Türkiye'nin işsizlik, enflasyon ve yüksek bir dış borçlanma içinde olduğunu ifade eden Yaşar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erinç Yeldan, Türkiye'nin dış borçlarını dolar bazında 3 kat artırdığını söyledi. Dış borçlanma yolu ile Türkiye'nin ithalatını finanse ettiğini belirten Yeldan, "Yurtdışından sermaye gelmiyor. İhracat pazarları daralmış durumda. İç talebi de yüksek zamlarla kestiğiniz zaman ekonomi, tıkanma noktasına girecek. Krize dönüşür mü bunu bilemeyiz ama şu var ki, Türkiye'deki iktisadi dengeler yerinde oynamış durumda" diye konuştu.
Kutay GÜROCAK/EGEDESONSÖZ - Türkiye ekonomisinin işsizlik, enflasyon ve yüksek dış borçlanma ile mücadele etmek zorunda kaldığını belirten Yaşar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erinç Yeldan, Türkiye'nin dış borçlarının dolar bazında 3 kat arttığını söyledi. Türkiye'nin 113 milyar dolar olan dış borcunun günümüzde 320 milyar dolara geldiğini aktaran Yelda, dış borçlanmanın ithalatı finanse eden bir yapıya dönüştüğünü söyledi.
Görüşmemize dilerseniz, İstanbul'un finans merkezi yapılması projesiyle başlayalım. Vadeli İşlemler ve Opsiyon Borsası (VOB)'nın da bu proje kapsamında, İzmir'den İstanbul'a taşınması gündeme geliyor. Bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
İstanbul, bölge ekonomileri içinde finans merkezi ve marka değeri olarak ön plana çıkartılıyor. Türkiye'nin uluslararası iş bölümü içindeki konumu, yüksek faiz getirisi sunan, devinimli ve uluslararası sermayenin uğrak yeri olarak değerlendirilen bir finans merkezi olma yönünde ilerliyor. Aslında yakın tarihte Beyrut, benzer bir girişimle 1970'lerde ön plana çıkmıştı. Ama Lübnan iç savaşı, bu planı engelledi. Hatta bu savaşın, planın önüne set vurmak için çıkarıldığı bile söylenir. Sonrasında ise Kıbrıs gündeme geldi. Şimdi anlaşıldı ki, 2000 yılından sonra Türkiye, bu role soyundu. İstanbul, Avrupa ve Ortadoğu'nun bir köprüsü ve finans merkezi olarak pazarlanacak. Bunu yapmak için daha geniş planlar yapılıyor. Örneğin Ziraat, Halk Bankası ve Merkez Bankası gibi kamu bankalarının merkezlerinin İstanbul'a taşınması planlanıyor.
Size göre böyle bir girişime gerek var mıydı? Bu plan, Türkiye'nin kendi içinde belli noktalara odaklandığını mı ortaya koyuyor? Bu plan tam olarak neyi hedefliyor?
Günümüz iletişim çağında, kurumların ve şahısların bifiil bir araya gelmesi gerekmeyebilir. Fakat bu daha çok bir sinyalizasyon etkisi. Bu yolla Türkiye, bir anlamda İsviçrelileşme olanağı yakalamanın peşinde. Dünyada dolaşan kısa vadeli sıcak para akımlarının uğrak yeri olarak, İstanbul'un sunulması planlanıyor. Bununla beraber öyle anlaşılıyor ki, otoyollar ve duble yolların güzergahlarının belirlenmesi açısından da örneğin sanayi bölgesi giderek Kocaeli, Bursa ve Balıkesir hattına konuşlanacak. Oradan aşağıya doğru İzmir ve Mersin şehirleri de birer liman kapısı olacak. Uluslararası iş bölümü içinde Marmara hattı finans; Güney Marmara sanayi üretiminin merkezi; Ege ve Akdeniz'de Türkiye'nin çıkış limanı olarak konumlandırılıyor. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde ise organik tarım, ucuz işgücüne dayalı sanayiler aktarılacak. İç Anadolu ve Karadeniz'e ne kalacak herhalde insan kaynağı olarak kalacak.
