Gönül Soyoğul, çocuklar/gençler üzerine 98 kitap yazmış Muzaffer İzgü’nün, sayısız ödüle sahip ‘Zıkkımın Kökü’ kitabının Bursa Orhangazi Milli Eğitim Müdürlüğü’nce sakıncalı bulunmasından başlayıp Adana’daki yoksul çocukluğuna kadar iz sürdü…Ortaya duygulu, komik, bir o kadar da zehir/zıkkım bir söyleşi çıktı…

Öyle üretken, öyle dolu bir insan ki; 70 yıldır yazıyor... 24 oyun, 154 basılmış kitaba sahip... Çok sayıda ödülü, hakkında yapılmış yüksek lisans tezleri, sempozyumlar… Sanatı ile ilgili sayısız yazılar yazılmış biri… Bizden biri... Hayatımızda iyi ki var olan Muzaffer İzgü…
7'den 70'e herkesin hayatına girmiş İzgü'nün ismi, ne yazık ki geçtiğimiz günlerde 'sansür'le gündeme geldi.
12 Eylül'de 'Ekmek Parası' ve Türk Dil Kurumu Ödülü alan 'Dalımdaki Para' kitapları komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yasaklanan Muzaffer İzgü, aradan 30 yıl geçtikten sonra bir kez daha yasakla karşı karşıya kaldı.
26 baskı yapmış, 80 bin satmış, 1992'de Memduh Ün tarafından filme çekilmiş, yurt içi ve yurt dışında sayısız ödül almış 'Zıkkımın Kökü' kitabı, Bursa Orhangazi Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından 'tahrik edici' bulundu; gençlere, çocuklara okutulması yasaklandı.
Yıllarca yazdıklarını okumuş, kitaplarını çocuklarıma okumuş/okutmuş biri olarak, sadece onu değil, bir okur olarak kendimi de haksızlığa uğramış hissettim; yazılanlarla yetinmeyip kapısını çaldım. Yasaklarla başlayıp doğduğu yoksul eve, Adana'nın ilk gecekondusuna kadar iz sürdüm.
Aslında yaptığım soru sormaktan ziyade, arada sırada araya girmekti. Çünkü öyle dolu, öyle hoş sohbetti ki, söyleşi de kendiliğinden akıp gitti…



GÖNÜL SOYOÐUL: Biz sizi yazar olarak tanıdık ama sizin ilk mesleğiniz öğretmenlik. Ve çok sayıda çocuk/gençlik kitabı yazdınız. 98 çocuk kitabı olan bir eğitimci olarak, gençleri tahrik etmeyi nasıl başardınız hocam?
MUZAFFER İZGÜ: Aslında sansür haberini öğrenince gerçekten üzüldüm. Bu üzüntüm şuna dayanıyor: Türkiye'nin en çok okunan çocuk yazarıyım, gençlik yazarıyım... Geçen yıl kitaplarım 56 baskı yapmış. 56 baskı demek; 7, 8'nci baskıya gelmiş, 22, 23'e gelmiş vs... Şimdi çocuk kitapları 4 bin basar büyük kitapları 2 bin... Ortalama 3 bin desek; çarpın bunu 56'yla, bu denli çok okunan bir insanım. Benim özel bir yaşamım olmadı! Bir gün eşimi yanıma alayımda 'Haydi Karadeniz'e, Hollanda'ya gidelim' demedim. Hollanda'ya gittim ama hep bir işim, bir görevim vardı orada… Ya bir üniversite çağırmıştı ya bir okuma grubu... O görevleri yerine getirdikten sonra Türkiye'ye döndüm. Şimdi, halkı için çalışan, çocukları bu denli seven, gençleri bu denli seven bir insan…
SOYOÐUL: Özü eğitimci olan…
İZGÜ: Eveteğitimci olan… Benim kızım psikolog. Kızım okulu kazandığında 'Kızım senden bir ricam var. Ben de seninle okuyayım 4 yıl' dedim. 'Nasıl olacak baba' dedi. 'Kızım senin kitaplarını okuyacağım, diploma falan istemiyorum' dedim. Salt psikoloji öğreneyim diye… İnanır mısınız o 4 yılın sonunda öğretmen okulunda okuduğumuz pedagoji devede tüy kaldı! Kendini o konuda yetiştirmiş bir insanım. 26 yıl öğretmenlik yaptım. Benim eşim öğretmen. Bir gençlik romanında; genç mutlaka bir gün ergenlik çağına gelecek ve ergenlik çağının kendine özel bir takım duyguları olmayacak mı? Erkekse bir kızla tanıştığında, kızsa bir erkekle tanıştığında bunun duyguları hiç olmayacak mı? Ben sırtını edebiyata yaslayan bir insanım. Edebiyat kaygıları içerisinde bunları dile getiriyorum…
SOYOÐUL: Sonuçta pornografik bir yayın değil…
İZGÜ: Hayır, hayır asla! Ben bir otobüse binmeyi bile bir edebiyat kaygısıyla yazarım. Bütün bunlardan sonra işte 'Her genç ergenliğe başka türlü bakarmış, edermiş de aman okumaymış!' O kitap zaten çocuk kitabı da değil... Gençlik, ergenlik insanının okuyacağı bir kitap Zıkkımın Kökü... Zıkkımın Kökü'nde Kültür Bakanlığı'nın katkısı var. Altın Koza'da 5 ödülü var. En son ödülü, Fransa'nın en büyük ödüllerinden biri olan Gençlik Ödülü… Hindistan'da, Kanada'da, Japonya'da ödülü var. Yani bu denli sanata yaslanan bir şey... Ve o günden bugüne dek kitap baskılar yapıyor. Hiç kimseden bir şey gelmiyor. Gönülcüm o kurulda bir tane çocuk psikologu, bir tane çocuk psikiyatristi olsa, bir tane çocuk yazarı ya da bir tane de öğretmen olsa, bu dördü karar verseler, 'böyle' deseler başımın üstüne! Bir veli şikayet etmiş, 3 baş öğretmen bir araya gelmiş…


SOYOÐUL: Nedense hep böyle oluyor, bir veli şikayet ediyor. İki dünya klasiğinin de başına geldi biliyorsunuz.
