Tarih; 15 Mayıs 1919…

İzmir'in işgal edildiği gün…

Vatan santim santim parçalanıyor…

İstanbul, çoktan düşman çizmesi altında…

Padişah Vahdettin bitik…

Gazi Mustafa Kemal'i Yıldız Sarayı'na çağırtıyor…

'Paşa, paşa… Ülkeyi sen kurtarabilirsin…' diyor…

İşte; bi'tek bu cümle doğru…

Gerisi 'kuyruklu' yalan…

Yok, bir kese içinde 40 bin altın vermiş…

(Bi'kese 40.000 altını nasıl alır?)

Yok, Kur'ana el bastırıp yemin ettirmiş…

Yok, bunca taltiften sonra Gazi Paşa kendisine ihanet etmişmiş!

Falan, filan…

Bandırma Vapuru ile 'Kurtuluş Destanı' başlamadan önce…

Yıldız Sarayı'nda…

Baş başa neler yaşandığını…

(…Ki bu, vatan için ibretlik bir buluşmadadır…)

Bizzat, Gazi Mustafa Kemal Paşa…

Bir banka kasasında korunan el yazısı notlarında anlatıyor:

***

Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk… Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var… Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

'Paşa, Paşa… Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti) tarihe geçmiştir…'

O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım…

Dikkatle ve sükûnla dinliyordum:

'Bunları unutun…' dedi ve ekledi: 'Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir… Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin…'

Bu son sözlerinden hayrete düştüm… Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki, ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu... Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim… Kendisine basit cevaplar verdim:

'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim... Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz…'

Bunları söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum... Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim… Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur… Tek mesnedimiz İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır… Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir… Eğer onları memnun edebilirsem memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam, Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım… 'Merak buyurmayın efendimiz…' dedim ve devam ettim: 'Nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım…'

'Muvaffak ol…' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım… Naci Paşa, padişahın yaveri; fakat benim hocam, derhal benimle buluştu... Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu… 'Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası…' dedi… Kapağının üzerine Vahdettin'in imzası işlenmiş bir saatti… 'Peki, teşekkür ederim…' dedim…

***

Bu samimi anlatımdan şu çıkıyor…

Hilafet'in temel amacı vardı…

Atatürk'ün şiddetle arzu ettiği…

Dünyanın ulusal nitelikli ilk anti-emperyalist bağımsızlık hareketini anlamsızlaştırmak…

O'nun 'devrimci' yönünü baltalamak…

Vahdettin, 'Devlet'i kurtarabilirsin' derken…

Atatürk'ten şunu istiyordu aslında:

'Karadeniz'de, Pontus Rumları'nın yarattığı karışıklıkları önle… İngilizler'in o bölgeyi işgal etmesine yol açacak gelişmeleri engellemek için zemin oluştur…'

***

Kestirmeden gidersek…

Vahdettin'in, Devlet'in kurtuluşu için bulduğu yol…

İngilizlerin isteklerine uymak…

İngilizler'in merhametine sığınmaktı…

***

Vahdettin'in yayından ayrıldı…

Yıllar sonra şunu anlattı:

'Beni İstanbul'dan sürüp, uzaklaştırmak, isteyenlerin bana bu geniş yetkiyi nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz... Hemen söylemeliyim ki, onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak, vermediler… Yetkiye ilişkin yönergeyi de ben kendim yazdırdım…'

Ve devam eder:

'Ben 1919 senesi Mayıs'ın 19'unda Samsun'a çıktığım gün elimde, maddi hiçbir kuvvet yoktu… Yalnız büyük Türk Milleti'nin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran, yüksek ve manevi bir kuvvet vardı… İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk Milleti'ne güvenerek işe başladım…'

***

O geceyi…

Annesi Zübeyde Hanım ve kızkardeşi Makbule'nin…

Şişli'deki evinde geçirdi…

Anacığının yatak odasındaki yer sofrasında onlara şöyle veda etti:

'Anne, ben yarın Anadolu'ya gidiyorum… Selanik nasıl elden gittiyse buralar da öyle olabilir… Ben kurtarmaya çalışacağım… Fakat bu işte tehlike çoktur… Giderken gözüm arkada kalmasın… Bana hakkını helal et… Sen de bunları iyi dinle Makbuş… İşler fenaya dönerse sakın buradan ayrılmayın… Bütün paranızı harcayın… Ne olursa olsun yola çıkmayacaksınız… Başaramazsam zaten sizi öldürürler... O zaman elbet ben de ölmüş olurum…'

***

Atatürk, ertesi sabah 18 silah arkadaşını yanına alıp…

Bandırma Vapuru ile yola çıktı…

19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'a ayak bastı…

Yani…

100 yıl önce bugün!

Sonrası…

Taaaa, 24 Temmuz 1923 Lozan'ın imzalanmasına kadar süren…

Kanla yoğrulmuş…

Bir 'Kahramanlık Destanı'dır…

Ulu Önder'in…

Samsun'a ayak basışı ile başlayan Milli Mücadele'nin…

100'üncü yılıdır bugün…

Türk Ulusu için…

Müstesna bir Bayram'dır…

Ve, o bayramın…

Tam adı…

'Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı'dır…

Nice 100 yıllara…

Kutlu olsun…

Nokta…

Sonsöz: 'Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız da beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yola çıkanlar asla yorulmazlar... Türk gençliği, gayeye, idealizme durmadan ve yorulmadan yürüyecektir... Bütün ümidim gençliktedir… / Gazi Mustafa Kemal Atatürk…'