İstanbul'un finans merkezi yapılması konusunda Türkiye kendi başına belirleyici olabilir mi?
Bunu şu şekilde değerlendirmek gerekiyor: Avrupa sermayesinin, Doğu'ya açılabilecek bir limana ihtiyacı var. Mesele sadece sermayenin durup nereye gideceğine karar vermesinde değil. Asıl mesele Avrupa'nın Ortadoğu bölgesinde güçlü bir ekonomi ve kuvvetli bir altyapısı olan Türkiye ile hem sahra altı Afrika'ya hem de Ortadoğu ile Türki Cumhuriyetler dediğimiz Orta Asya'nın içine kadar uzanan coğrafyaya ulaşmayı hedefliyor. Türkiye de bu rolü üstlenmek istiyor. Dolayısıyla ikisi arasında bir uyum var. Diğer bir yandan da Frankfurk, Londra, New York veya Uzak Asya Şangay arasında küresel anlamında bir finans merkezine ihtiyaç gözüküyor. Bu ihtiyaç uzun yıllardır var. Bunun için başka veriler de var Türkiye'nin elinde. Mesela geniş bir pazarı ve büyük bir iç talebi var Türkiye'nin. Son yıllarda Türkiye, Suriye üzerinden yeni pazarlara açılma angajmanı içindeydi fakat yaşanan çatışmalar bu durumu olumsuz yönde etkiledi. Öyle zannediyorum ki, Suriye'deki gerginlik çözüme kavuştuktan sonra oraya yönelik büyük bir hamle başlayacaktır. Ama bu zaman alır.
'Güçlü ekonomi' diye bir ifade kullandınız. Sıradan bir vatandaş olarak biz bundan ne anlamalıyız. Yani güçlü olmak sadece rakamlara bağlı bir durum mu?
Güçlü ekonomi sözünü sermayenin mantığı açısından kullandım. Türkiye 2000 yılından bu yana çoğunlukla borç ekonomisi üzerinden iç pazar olarak göze çarpıyor. Türkiye'nin İthalat potansiyeli var. Tasarruf oranı neredeyse yarı yarıya düşmüş durumda. Yani güçlü ekonomiyi ulusal ekonominin iktisadi göstergeler tarafından güçlü kılınması olarak değil; uluslararası sermayenin çok güçlü bir talep gelecek finansal pazarı olarak düşünmek gerek. Şu anda şirketler ve insanları, kredi kartları ya da kredilerle yoğun bir şekilde borçlandırılıp bunun üzerinden yüksek bir finansal getiri sağlama hesabı var. İç talep, uluslararası sermayeye, bu bakımdan çok cazip geliyor. Türkiye ekonomisinde Avrupa ortalamasının çok altında bir iş gücü verimliliği, üretkenlik ve düşük ücretler olduğunu görürsünüz. Bir de bunlar üzerinde çok yüksek vergi yükü bulunuyor. Uluslararası sermayenin gözüyle bakarsanız Türkiye, ithalat ve ucuz işgücü cenneti. Bu bakımdan çok yüksek kar ve finansal gelir kazanabilecek cazip bir ülke.
Türkiye'nin ekonomisinin şu andaki temel sorunları nelerdir? Bunlar içinde kriz söylemi ne kadar gerçekçi ya da değil?