İZGÜ: Size başka bir şey daha söyleyeyim. Adana Kitap Fuarı'na gittim. Adanalılar her gün en az 180 tane Zıkkımın Kökü'nü imzalattı, 'Evde var ama olsun, madem yasakladılar' diye. Giderken üzgündüm. 'Muzaffer İzgü'ye bu yapılmamalı' diyordum ama öyle bir gelişim var ki İzmir'e, mutlu oldum. Hatta bir kadın geldi, herkes sandı ki benimle kavga ediyor. 'Nasıl yasaklarlar' diye bağırıyor! 'Hanımefendi üzülmeyin' dedim. Bu halk beni 3 yıl okuttu. Ben bu borcu ödemiyorum hala Gönülcüm. Sırtımda o borç…
SOYOÐUL: 3 yıl okuttu derken…
İZGÜ: Yatılı okuttu, içirdi, çamaşır, ayakkabı aldı, hamama gönderdi beni. Ben bu borcu, halkın iyiliğini nasıl unuturum? Yoksa ben Adana'da şimdi 'boş-boş'çuydum!
SOYOÐUL: Oraya gelelim isterseniz. Zıkkımın Kökü kitabı da neredeyse birebir sizin yaşam öykünüz. Portakal kasalarından, kargılardan derme-çatma bir gecekonduda büyüdüğünüzü biliyoruz. Hatta evinizin, 'Adana'nın ilk gecekondusu' olduğunu.. Bu kadar yoksul, kitap alacak parası olmayan Muzaffer İzgü yazar olmaya nasıl karar verdi?
İZGÜ: Her şeyi çok iyi anımsıyorum. 5 yaşında falandım. Bir ev… Bizim ama kimsenin evine benzemiyor çerden çöpten yapılmış. Adana'da 'kargıdan yapılan evler' derler. Babam küçük iki pencere açmış, kapanmazdı. Yoksul adamcağız, gitmiş eskiciden de çıkıntı ikinci el çinko almış. Onu da dama çakmış. Bu ev! Yemek odası, yatak odası, oturma odası, konuk odası mutfak hatta banyo! Annem beni leğende yıkardı. Bir kova getirir, bir tas su döker 'Yandım anne!' diye fırlarım… İkinci tası döker, bu sefer 'dondum anne!' diye bağırırım. Bizim banyomuz yana-dona biterdi. Doğru-dürüst havlumuz bile yoktu. Annem eski fanilaları birbirine dikmiş havlu yapar onunla bizi kurular, 'Sıradaki gelsin' derdi.
SOYOÐUL: Kaç kardeştiniz?
İZGÜ: 5 kardeştik ve geceleri bardak gibi dizilir, yere yatardık. En başa babam yatardı. Masamız, sandalyemiz hiç bir şeyimiz yoktu. Yanına annem yatardı… İki ablam, iki de ağabeyim vardı. İnanır mısınız, bazen iki kişiye bir yorgan düşerdi. Dünyanın en tembel kedisi de bizim kediydi. Kim çok üşüyorsa, onu sırtına koyardı. Ne tembel bir kediydi o! Tekir evin bir bireyiydi ama… Çok değer verirdik, sofrada birlikte olurduk. Onun da iki kara zeytin hakkı vardı. Tekir oturur sofraya, ağzına alır kara zeytini, çekirdeğini suratımıza atardı.
