Her sabah uyandığımızda, bir başka kaosun parçası olmaya başlıyoruz. Doğru bildiğimiz değerlerin kaybolduğunu görüyoruz.  İnandığımız, güvendiğimiz, hayatı güzel kılan şeyler giderek azalıyor.  “Çivisi çıkmış bir coğrafya” dendiğinde, akla gelen sadece fiziksel mekânlar değil; aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ahlaki bir karmaşa da oluyor. Böyle bir ortamda yaşamak ne kadar zor olsa da, bu zorluğun içinde bir çıkış yolu aramak insani bir ihtiyaç. Başka türlüsünü beceremiyoruz.

Topraklarımız tarih boyunca büyük uygarlıklara ev sahipliği yaptı. Yazmalara doyamıyoruz. Ancak zamanla, ortak yaşam şekilleri yerini çatışmalara, anlayışsızlıklara ve ayrışmalara bıraktı. Köklü değerler, yerini kısa vadeli çıkar hesaplarına bırakırken, insanlar arasındaki dayanışma ruhu yavaş yavaş yok oldu. Günümüzde çoğu kez kültürel zenginliklerimiz bile birer ticari meta haline getirilirken, coğrafyamızda kendimizi adeta bir yabancı gibi hissetmek işten bile değil.

Toplumsal dokuyu sarsan en büyük sorunlardan biri adalet duygusunun kaybolması… Haksızlığı kanıksamak, çaresizliğe alışmak; bireylerin hem kendine hem de birbirine olan inancını yitirmesine neden oldu. Oysa adaletin temin edilmediği bir yerde, insanların geleceğe umutla bakabilmesi mümkün değil…

Doğaya baktığınızda, bütün bu bozulmuşluğun izlerini çok daha derin bir seviyede fark edersiniz. Bir zamanlar bereket fışkıran tarlalar, şimdi ya betona teslim olmuş ya da küresel ısınmanın etkisiyle çorak birer araziye dönmüş durumda. Denize dökülen atıklar, soluduğumuz havaya karışan zehirli gazlar ve kesilen ormanlarımız, bize doğanın da bu düzeni artık kaldıramadığını gösteriyor. Doğa, bütün bu çivisi çıkmış düzenin en büyük kurbanı haline gelmiş durumda.

Peki, bu coğrafyada yaşamak neden zor? Cevap aslında basit: Düzenin kaybolduğu yerde insanlar hem fiziksel hem de ruhsal olarak tükeniyor. Gündelik hayatın koşuşturması içinde insanlar kendi kıymetlerini unutuyor, birbirine yabancılaşıyor. Bütün bunlar, toplumsal bir depresyonu beraberinde getiriyor. Önce kişisel depresyonlar tabii ki…

Ama yine de umutsuz olmak, bu zorluğun en büyük tuzağıdır. Çünkü çivisi çıkmış bir coğrafyada da olsa, insanı ayakta tutan bir şey vardır: Değişim isteği ve dayanışma ruhu. Yeniden başlamak, değerleri ayağa kaldırmak ve hakiki bir yaşam inşa etmek için elimizde hâlâ bir şans var. Toprağa bir tohum eker gibi, topluma da yeniden sevgi, umut ve anlayış tohumları ekmek gerek. Bir de kendimize reva görmediğimiz bir şeyi başkasına da reva görmemek gerek. Aslında insanca yaşayabilmek için bu ülkede her şey var. Ve bunun yolu da o kadar kolay ki. Yeter ki isteyelim!

SORUMLULUKTAN YİNE KAÇMAYIN
Kartalkaya’da yaşanan trajedi, ülkemizde ihmalin ve sorumsuzluğun bir kez daha nelere mal olabileceğini gözler önüne serdi. Ölü sayısını tam olarak bilemesek de, her geçen gün bu facianın boyutlarının ne kadar büyük olduğunu görüyoruz.  Ancak ne yazık ki, böylesi acı olayların ardından hep aynı sahneyi izliyoruz: Sorumluluk sahibi olması gerekenler suskun, hesap sorulması gerekenler ortada yok.

Bir yanda göz göre göre gelen tehlikeye rağmen hiçbir önlem alınmaması, diğer yanda ortaya çıkan yıkımın ardından suçu başkalarına atma çabaları... Oysa insan hayatının bu kadar ucuz olmadığını hatırlatmak gerekiyor. Kartalkaya faciası ihmalin, denetimsizliğin ve plansızlığın doğrudan sonucu.

Yetkililer, olayın ardından hızlıca kameraların karşısına geçip “gereken yapılacak” demeyi başardılar. Ancak bu “gereken” yıllardır yapılmıyor. Felaketin hemen ardından başlayan soruşturmalar, verilen demeçler, yayınlanan genelgeler bir kez daha unutulacak mı? Hep aynı kısır döngü: Yaşanan acılar unutuluyor, sorumlular ortadan kayboluyor, alınması gereken önlemler ise bir sonraki trajediye kadar rafa kaldırılıyor.

İnsan eliyle yaratılmış bir felaketin sonuçlarını yaşıyoruz. İhmaller zinciri, denetim eksikliği, rant uğruna göz ardı edilen riskler ve uyarıları dinlemeyen karar vericiler... Bu noktada sormamız gereken önemli bir soru var: Bu facianın bedelini sadece hayatını kaybedenler mi ödedi, yoksa gerçek sorumlular hesap verecek mi?

Artık bu döngüyü kırmanın zamanı geldi. Sorumluluktan kaçmak, bir felaketi daha “canımız yanarak” izlemek istemiyoruz. Doğru politikalar, sağlam denetimler, etkili kriz yönetimi ve en önemlisi, insan hayatını merkeze koyan bir anlayış gerekiyor. Çünkü her kaybedilen can, telafisi mümkün olmayan bir yara. Ve bu yara, sadece ailelerin değil, toplumun tamamının üzerinde ağır bir yük bırakıyor.

Bu kez sorumluluktan kaçmayın. Yalnızca “gereken yapılacak” demekle yetinmeyin, gereğini gerçekten yapın. Çünkü kaybedilen her canın hesabı sorulmadığı sürece, bu topraklarda güven içinde yaşamanın mümkün olmayacağını hepimiz biliyoruz.