Türkiye dünyadaki en yüksek enflasyona sahip ülkelerden bir tanesi. Şu anda enflasyon oranı yüzde 8-10 bandında bulunuyor. İşsizlik konusunda ise Avrupa ortalaması yüzde 11 iken bu rakam yüzde 8.5-9 bandında bulunuyor. Bu rakamlar da son birkaç yılın kazancı. Bu kadar hızlı büyüme gösteren bir ekonomi demek ki, çarpık büyüyor ve istihdam yaratmıyor. İşsizliği, 2000 yılı öncesindeki yüzde 6-7 oranına düşürmeyi başaramamış bir ülkeden söz ediyoruz. Üçüncü sorun ise yüksek dış borçlanma. Türkiye'nin dış borçları, dolar bazında 3 kat artmış durumda. Daha önce 113 milyar dolar olan dış borç şu anda 320 milyar dolar seviyesine gelmiş durumda. Türkiye, dış borçlanma yolu ile ithalatını finanse eden, ithalatı finansman yoluyla da montaj hattına çevirmiş olan bir ekonomiye sahip. Bir de kendi teknolojisini ve tasarımını üretemiyor.
Yani bir anlamda kendi stratejisini üretemiyor. Peki daha önce dünyadaki ekonomik krizin Türkiye'yi teğet geçtiği söyleniyordu. Türkiye ekonomisinin şu andaki durumu ile bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye, kendi stratejisi ve markasını üretemiyor. Bir anlamda ucuz işgücü ile Avrupa'nın taşeronluğunu yapan bir sanayi yapısı var. Hızlı büyüme denilen olgu, yurtdışından sermaye girişlerine ve dış borçlanmaya bağımlı bütçe açığı veren bir ekonomik yapıya karşılık geliyor. Bu sürdürülemez bir yapı olduğu için de ekonomi sık sık krize girip, tökezliyor. Örneğin Ekim 2009'da OECD ülkeleri arasında Türkiye, Portekiz, Yunanistan ve İspanya ile ekonomisi en şiddetli daralan ve işsizlikte en yüksek artış yaşanan ilk üç ülke arasındaydı. 'Teğet geçti' sözü de bana göre tam anlamıyla siyasi bir şovdu. Hatta, 2011 de Sayın Başbakan
'Geçen sefer teğet geçmişti, bu sefer hissetmeyeceğiz' diye açıklamada bile bulundu. Tabi ki, bütçe planları da bu varsayım üzerine yapıldı. Hükümetler siyasi bir güvence için şov yapmak için bazı sözler sarf edebilir ama iktisat yönetiminin gerçek dünyayı izlemesi lazım. Ekonomideki bütçe dengeleri şaşınca can havliyle zamlara yüklenildi. Bu zamlar da tüketici talebini yeniden daraltacak. Yurtdışından sermaye gelmediği, ihracat pazarları daraldığı ve iç talebi de yüksek zamlarla kesildiği zaman ekonomi, tıkanma noktasına girecek. Krize dönüşür mü bunu bilemeyiz ama şu var ki, Türkiye'deki iktisadi dengeler, yerinde oynamış durumda.
Peki siz olsanız nasıl bir önlem alırsınız? Size göre yaşanan sorunları aşmak için ne yapmak gerekiyor?