SOYOÐUL: Zeytin mi yerdi? O da yoksulluğunuza uyum sağlamış galiba…
İZGÜ: Kavun, karpuz, maydanoz, ne bulursa yiyordu. Şubat ayında bizim evde yakacak biterdi. Yakacak dediğimde, babamın çok basit kömür tozlarından yaptığı kömür... O biterdi… Okuldan geliyorum, şemsiyem yok, paltom yok, ıslanıyorum… Nerede kurulanacağım? Nedim vardı. Nedim belki şimdi olsa özel okula giderdi. Durumları iyi... Durumu iyi olanların da evleri bize yakın... Babam sanki numunelik yapmış! Nedim beni evlerine götürürdü, orada kurulanır, ısınırdım. Bir gün 'Seni bugün götüremeyeceğim Muzaffer, ablamın nişanı var' dedi. 'Sana bir yer söyleyeyim bugün oraya git sen' dedi. Nedim tarif etti, çok da uzak değildi. Adana Halkevi Kütüphanesi, hiç unutmam! Kapıdan içeri girdim, sırılsıklam... Bir gözlüklü amca karşıladı beni, 'Sen havuza mı düştün oğlum' dedi. 'Yok' amca dedim. 'Sen niye geldin buraya?' dedi. 'Üstümü başımı kurutacağım, sonra da dersimi yapacağım' dedim. O güzel amca ceketimi çıkardı, sandalyeye geçirdi. Bana da bir yer gösterdi. Sandalyeyi de sobanın yanına çekti ve 'Otur çocuğum' dedi. Kocaman bir mendilim vardı. Onu çıkardım; saçlarımı, burnumu, çenemdeki yağmur sularını sildim. Bir ısındım bir ısındım... Bir çocuk düşünün ki; ikinci sınıfta o zaman, kulaklarının ucu kırmızı, parmaklarının ucu kırmızı... Sobayı nasıl seviyorum o anda... Isındıktan sonra dersimi de yaptım. Sonra bir baktım köşede bir abla çocuklara kitap veriyor. Sordum çocuğa 'Parayla mı?'… 'Yok' dedi 'ödünç'. 'İstesem bana da verir mi?' dedim ve 'evet' dedim. Çok yazara sorun ilk okuduğu kitabı bilmez... 'Ablacım bana da bir kitap verir misiniz?' dedim. Baktı, baktı ve 'Define Adası'nı uzattı. İlk okuduğum kitaptır o. Bir hoşuma gitti, bir hoşuma gitti... Aman ne macera! Dağlar, denizler, korsanlar falan… Kaçıncı sayfadayım bilmiyorum. Omzumu dürtüyor biri… 'Küçük! Küçük! Burayı kapatıyoruz…' Bir baktım akşam olmuş. 'Kitabı eve götürebilir miyiz?' dedim, izin vermediler. Görevli, 'Bak altına Muzaffer İzgü yazacağım, yarın gel oku' dedi. İkinci gün, günlük güneşlik... 15.10'da son zil çalardı bizim… Koşa koşa gittim oraya... Önce dersimi yaptım ardından ablaya gittim, kitabı aldım. İkinci günden sonra benim ikinci evim ya Adana Halkevi Kütüphanesi'ydi ya Ramazanoğlu Kütüphanesi... İnanın sokaklarda koşturmadım, top oynamadım, uçurtma uçurmadım, çelik çomak oynamadım… Okumayı seviyordum. Annem beni aradı mıydı gelirdi cama yakın otururdum. Üç kere cama vururdu.
2. sınıfla 5. sınıf bitene dek tahmin ediyorum 250-300'e yakın kitap okudum. Çoğunu anladım, çoğunu anlamadım. Çünkü çevirilerde gelmeye başladı 1942 yılından sonra... Okuyorum, anlamıyorum, o çevirileri daha sonra yine okumak zorunda kaldım. 1. sınıf öğretmenim anlamadı, 2. sınıf öğretmenim anlamadı, aynı öğretmen üçüncü sınıfta da okudu. Ben başladım yazılar yazmaya.

SOYOÐUL: İlk yazınız nerede yayınlandı?
İZGÜ: Şimdi 4. sınıfta bir öğretmen geldi. Yusuf Gülen, ışıklar içinde yatsın. Öyle bir öğretmen ki 20 dakika bize düş kurduruyor, 20 dakika da o düşü anlattırıyor... Bazen yazdırıyor. Sonradan dedi ki 'Çocuklar yetiştirdim sizi biraz. Yazın! Bugün konu serbest.' Ben kıvranıyorum. Ne yazsam ne yazsam? Bir baktım pencereden bir yaprak düşüyor. Ben bu yaprağı yazacağım işte dedim. Yaprak çok üzülüyor. Gövde anne, dal kardeşleri... 'Ben bir başıma kaldım. Ne yapacağım şimdi?' diyor aşağıya bakıyor… 'Ben bu dereye düşeceğim, duydum bu dereler ırmağa gidermiş, ırmakta denize gidermiş… Ben denize gideceğim. Denizde balıklar varmış, onlarla dans ederim, dalgalarla yarış ederim, özgürlüğe giderim' diyor. Tam bir sayfa yazdım. Adı da yaprak!
