanını zor bir süreç bekliyor. Bir süredir sokakta ziyadesiyle hissedilen ekonomik durgunluk ve de üst üste gelen zamlar içinde 'milyonlarca dolarlık rüşvet, kara para transferi' olan tüm bu gelişmelerin etki alanını genişletebilir.
Burada ilk dikkat çekmek istediğim nokta zamanlamadır. İngiliz kontrolündeki Man Adası'na ait 2011-2012 yıllarına ait banka dekontlarının Kılıçdaroğlu'na ulaştırılmasıyla ABD'deki Zarrab davasının aynı sürece denk düşmesi tesadüf olabilir mi?
Tesadüfse de 'hoş bir tesadüf' değildir.
Bir yanda MI6 bir diğer yanda CIA kokan iki önemli hamle…
Erdoğan ve çevresinin içten içe 'Erkekseniz teker teker gelin ulen' dediğinden eminim.
Zarrab'ın bundan sonra neler söyleyeceği ya da 'elimde başka belgeler de var' diyen Kılıçdaroğlu'nun çıkınından daha neler çıkaracağı bilinmiyor.
Kamuoyu tam da beklediğimiz gibi bu konuda ikiye ayrılmış durumda. Hem ABD hem İngiltere menşeli saldırılar oldukça sert ve de ciddi.
Savunma yani hükümet kanadı biraz tutuk hatta savruk görünüyor.
Tam olarak neyle karşı karşıya olduklarını bilmediklerinden olsa gerek 17-25'te içeride izlenen sürecin benzerini yürütmeye çalışıyorlar.
Kumpas, darbe girişimi, sahte belge, montaj gibi ifadeleri sıklıkla duymamız bundan… 17-25'te olduğu gibi sürecin hakim ve savcılarına dava/soruşturma açılmasını da eklemek lazım. Yalnız bu kez ABD'deki hakim ve savcılara soruşturma açılması uluslar arası alanda ülkemizin hukuksal itibarını biraz zedeleyebilir. Keza geçmişinde ABD başkanlarını soruşturma cür'eti ve cesareti gösteren Amerikalı yargıç ve savcıların İstanbul Başsavcılığı tarafından sorgulanması içeride bile prim yapma olasılığı zayıf bir hamle olarak görülüyor.
Kılıçdaroğlu'nun iddiaları karşısında hükümet kanadından gelen çelişkili ifadeler Zarrab'ın 'Zafer Çağlayan'a 40-45 milyon Avro, 7 milyon dolar… rüşvet verdim' gibi ağır itiraflarıyla birleşince kamuoyu oluşturma konusunda hükümetin eli oldukça zayıflıyor.
Kamuoyu demişken…
Her konuda karpuz gibi ikiye ayrılmaya alışık olan güzide kamuoyumuz bu kez de bizleri yanıltmıyor. Hükümete yakın medya eliyle oluşturulan algı 'dış mihrakların yahut daha popüler ismiyle 'üst aklın' Erdoğan hükümetini devirmek için bir kez daha harekete geçtiği yönünde. Hükümete yakın medya FETÖ eliyle 17-25 Aralık ve 15 Temmuz'da gerçekleştirilemeyen darbelerin benzerinin uluslararası güçlerin yardımıyla yürürlüğe konulmak istendiğini söylüyor. Burada CIA'den MOSSAD'a MI5, MI6 gibi gizli servislerin oynadığı roller yazılıyor, çiziliyor, tartışılıyor.
Peki, bu tezin müşterisi var mı? Olmaz olur mu? Erdoğan'ı ve hükümetine kayıtsız ve de şartsız inanan önemli bir kitle 'Türkiye'ye karşı büyük bir oyun oynandığı, amacın Erdoğan değil Türkiye olduğu, dış güçlerin, üst aklın bu yönde harekete geçtiği' yönündeki tezi güçlü şekilde savunuyor.
Savunma kanadı çelişkili hatta biraz tutuk olsa da bu tezi olanca gücüyle savunmaya hazır en az yüzde 25-30'luk bir kitleden söz edebiliriz. Hatta Batı'dan gelen bu ve benzeri saldırıların Erdoğan'ı içeride daha da güçlendireceğine inananlar var. Ki antiemperyalizmin müşteri bulmakta zorlanmadığı bu coğrafya için bu inanış tamamen temelsiz değil.
Öteki kesim ise bu gelişmelerin siyaseten Erdoğan'ın sonunu getirebileceğine inanıyor. Erdoğan'ı Türkiye'nin kamu kaynaklarını partisi, kendisi ve yakın çevresinin çıkarları doğrultusunda kullanmakla suçlayan bu kesim uluslararası güçlerin düğmeye basmasıyla ortaya çıkmış olsa da Amerika ve İngiltere merkezli gelişmelerin devamının geleceğine inanıyor. Onlara göre Man adası tek örnek değil ve Zarrab'ın itirafları Erdoğan'ın aile fertlerine kadar uzanabilir.
