19. Yüzyıl Amerika’sının edebiyat dünyasında, karanlık imgelerin ve derin melankolinin yankılandığı bir ses duyulur: Edgar Allan Poe. Yaşamı, tıpkı kaleme aldığı hikayeler ve şiirler gibi trajiktir. Poe, gotik edebiyatın baş tacı, modern dedektif hikayesinin öncüsü, aynı zamanda hayatındaki trajedilerin bedelini en ağır ödeyen yazarlardan biridir. Poe’nun 1809’da Boston’da dünyaya gelişiyle başlayan hikâye, anne ve babasının erken ölümleriyle gölgelenir. Henüz üç yaşındayken yetim kalan Poe, Virginia’da bir tüccar olan John Allan ve eşi tarafından evlat edinilir. Maddi rahatlığa rağmen, Allan ailesindeki duygusal mesafeler Poe’nun çocukluk yıllarına derin bir yalnızlık hissi bırakır. Bu duygular, ileride kaleme alacağı eserlerin temellerini oluşturacaktır.

Poe, 1827’de yazarlık kariyerine şiirle başladı, ancak asıl ününü kısa hikayeleriyle ve gotik edebiyatın en güzel örnekleriyle kazandı. Gotik tarzı, genellikle karanlık, korkutucu ve doğaüstü temaların işlendiği, bireyin ruhsal çöküşü ve içsel korkularıyla yüzleştiği eserlerden oluşur. Poe'nun eserleri de bireysel psikoloji, ölüm, çılgınlık, hüzün ve korku gibi temaları derinlemesine işler. Bu bağlamda, gotik edebiyatın en belirgin özelliklerinden biri olan karanlık atmosfer ve çürümüş toplum eleştirisi, Poe'nun eserlerinde yoğun bir şekilde yer alır. Bunlardan, 1839’da yayımlanan Tales of the Grotesque and Arabesque adlı eseri, “The Fall of the House of Usher” ve “The Tell-Tale Heart” gibi, insan zihninin derinliklerindeki korkuları tasvir eden hikayeleri örnek gösterebiliriz.

Poe’nun hayatı, hikayelerine ilham verecek kertede, zorluklar ve mücadelelerle doluydu. Maddi sıkıntılar, sık sık iş kayıpları ve eşi Virginia’nın genç yaşta ölümü, onun kırılgan ruh halini daha da kötüleştirdi. Yine de bu acılar, onun eserlerine eşsiz bir derinlik kazandırdı. Poe’nun eserleri, zamanın ötesine geçerek günümüzde de esin kaynağı oldu. Şiirlerinden “The Raven” (Kuzgun), karanlık atmosferi ve tekrar eden ritmiyle unutulmazdır. 1845’te yayımlanan bu şiir, Poe’ya büyük bir ün kazandırdı. Kuzgun’un ürpertici “Nevermore” (Bir daha asla) nidası, edebiyat dünyasının en tanınmış simgelerinden biri haline geldi. Hikayeleri ise, trajedinin ve korkunun ölümsüz birer aynasıdır. “The Black Cat” (Kara Kedi) ve “The Masque of the Red Death” (Kızıl Ölüm Maskesi), okuru bir taraftan rahatsız ederken bir taraftan da büyüler. Poe’nun gotik atmosferi yaratmaktaki ustalığı, günümüz korku ve gerilim yazarlarına da ilham kaynağı olmuştur.

Türkiye’de ise Edgar Allan Poe’nun şiirleri ve hikayeleri, özellikle romantik ve melankolik duyguları seven okuyucular arasında büyük bir ilgi görmüştür. Bunlardan özellikle “Annabel Lee”, aşkın saflığını ve yüceliğini anlatmasıyla Türk okuyucuların kalbinde özel bir yere sahiptir. Şiir hem kaybedilen bir sevgilinin hatırasını hem de ölümden bile güçlü olan sevgi bağını işler. Poe’nun 1849’da yazdığı “Annabel Lee”, onun son şiiri olarak bilinir. Bu şiir, genç yaşta kaybettiği eşi Virginia Clemm’e adanmış gibi görünse de aslında, Poe’nun ölümsüz bir aşk kavramını hayata geçirdiği evrensel bir anlatıdır. Şiirin büyüsü, anlatıcı ile Annabel Lee arasındaki saf ve güçlü aşkın, ölümün bile ötesine geçerek sonsuz bir anlam kazandığını göstermesindedir. İşte “Annabel Lee”nin, ünlü şairimiz Melih Cevdet Anday’dan tam Türkçe çevirisi:

Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.

Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,-
Evet!- bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni.