SOYOÐUL: Bugün bile hatırlıyorsunuz…
İZGÜ: Tabii çok iyi hatırlıyorum. Ders günü öğretmenim en üste benim kağıdımı koydu. '130 Muzaffer İzgü! Ne yazmışsın, ne yazmışsın böyle?' Ben utanıyorum, öğretmen 'Oku arkadaşlarına Muzaffer, temize çek bunu. Yarın okulun duvar gazetesine koyacağız' dedi. Ertesi gün öğretmenim bunu duvar gazetesine yapıştırdı. 'Öğretmenim bir ders saati izin verin' dedim 'Ne yapacaksın?' dedi. 'Yazıma bakacağım' dedim, izin verdi. Duvarın önüne bir gidişim var! Gidiyorum, geliyorum okuyan yok ama... Müdür odasına koştum. Maşallah müdür de 130 kilo! Yerinden kalkmıyor, 'Sonra okurum, sonra okurum' diyor. Yalvar-yakar indirdim. Gittim öğretmen odasına ne kadar öğretmen varsa 'Yazım çıktı okuyun' dedim. Hepsi indi de 4/B'nin öğretmeni inmedi, hala küsüm! Yolda görsem konuşmam şimdi onla… O bitti, sokağa çıktım, terzi çırağı, kasapçı, simitçi… 'Bak bunu ben yazdım' dedim hepsine… Dersi-mersi unuttum, eve koştum. Babacığım da gezgin satıcı Adana'da… O gün Adana sokaklarında ıspanak satmış. Bağırdım: Babacığım benim yazım çıktı! Babam 'Hangi gazetede oğlum' diye sordu, 'Duvarda baba' dedim. 'Ne duvarı oğlum' dedi, anlattım. 'Duvar gazetesi baba' dedim. Babam, 'Okulu kapatırlar, hemen koşa-koşa gidelim' dedi. Geldi canım babacığım! Yazıyı okudu, eğildi, iki bileğimi yakaladı puslu gözleriyle 'Sen yazar mı olacaksın Muzaffer?' dedi. 'Evet babacığım, ben yazar olacağım' dedim. Ve babama verdiğim sözü tuttum. O gün bugündür yazıyorum. İlk yazım da hiç yayınlanmadı. Bitişiğimizde Münevver Teyze vardı ben ikinci sınıftayken... Ne zaman postacı geçse açar camı 'Postacı evladım bana mektup var mı?' derdi. Postacı 'yok' derdi. Anneme Münevver Teyze'ye neden hiç mektup gelmediğini sordum, 'Onun kimi kimsesi yok' dedi. 'Okuma-yazmayı öğreneyim ben yazacağım' dedim. Şubat ayının sonu, nisanın başı, yazım inci gibi… Bir beyaz zarf, bir beyaz kağıt… Yazı dün gibi gözümün önünde… İlk yazım… 'Münevver Hanım… Bahar geldi, papatyalar açtı, gelincikler çıktı, köpekler havlıyor, kuşlar ötüyor , kediler mivaylıyor, eşekler anırıyor… Hepsi ellerinden öpüyor!' Bir kapışı var elimden o mektubu… Öptü, öptü, öptü… Ama en acı yanı şu: Öldüğünde koynunda bu mektup varmış, annem yazımdan tanımış... 'Sen mi yazdın?' dedi annem, 'ben yazdım' dedim. İlk yazım budur benim. O aranıp sorulmayan bir kadına o yaşta nasıl bir yaşama sevinciyle sıcaklığı aşılamışım. Basılanilk kitabım da ki bunu övünerek söylüyorum, bir çocuk kitabıdır… 'Uçan Eşek'... Ondan sonra büyük kitapları başladı işte.
SOYOÐUL: Yazarlığınız çocuk kitaplarıyla mı başladı?
İZGÜ: İlk kitap bu... Ama yetişkinlere Akbaba'da tefrika oluyordu, öyküler, romanlar orada… Kitaplaşan ilk 'Uçan Eşek'ti… Övünerek bunu söylüyorum.
SOYOÐUL: Sizin kitaplarınızda hep yoksulluk vardır. Genelde yoksul çocuklarının, yoksul gençlerin duyguları, onların özlemleri, mücadeleleri… Bunun nedeni kendi yaşadıklarınız, onların dünyasını daha iyi bildiğiniz için mi?