*
Bana gelince; 17-25'in aksine bu kez yoğurdun üflenerek yenmesi gerektiğine inanıyorum. Görüyorum ki halen AK Parti'nin tepe kadrosunda bile süreci eksik ve de hatalı okuyanlar var.
Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şentop diyor ki, 'Reza Zarrap'ın ABD'ye uçmasına göz yummak ihanettir. Bu konuda ihmali olanlar cezalandırılsın'
Sayın Şentop'a şu kadarını söyleyelim.
Siz adamı hükümete yakın televizyonlara çıkarıp, fondaki Türk bayrağının önünde adeta başbakan gibi poz verdirerek, 'Cari açık kapatan bir kahraman' olarak sunarsanız…
Yetmezmiş gibi siz adamı Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da katıldığı törende '2015 ihracat şampiyonu' olarak ilan edip, Numan Kurtulmuş ve Nihat Zeybekçi gibi iki önemli bakan eliyle madalya verirseniz…
Siz adamın 17-25'te el konulan paralarını 55 bin lira faiziyle birlikte geri ödeyip, hayırsever iş adamı olarak tüm devlet protokollerinde ağırlarsanız…
Kusura bakmayın Sayın Şentop; ama devletin en kritik bakanlarıyla düşüp kalkan, devletin en kritik bakanlarını özel uçağıyla umreye götüren bir hayırsever, ihracat şampiyonu ve de cari açık kapatan bir kahramanın ailesiyle birlikte ülkeden ayrılmasına kimse itiraz edemezdi. Edenin neyle yüzleşeceğini varın siz düşünün. FETÖ'cü mü ilan ederdiniz yoksa CIA ajanı mı, vatan haini mi?
İtiraf etmeliyim ki pek çoğumuz 17-25'i eksik okuduk. Yani bizim için o süreç daha çok 'yolsuzluk ve rüşvet' süreciydi. Darbe girişimini çok fazla göremedik, dikkate almadık. Darbe girişimine inananlar da yolsuzluk ve rüşvet iddialarını görmezden geldi. Pek çok kişi için 15 Temmuz'un ardından fotoğraf netleşti.
Ama o sürecin hükümet eliyle çok yanlış yönetildiğini her daim güçlü şekilde savunduk.
Koskoca TBMM yolsuzluk ve rüşvet iddiasına konu olan bakanları savunmak, aklamak durumunda kalmasaydı. Esaslı bir soruşturma yapılabilseydi… Yüce Divan süreci işletilebilseydi… Bugün ABD merkezli darbelerin hiçbir kıymeti olmayacaktı.
Ne yapıldı? Reza Zarrab'ın bir otelin logolu kağıdına yazdığı iki satırlık kol saati yazısı belge diye savunuldu.
Ne yapıldı? Meselenin yolsuzluk boyutu görmezden gelindi, dosya kapatıldı.
Oysaki madalyonun iki yüzü misali… Meselenin hem yolsuzluk hem de darbe girişimi boyutu birlikte ele alınabilseydi. Bugün Türkiye'nin bağırsakları ABD yargısı tarafından temizleniyor görüntüsü oluşmazdı.
Tarihi günler yaşıyoruz. Türkiye tarihinde ilk kez dışarıda başka bir ülkede yargılanıyor.
Yarım asırlık müttefikimiz ABD'den ciddi şekilde uzaklaşıyoruz. Tüm bu gelişmeler Türkiye'yi hızlı bir şekilde Rusya'nın kucağına doğru itiyor. İşte benim asıl itirazım bunadır. Bugün 3-5 yanlış adamın faturasını koskoca bir ülke ağır bir şekilde ödemekle yüz yüze.
17-25 Aralık üç boyutlu bir süreçti.
Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları birinci boyuttu. Hükümete yönelik darbe girişimi başka bir boyut...
Süper Güç Amerika'nın can düşmanı ilan ettiği İran'a yönelik ambargosunun delinmesi 3. boyut…
Şu anda görülen dava 3. boyutun davasıdır. Ama duruşma boyunca diğer iki boyuta ilişkin ne varsa masanın üzerine konulacaktır. Konuluyor da…
Zamanında meseleye tek boyutlu olarak bakmayı tercih etmeseydik, ABD gibi bir ülkenin İran gibi 30 yıldır tehdit olarak algıladığı devlete koyduğu uluslararası ambargoyu o tarihlerde 30 yaşında bile olmayan bir zırtapoz üzerinden delinmesine çanak tutmasaydık ve de tüm bunlar ortaya saçıldığında düğmeye Beyaz Saray'dan basıldığını görüp gereğini yapsaydık şimdi her şey çok daha kolay olabilirdi.
Hükümetin işi zor... Cumhurbaşkanının da…
İçeriyi bir şekilde ikna edebilirsiniz. Zaten sizin son söylediğinizi doğru kabul eden hatırı sayılır bir kitleniz var. Ama dışarısı ne olacak? Türkiye Kuzey Kore gibi dünyaya kapalı bir devlet değil ki! Olamaz ki! Ne yapıp edip dışarıdaki itibarı da düşünerek yeni ve doğru adımlar atmak zorundayız.