Poe’nın “Annabel Lee” şiiri onun en lirik ve romantik şiiri olmasına rağmen, içinde gotik unsurlar barındırır: ölüm, kayıp, yas ve doğaüstü bir bağ. Poe’nun eserlerinde sıklıkla görülen karanlık atmosfer, bu şiirde denizin, rüzgârın ve meleklerin tasvirlerinde hissedilir. Poe, “Annabel Lee” şiirini, eşi Virginia’nın ölümünden üç yıl sonra yazmıştır. Bu nedenle, bu şiir onun hatırasına adanmış bir eser olarak yorumlanır.

Edgar Allan Poe’nın, 1829 yılında yazdığı “Alone” (Yalnız) adlı şiiri ise Poe'nun gençlik dönemine, yani yaklaşık 20 yaşına denk gelir. Şiir, Poe'nun hayatındaki zorlukları, yalnızlık hissini ve dünyaya farklı bakışını yansıtan etkileyici bir eserdir: 

Olmadım çocukluğumdan beri

Başkalarının olduğu gibi –

Görmedim dünyayı, nesneleri

Başkalarının gördüğü gibi –

Kandırmadı hüznümü, tutkuları

Aynı ortak pınarların suları

Aynı zevki duymadı yüreğim

Aynı şevkle uyanmadı yüreğim –

Sevdiğim her şeyi yalnız sevdim –

Çocukluğumda, çocukluk çağında

Fırtınalı bir ömrün derinliğinden

Çıktı hâlâ tutsağı olduğum gizem –

Çıktı sellerden ya da pınarlardan –

Dağlardaki kızıl kayalıklardan –

Gölgesi dolanan güz güneşinden

Onun sonsuzdaki altın renginden

Çıktı gökyüzünün yıldırımlarından

Yanımdan uçarak geçtiği zaman.

Ve kasırgadan, gökgürültüsünden

Ve buluttan ve bulutun sisinden

(Havanın kalanı mavileştiği an)

Gözlerimde iblis şeklini alan.

Poe’nun yalnızlığı, sadece fiziksel bir yalıtılmışlık değil, aynı zamanda ruhsal bir kopukluktu. İnsanlarla kurduğu bağlarda çoğu zaman anlaşılmadığını hissetti. Onun için dünya, kendisi gibi hissetmeyen, düşünmeyen ve hayal etmeyen insanlarla doluydu. Bu duygular, Poe'nun birçok eserine yansıdı, ancak “Yalnız” şiirinde en yalın ve çarpıcı haliyle ortaya çıktı denilebilir. Poe burada, çocukluk çağlarından itibaren kendisini diğer insanlardan farklı hissettiğini anlatır. “Başkalarının gördüğü gibi göremedim” ve “Onların sevdiği gibi sevemedim” gibi ifadeler, onun yalnızlığının köklerini açıklar. Poe için dünya, başkaları için neşe ve mutluluk kaynağı olabilecek sıradan şeylerin, ona sadece keder verdiği bir yerdi. Şiir ilerledikçe, bu yalnızlık duygusunun onun iç dünyasında bir kasırga yarattığını görürüz. Poe’nun yalnızlığı, gotik edebiyatın ruhuyla birleşerek okuyucusuna şu mesajı verir: Karanlık, insan ruhunun ayrılmaz bir parçasıdır. Poe’nun eserlerinde hissettiğimiz melankoli ve korku, aslında hepimizin iç dünyasında var olan, ancak genellikle bastırmayı tercih ettiğimiz duyguların bir yansımasıdır. Böylelikle, “Yalnız” şiiri hem onun içsel dünyasına bir pencere açar hem de insanlığın evrensel bir duygusunu dile getirir. Yalnızlık, insanlığın ortak bir yazgısıdır ve Poe’nun bu şiiri, okuyucusuna, kendi iç dünyasının en derin köşelerini keşfetme cesareti verir. Poe'nun karanlık ama samimi kalemi, onun yalnızlıkla olan mücadelesini sanatında ölümsüzleştirmiştir. Bu şiir, yalnızca Poe’nun yaşadığı döneme değil, her döneme hitap eden bir derinliğe sahiptir. Bugün, Poe’nun dizelerinde, modern bireyin yalnızlık ve uyumsuzluk duygularını hala hissedebilmemiz, onun edebi büyüklüğünün bir kanıtıdır.

1849’da hayatını kaybeden Poe’nun gizemli ölümü, onun hayatındaki en büyük sır olarak kalmaya devam etmektedir. Baltimore’da bir sokakta baygın halde bulunan Poe, birkaç gün içinde hayata gözlerini yummuştur. Ölümünün ardındaki nedenler hâlâ tartışılır: Alkol, hastalık ya da başka karanlık bir olay mı? Kimse kesin olarak bilemez. Ancak kesin olan bir şey var: O da eserlerinin, dünya edebiyatında unutulmaz ve kalıcı bir iz bıraktığıdır... Bugün, Poe’nun hayranları hala onun doğum gününde mezarı başında toplanır ve şarap kadehleriyle onu anar. Çalışmaları, gotik romanlardan modern korku filmlerine kadar pek çok sanat dalında ilham vermeye devam eder.