İZGÜ: İnanın biz aslında bir günden bir güne 'yoksuluz' demedik… Yoksullukla alay ederdik. Babam sanal pirzola yedirirdi bize... Sanki kolunun altında bir pirzola paketi varmış gibi gelirdi… 'Çocuklar hadi iki kilo pirzola aldım. Mangalı da yakmamışsınız. Söylemedim mi ben' der, biz mangalı yakarız, o 'yelpazeleyin' derdi. Babam sorardı, 'Kaç pirzola yiyeceksin Muzaffer?'… '3 olsun baba' derdim, 'Oğlum biberde koyayım mı, mis gibi kokar' derdi… Tam babam koyarken, bizim ağzımızın suyu akarken annem yumruk vururdu: Yeter tamam oyun bitti! Bu ne güzel yoksullukla alaydır.
SOYOÐUL: Mizah duygunuz babanızdan geliyor o zaman…
İZGÜ: Tabii tabii. Annem müthiş akılcı kararlar verirken, babam düşler içinde... İkimiz de hastayız, yatıyoruz bir gün… Bir dikildi! 'BB'yi bilmezsin' dedi. O zaman Bridgitte Bardot da yoktu. BB, besni üzümüymüş… Bersani pirinç olsaymış, annem ondan bize pilav yapsaymış, besni üzümünden de hoşaf yapsaymış... Düşünebiliyor musun babamın düşlerini? Düşler içinde yüzen bir insandı ve o düşler babamdan bana geçmiş. Ve biz hep yoksullukla hep alay ettik. Yani sızlanmadık… Ama çok küçük yaştan çalışmaya başladım. Yoksullukla hem alay ediyorum, hem çalış, üret, kazan…
Babam çok hastalanırdı… Ekmeği fırından ödünç alırdık… Bir gün fırına gittim, Ramazan Amca ekmekleri saydı, koyuyor torbama… Bana dedi ki 'Muzaffer baban iyi olmadı mı?'… 'Ekmek vermeyecek galiba' diye ödüm koptu! 'Yok iyileşmedi' dedim. Ertesi gün annem, 'umuttur' dedi, verdi torbayı 'git' dedi… Ben de 'Anne vermeyecek ekmek' dedim. Gittim, Ramazan Amca başladı, ekmekleri dolduruyor, bir sevindim… Bana 'Muzaffer fırında çalışır mısın?' dedi. 4. sınıfım daha… 'Ne yapacağım?' dedim. 'Hamur tartacaksın, senin işin o, çok kolay bir iş ama gece 3.30'da geleceksin' dedi… Anneme sordum, 'Ne yapalım' dedi, izin verdi. Sabah 7'de işim bitiyordu benim... Düşünün gece işçisi 4. sınıf çocuğu! Ama o torbada ekmeği eve götürmek, borcumuzun her gün silinmesi oradan… Yola çıkardım, köpeğimiz Akkuş götürürdü beni... Bir de bekçi beni tanırdı. Üzülürdü benim çocuk yaşta çalışmama… 'Ben arkadan geliyorum oğlum sen git' derdi. Sokağa çıkar çıkmaz, 'Allahım bu evlerde de çocuklar var hepsi uyuyor. Ben ne yaptım ki böyle' derdim… Kendi kendime konuşa-konuşa gider ama işe daldım mı hepsini unuturdum. Belki de yazdığım 'Ekmek parası' kitabının adı buradan geliyor. Çoğu kitabımın adını da eşim koyar.
SOYOÐUL: Sizin çocuklarla ilgili öykülerinize şöyle bir baktığımda… 'Atatürk'ü Gördüm serisi' göze çarpıyor. Atatürk sevgisini anlatıyorsunuz. 'Anneanne' serisinde aile değerlerini, kültürümüzü anlatıyorsunuz… Hayvanlarla ilgili kitaplarınız var. Mavi Kedi, Akrobat Kedicik, Kınalı Keklik gibi… Bir de Hayri Potur var, kahramanınız! Çok kitabınız çok kahramanınız var, biri de Hayri Potur. Niye yarattığınız bu kahramanı, nereden aklınıza geldi?
İZGÜ: Şimdi çocuklar Harry Potter okuyorlardı. Harry Potter aslında çocuk kitabı değil... Bir kere hacim olarak çok kalın kitaplar… Harry Potter'ı okudum ben, bir çocuk yazarı olarak onu okumak zorundaydım. Şiddet var, ırkçılık var… Yani çocuğa şiddeti ve ırkçılığı asla!
Ve bir de benim için en önemlisi tılsım, sihir var… Gidiyorum okullara, 'Çocuklar sihir diye bir şey var mı?' diye soruyorum, 'Yok yazar dede, ama Potter'ı çok seviyoruz' diyorlar. Acaba buradan hareketle 'Harry Potter'la alay edebilir miyim?' dedim. Bir de kahraman lazım buna... Harry'i Hayri yaptım. Potter'ı Potur yaptım. Çok seviyor çocuklar şimdi…Hayri Potur'un doğuşu bir tepkidir bende. Ben çocukların o kitapları okumasına biraz soğuk bakıyorum…
SOYOÐUL: Tabii ki kitaplarınızı okuyanlar gayet iyi biliyorlar ama yine de sorayım… Ne anlatmaya ne öğretmeye çalışıyorsunuz kitaplarla?