Her şeyden önce Türkiye'nin ithalat bağımlılığını önleyici tedbirler alması gerekiyor. Bunun başında enerji bağımlılığını azaltılması var. Bence burada kamuya öncelik verip, enerji yatırım hamlesine girişilmesi gerekir. Bu, bir takım müteahhit veya yurtdışı bağlantılara rant sağlamakla yapılmaz. Bunun için stratejik planı yapılmış enerji yatırımları hamlesine ihtiyaç var. Geçen sene Orta Doğu Teknik Üniversitesi(ODTÜ)'ndeki bir doktora tezinde bulundum. Tezde, şu anda planlanan dört nükleer santral yerine Türkiye'nin enerji açığının orta boy, tek bir nükleer santralle halledilebileceğini savunuluyor. İkinci olarak Türkiye'deki tasarruf oranın yükseltilmesi gerekiyor. Bunun için de tüketimin caydırılıp mümkün olduğunca tasarrufa yönlendirilecek bir finansal yapının devreye sokulması lazım. Tüketimi daha az özendirici politikaların üretilmesi gerekiyor. Bunun en başında da reel döviz kuru geliyor. Türkiye'de son derece ucuz bir döviz kuru rejimi var. 2000 yılına göre reel olarak dövizin değeri yarı yarıya düşmüş durumda. Bu 'dengesizliktir' demiyorum ama devalüasyonla halledilemeyecek bir girdaba girdi Türkiye. Bunun içinde sermaye hareketlerinin serbest olması da var merkez bankasının döviz kuruyla hiç ilgilenmemesi de. Türkiye'de yapay bir döviz bolluğu yaratması olgusu var. Bütün bunlar da ithalat talebini kamçılayan unsurlar. Türkiye geleneksel olarak yüksek cari işlemler açığı veren bir ekonomi değildi. Şimdi yüzde 5-6 cari işlemler açığını neredeyse yapısal olarak kabullenmiş durumdayız. Türkiye böyle bir cari işlemler açığını çevirecek bir dış borçlanma temposunu ilelebet sürdüremez.
'Cari işlemler açığı ABD'de bulunuyor' tezini savunan ve Türkiye ekonomisini bununla kıyaslayanlar var. Bu ne kadar sağlıklı?
ABD, dünyanın finans merkezi ve merkez bankası. O görev itibariyle, uluslararası iş bölümünde ABD'nin cari işlemler açığı vermesi gayet normal. Bu beklenir. Çünkü dünyanın parasını basıyor. Parayı küresel piyasalara sunabilmesi için de mal satın alması lazım. Dünyanın merkez bankası olarak çalışan bir ülkenin, cari işlemler açığının olması hem doğal hem de büyük bir sorun değil. Türkiye'nin böyle bir konumu yok ki. Türkiye dış borçlanma ile cari işlemler açığını finanse ediyor. O dış borçlanma olanağı kuruduğu vakit de ekonomi durma noktasına geliyor.
Türkiye'nin cari açığı kapatma konusunda önüne koyduğu hedeflerden birisi de ihracat yapmak. Hatta bu noktada 2023 yılında 500 milyar dolar ihracat hedefleniyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyasi otorite siyasi bir propagandanın hedefi olarak bir takım hedefler ortaya koyabilir. Ama ekonomi idaresinin o hedefin içini doldurması ve arka planda bunun dengelerin nasıl oluşacağını çalışması gerekir. İhracatın 500 milyar dolar olması demek ya Türkiye'de hiç iç tüketim yapılmayacak ya da ne üretiyorsak yurt dışına satacağız demektir. Bir anlamda, bu durum Çin gibi çok ucuz işgücü ve bastırılmış bir iç tüketim yapılacak. İhracat yapmanın kendi başına bir anlamı yok ki. Nihayetinde kendi ürettiğiniz şeyi kendiniz değil bir başkası tüketiyor. Oradan gelen döviz yurt içinde tüketemediğiniz malları satın almak sağlıyorsa. Bu halkın refah seviyesine yansıyacaktır. Ama Türkiye'de böyle olacağı çok kuşkulu. Çünkü ihracata yönelimin arkasında çok yüksek bir ithalat var. İhracat ancak ithalatın artırılmasına bağlı. İthalatı artırdığınız oranda ihracat artıyor. Eğer bugünkü oranlar korunursa ihracatın ithalatı karşılama oranı yaklaşık yüzde 60-70 oranında olursa 500 milyar dolarlık ihracat yapan bir ülkede bu rakamlardan yola çıkarak 800 milyar dolarlık bir ithalat yapılacak demektir. Bu şu anlama gelir: Türkiye ekonomisi sanayisi olduğu gibi uluslararası piyasalarla çalışan, uluslararası sermayenin ekonomiyi domine ettiği ve insanların olanı biteni seyrettiği bir hale dönüşecek. Çok yüksek ihracata karşın çok yüksek ithalat yapılacak.