Ferhan Şensoy ne güzel söylerdi, “Ütopyalar Güzeldir” diye.. Sonraları başkalarından da dinledik ama aklımızda hep 1984…
Aradan 40 yıl geçmiş… Aslında George Orwell’in 1984 adlı eseri ilk distopya romanı olarak kabul edilmez. Distopya edebiyatı, 1984'ten çok daha önce ortaya çıkmıştır. Örneğin, Yevgeni Zamyatin’in Biz’i.. (1920): Orwell’in 1984 yazarken ilham aldığı eserlerden biri olarak bilinir. Zamyatin’in romanı, totaliter bir rejim altındaki bireylerin yaşamını konu alır. H.G. Wells’in Zaman Makinesi (1895), Mary Shelley’in - Son İnsan’ı (1826): Distopik bir gelecek tasviri sunan, insanlık sonrası bir dünya hakkında yazılmış ilk eserler…
Hayatımız ütopyaların peşinde geçti, yaşadıklarımız distopya olduysa da…
21. Yüzyılın ilk çeyreğini tamamlarken “Ütopya”, kaynakların eşit dağıtıldığı, herkesin refaha eriştiği bir düzen fikri... Doğa, insanın ihtiyaçlarına uygun şekilde şekillendirilmiştir; teknoloji, hayatı kolaylaştıran bir araç, üretim ise herkesin çıkarına hizmet eden bir sistemdir. Ütopya, kaosun yerini düzenin aldığı, adaletin somut çıktılarla ölçülebildiği bir toplumsal kontrattır. İnsanlar arasında iş birliği ve rasyonel bir denge hüküm sürer bu ütopik dünyada.
Distopya ise kaynak kıtlığı, eşitsizlik ve baskının hâkim olduğu bir yapıdır. Teknoloji, bireyleri kontrol altına almak için bir silaha dönüşürken, üretim yalnızca güçlülerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere tasarlanmıştır. Doğa, tüketim hırsıyla tahrip edilmiş, insanın kendi eliyle yarattığı sorunlar zinciri bir çöküşe zemin hazırlamıştır. Distopya, düzenin yerini kaosa bıraktığı, çıkar çatışmalarının toplumu paramparça ettiği bir durumdur.
Ütopya, maddi imkanların kolektif faydaya hizmet ettiği bir modelin hayali; distopya ise bu imkanların bireysel güç ve kontrol için araçsallaştırıldığı bir kâbustur. Biri bollukla, diğeri kıtlıkla karakterize edilir; biri paylaşım, diğeri sömürü üzerine kurulur.
Romantik bir insan olsam ve öyle bakmak istesem meseleye…
Ütopya, aşkın ilk bakışta yaktığı o sıcak his gibidir; her şey mümkün görünür, gökyüzü maviye en güzel tonunu sunar, hayaller el uzatınca tutulacak kadar yakındır. Ütopya, kalbin en saf umutlarla çarptığı andır, hayatın bir masal kadar güzel yazılabileceğine inanırız. Her şey düzenlidir, her şey adildir; insanlar ellerinde sevgiyle birbirine dokunur. Bir hayal ülkesidir orası, kusursuzluğun şiir gibi aktığı, güzelliğin zamansız olduğu.
Distopya ise, umutların karanlık bir gölgeye dönüştüğü andır; sessizlik çığlıklarla doludur ve insanlar birbirine yabancılaşmıştır. Hayat, adeta karanlık bir romanın unutulmuş satırlarında yolunu kaybeder. Güzellik yerini hüzne, sevgi yerini korkuya bırakır.
Bu köşede her yıl olduğu gibi sözlüklerin seçtiği “yılın kelimeleri” üzerine kalem oynattım. Yılın son yazısına ise bu iki kelimeyi seçtim, ütopya ve distopya…
2024, modern dünyanın aynasında yankılanan, kimi zaman hüzünlü kimi zaman rahatsız edici yankılarla dolu bir yıl oldu. Yılın kelimeleri olarak anılan beyinsel çürüme, kalabalıklar arasındaki yalnızlık ve kutuplaşma, sadece bireylerin değil, toplumsal dinamiklerin de yansımasıydı.
Beyinsel çürüme, dijitalleşmenin ve bilgi bombardımanının sonuçlarından biri olarak hayatımıza sızdı. Teknoloji, bilgiye erişimi kolaylaştırırken, zihinsel yorgunluğu ve odaklanma kaybını da beraberinde getirdi. Her şeyin bir tık uzağında olduğu bir dünyada, düşüncelerimiz derinleşmek yerine yüzeyde kayboldu. Beynimiz, sonsuz bir veri akışında yorulurken, derin düşünce yeteneğimiz zayıfladı. İnsanoğlunun bilgiyle güçleneceği varsayılırken, zihinsel sağlığımız kırılgan hale geldi.
TDK’nın seçtiği “Kalabalıklar arasındaki yalnızlık”, metropollerdeki yaşamın sessiz çığlığı oldu. İnsanlar, devasa şehirlerde birbirine yakın ama ruhen uzak yaşarken, sosyal medya aracılığıyla bağlantılı gibi göründü. Ancak ekranlar, gerçek insan sıcaklığını asla veremedi. Sokaklarda ve meydanlarda yüz binlerce kişi yürüyordu ama kalplerde bir tür boşluk hissi vardı. Kalabalık içinde yalnız olmak, modern insanın trajedisini yeniden hatırlattı.
Ve kutuplaşma… Belki de 2024’ün en belirgin yüzü. Siyasetten sosyal medyaya, aile sohbetlerinden toplumsal dinamiklere kadar, her şey “biz” ve “onlar” arasında keskin sınırlarla bölündü. Ortak noktalar unutulup farklılıklar büyütüldü. Tartışmalar birer uzlaşı zemininden ziyade, birer savaş alanına dönüştü. İnsanlık, bölünmüşlükte bir arada yaşamayı öğrenmek zorunda kaldı.
Ancak tüm bu karamsarlığın ortasında, 2024’ün bize verdiği bir ders de vardı: İnsan, her şeyin çözüldüğü ve yeniden şekillendiği bu kaotik dönemde bile umut bulabilir. Beyinsel çürümeye karşı yeni yollar keşfetmek, yalnızlıkla başa çıkmak için samimi ilişkiler kurmak ve kutuplaşmayı aşarak ortak bir geleceğe adım atmak… Belki de seçilen kelimeler, bir uyarıdan çok, bir çağrıydı. İnsanlığın kendine dönüp, nerede yanlış yaptığını ve nasıl bir yol izleyebileceğini sorgulaması için bir davetti.
2024 biterken, bu kelimeler bize her ne kadar distopik bir hikâyeden fırlamış gibi görünse de, umut etmeye ve yeni bir hikâye yazmaya başlamamız gerektiğini hatırlatıyor. Gelecek yıl, bu yılın mirasını taşıyan ama daha iyisini arayan bir yıl olabilir. Her distopyanın içinde bir ütopya tohumunun gizlenmiş olabileceğini unutmamak gerek.
Bir de “Stucktopia” var. Onu da kısa süre içinde yazacağım.
Güle güle 2024