İZGÜ: Çocuklar için yazdığım kitaplarda ilke var. Bu ilke paylaşmayı öğretmek... Atatürk ilkelerine sahip çıkmak... Güçsüzden yana olmak... Emeğe saygı göstermek... Üretmek... Doğayı sevmek... Ve bir de en önemlisi insan sevgisini çocukların kafasına yerleştirmek. Bütün içtenliğimle söylüyorum… Üç ay kadar önce televizyonda gördüm, bir genç kediyi tutmuş sallıyor, fırlatıp atıyor! İnanın o çocuk 5 kitap okumuş olsaydı o kediyi atmazdı! Şiir, roman, öykü neyse... Şimdi okullardaki bütün şeyler derstir, bilgidir. Gerekli mi? Çok gerekli tabii... Ama duyguyu nereden alacak çocuk? Çocuk matematik dersinde, tarih, coğrafya dersinde duygulanır mı? Hayır. Onu duygulandıracak şey güzel sanatlardır. O da nedir? Resimdir, müziktir, edebiyattır. Çocuğa en yakın edebiyattır. Alır eline bir şiir, roman okur. Okuduktan sonra bir duygulanma başlar çocukta ve düş kurmaya başlar çocuk... Düşün arkasından da soru sorar çocuk. Kitap okuyan çocuk soru sormaya başlar. O artık düşünen bir çocuktur. O çocuk artık sürünün koyunu değil bir bireydir, okursa… Okumayan bir insansa bunların hiç birini bekleme! Duygu da yoktur, sormaz da sorgulamaz da... Ne oluyor o zaman? Ne denirse kabul ediyor, başını eğiyor, sorgulayan bir insan olmuyor. Onun için ben çocuklara, gençlere hem bunu bir yandan aşılıyorum hem de onlardan mutlaka çok kitap okumalarını istiyorum. Ben okumayan bir insanın düşünebileceğine asla inanmıyorum. Onun için çocuklar bol kitap okusunlar
SOYOÐUL: Sizin sakıncalı bulunmanız çok normal, siz tehlikelisiniz…
İZGÜ: İnanın 'o sakıncalı karar'dan sonra kitabımı ben üç kez daha okudum, psikolog kızım da üç kere okudu. İkimiz de birbirimize bir açıklama yapamadık, 'Nasıl böyle düşünebilirler?' diye... Açıkça söyleyeyim, bu bence tamamen kasıtlı!

SOYOÐUL: Siz bir yazınızda diyorsunuz ki; 'Gülmece topsuz tüfeksiz bir silahtır, vurdu mu devirir!' Sizin kitaplarınız bir silah o zaman!
İZGÜ: Kesinlikle, topsuz tüfeksiz bir silah! Ve gülmececi her zaman karşı olan insandır. Muhaliftir. Gülmececi diyorum çünkü ben mizah kelimesini kullanmıyorum. Mizah sözcüğü Arapça muzahtan gelir. Galat bir sözcüktür. Galat Türkçe'de bozulan sözlere denir. Ne bozulmuş bizde? Alma… Çok kaba demişiz, almayı elma yapmışız. Ana… Çok kaba demişiz anne yapmışız. Kardaştır aslı, kardeş demişiz. Muzah da çok kaba gelmiş, mizah yapmışız. Ben 'gülmece' derim, Aziz Nesin de derdi. Gülmece gerçekten topsuz tüfeksiz bir silahtır. Vurdu mu devirir! Ama gerçek gülmece…
SOYOÐUL: Günümüzdeki stand-upçıların mizah anlayışına dem vuruyorsunuz sanırım…

İZGÜ: Ben bir kez gittim. Kim olduğunu söylemeyeceğim. Kalabalık, dolu! Bilet 150 liraydı, verdim, gittim, izledim… O kişi kolunu oynatsa, millet 'Hahahihihi'… Sonra çaktım. Parayı çıkarıyor, oturan '5 lirası çıktı' diyor. Ayağını oynatıyor, yine 'Hahahihihi'… '10 lira daha çıktı' diyor… Arkasından kapının önüne çıktı mıydı, inan aklında hiçbir kalmıyor.
SOYOÐUL: Doğru o stand-uplardan çıkıldığından insan hiçbir şey hatırlamıyor… Sadece çok güldüğünü hatırlıyor. Demek parayı çıkarıyormuşuz…
İZGÜ: Evet çok gülüyor ama neye gülüyor, kime gülüyor? İşte gerçek gülmececiyi okurken insan, neye, kime, niçin güldüğünün ayırtına varır. Düşünür ondan sonra 'Niye bu böyle?' diye… Gerçek gülmececinin görevi budur. Eğer gülmececi karşıdakini etki yapmıyorsa, okuyan kişi benim gibi düşünmüyor veya başka bir düşünce çıkaramıyorsa o okuduklarından, ben görevimi yapmamışım demektir. Ben çocuk yapıtlarında da kullanırım gülmeceyi… Orada çok dikkatli olacaksınız. Gülmeceyi iyi serpiştireceksiniz. İyi serpiştirmezseniz çocuk 'Ay bu yazar çok komik?' der, komik olursunuz… Didaktik olmaktan nefret ederim. Ama mutlaka bir şeyler öğretirim. Okuyan çocuk artık okumadan önceki çocuk değildir. Mutlaka bir şeyler öğrenmiştir, ülkesi için, kendisi için, ailesi için… Annemiz bir yaprak sarma yapıyor, nasıl bir emektir o? O bir buçuk saatte yapar, biz 4 dakikada yeriz. O emeğe nasıl teşekkür edilmez? İşte ben emeği de öğretirim. Gülmecenin içinde emek de vardır.



SOYOÐUL: O kadar üretkensiniz ki. Hani sorarlar hep, 'Nasıl yazıyorsunuz, nerede yazıyorsunuz, daktiloyla mı yazıyorsunuz elle mi yazıyorsunuz?' diye… Sahi nasıl çıkıyor bu kitaplar?
İZGÜ: Ben her gün yürürüm. Yürürken düş kurarım. O kurduğum düşler aslında o öykünün veya romanın bir planıdır. 4 ayda bir çocuk kitabını yazamam ben... Benim için büyük kitabı yazmak da 7-8 ay sürer… Bir oyun da aynı süre kadar zaman alır… 2 buçuk, 3 yılda yazdığım roman vardır. Planımı yaparım, planı yaptıktan sonra eve gelir o planı kağıda dökerim… Çünkü yazmaya başladığınız anda eğer planınız yoksa, tekrar daldığınız düşler sizi başka yerlere götürür. Her şey benim elimde olacak öykünün sonucu bellidir, gelişmesi bellidir. Romanın kişileri bellidir, yeri bellidir. Önceden bir plan yapmadan asla yazmam… Günü gelip, her şey kıvamına oturdu mu; yeri, kahramanı vs, o andan sonra yazmak çok basit benim için… Oturduğum sehpa bile yeter… Daktilomu koyduğum zaman karşımdaki hiçbir şeyi görmem… Kendi dünyamda, romanımın kahramanıyla birlikte gezerim. Ama yazma bitince yaşam başlar. Yazı bitti mi daktilomun kapağını kaparım. 'Üzerimden büyük bir yük kalktı' demem asla… İçimden 'Ülkeme bir şey daha armağan ettim, insanlar bir şey daha kazandı' derim… Daha sonra yaşam başlar ve o öykü gider aklımdan… 5-6 gün, bazen bir hafta sonra tekrar okurum. Kızlarım okur ve arkasından eşim okur. Bir ekip işi gibi! Bir eleştirileri varsa söylerler bana, ben de orayı gözden geçiririm. Adlara gelince de… Kitaplarımın adlarının çoğunu eşim koyar. Mesela Zıkkımın Kökü… Eşim okudu o kitabı ve 'Muzaffer sen bu zehir zıkkım hayatı nasıl yaşamışsın? Bence adı Zıkkımın Kökü olsun' dedi… Nasıl sarıldım o an ona anlatamam.
SOYOÐUL: Eşinize olan sevginizi biliyorum. Hatta bu sohbet başlamadan önce 'Ona hala aşığım, gözüm başkasına görmüyor' dediniz. Eşiniz felçli olduğu için O'na bebek gibi baktığınız, hayatınızı O'na endekslediğinizi biliyorum. Bunca zaman sonra nasıl hala bu kadar aşık olabiliyorsunuz?

İZGÜ: Biz Diyarbakır Öğretmen Okulu'nda tanıştık. O yatılı değildi. Aramızda bir sınıf fark var. Çok sevdim eşimi… Ailesi çok moderndi, beni kabul ettiler. Biz okul bitince hemen evlendik. Şu anda 60 yıllık evliyim ben… Öğretmen bir oğlum var, iki torunum var ondan… İki kızım var, ikizler… Biri psikolog diğeri sosyolog… Ne mutluyum ki armut dibine düştü, sosyolog kızım yazar, çocuklar için yazıyor o da… Ben hayatımda en çok karımı sevdim. Çoluk, çocuk, torunlar dahil… Dünya bir yana eşim bir yana… 9 yıl değil 1000 yıl bakarım ben O'na! Her hastalığın umarı ilaçtan önce sevgidir. Eşim 9 yıldır hala yaşıyorsa inanın sevgi sayesinde… Benim çocukluğumda felç olan insanları bir kenara atarlardı, evet atarlardı, 'koyarlardı' da demiyorum. Nikah memurunun karşısına oturunca ne diyor? İyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta… Felçten kötü gün olur mu? En çok bu günlerde birbirimize gerekliyiz biz… Ben eşimin kişiliğine, dimdik ayakta durmasına güvendim, maaşına güvendim… Zira benim başıma çok iş geldi öğretmenlikte… Bana 'Ben evi geçindiririm Muzaffer, sen yaz' demişti… Bu büyük güç benim arkamdaydı… Bunların da ötesinde ikimizin de içinde çok büyük bir sevgi vardı. Sevgimiz hala ilk günler gibi… Bunu da bir yazarın ağzından duysunlar. Bizim halkımız karısını sevdiğini söylemez! Seviyorsan 'seviyorum' de! Bunu açık açık söyle! Ne var ki bunda?

SOYOÐUL: Söyledikleriniz günümüzde daha da anlam kazanıyor. Kadına şiddet o kadar arttık ki her gün ayrı bir yerde ayrı bir vahşet! Niye sizce? Bu durum bir gün bir yazınıza ya da öykünüze yansıyacak mı? Çünkü çocuklar da bu şiddeti görerek büyüyorlar…

İZGÜ: Bu konuda yavaş yavaş şekillenen bir roman planım var. Kadınlar ikinci sınıf vatandaş olarak kabul ediliyor. Ne diyorlar? Bir, iki, üç, dört hatta beş çocuk yapın! Ben oğluma ve torunuma baskı yapmadım, ama kızlarıma yaptım, 'Diploman olacak' dedim. As duvara, ister çalış ister çalışma! Kadınların ekonomik bağımsızlığı olsun istemiyorlar. Bu bağımsızlığı olmayan bir kadına istedikleri gibi şiddet uyguluyorlar. Kimi katlanıyor kimi katlanamıyor! Katlanamayan da kurşunu yiyor! Çok basit söylüyorum. Yoksa çok sayıda sosyolojik, psikolojik etken var, hatta dinin de etkisi var! Din şiddeti öngörüyor demek istemiyorum ama kadını edilgen kılıyor.

SOYOÐUL: Son yazdığınız kitap Ayıya Bak… Henüz okumadım, ne anlatıyorsunuz kitabınızda?
İZGÜ: Gülmececinin bir görevi vardır. Böyle dönemlerde daha da büyük görevler düşer gülmececiye… 'Hamdolsun açız', 'Anamı Da Aldım Geldim', 'Padişahım Çok Yaşa' ve bunların ardından gelen 4.kitabım da bu, Ayıya Bak… Günlük yaşamın içinde insanların yaşadıklarını anlatmaya çalışıyorum. Hangi yazar ki fildişi kuleye çekilmişse bitmiştir. Ben belediye otobüslerine binerim. Ben Cennetçeşme, Limontepe vs her tarafı gezerim. Eskiden motosikletle geziyordum, şimdi ailem izin vermiyor. Halkımın içindeyim. Bana bugün devlet sanatçılığı verseler elimin tersiyle iterim. Ben halkımın sanatçısıyım. Onların sıkıntıları, yaşadıkları, kararsızlıkları bir yazar olarak benim konumdur. Bir yazar olarak gülmece ve edebiyat süzgecinden geçirerek kitaplaştırıyorum.

SOYOÐUL: Nasıl bitiyor kitabınız?
İZGÜ: Son öykünün altına 'Gerçek ayıları tenzi ediyorum. Onları çok seviyorum' diyorum. Gerçekten ayıları ben çok severim. Çocukken ayı oynatırlardı, çok hoşuma giderdi. Kuşadası'nda Ayıcı Yaşar vardı. O'nun da ayısını elinden aldılar. Ayı da beni çok seviyor. Getirirdi bazen Yaşar bana, ayı tanıyor beni… Bir gün 'Kaynanam hasta Muzaffer Ağabey, İzmir'e gideceğim. Bu sende dursun' dedi. Erik ağacına bağladı ayıyı… Bal yoktu reçel verdim, suyunu verdim. Akşam oldu, başladı bağırmaya… Açtım ipini, 'Nereye gidersen git' dedim. Gitmedi… Girdi eve, televizyonun başına oturdu. Bir baktım, oturmuş güzelce, gevşemiş, Yalan Rüzgarı izliyor. Bu ayılar için uydurduğum çok sevimli bir öyküdür! Yaşar ayısı elinden alındıktan sonra gitti bir ufak ayı aldı. 'Alıştım Muzaffer Ağabey ne yapayım?' dedi. Ayı biraz büyüyünce, balkonda oturuyormuş. Site ayağa kalkmış, 'Ayı var, ayı var!' diye… Yaşar da kızmış, bağırmış, 'Hanginizin karısına kızına yan baktı, hanginizden borç para istedi, hangi gün içip içip hır çıkardı?' diye… O günden sonra herkes ayıyla sohbete başlamış. Bu gerçek ama!