Bu başlığı atarak fitili ilk ateşleyen Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök olmuştu.
4 yıl önce DTP konvoyunun İzmir'de taşlanmasından sonra dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay'la yemek yerken İzmir konusunu açtığını yazan Özkök, Bakan Atalay'a söylediklerini şöyle ifade etmişti:
'Siz hep Güneydoğu Anadolu'nun bölünmesi endişesinden söz ediyorsunuz. Ama bu iş iyi yönetilmezse bir gün bir bakarsınız ki, Ege'den bölünme sinyalleri gelmeye başlamış.'
Bugün azımsanmayacak sayıda İzmirli'de, Egeli'de şu düşünce yerleşiyor:
'Güneydoğu olmasa biz çoktan Avrupa Birliği'ne girmiştik.'
Biliyorum çok katı, çok tehlikeli ve insafsız bir laf. Gerçek acıtıcıdır.
Yarın bir gün bu bölgelerde Kuzey İtalya tarzı ayrılıkçı fikirler yeşermeye başlarsa, kimse şaşırmasın.
O nedenle İzmir olayı üzerinde öyle 'faşist', 'ulusalcı' gibi basmakalıp klişelerle konuşmak yerine daha derin sosyolojik değerlendirmeler yapmalıyız. Orada bir sancı var ve bu sancıyı anlamazsak, yarın ülkenin başka bölgelerine de sirayet edebilir. Türkiye, güneydoğusunda bir 'Kürdistan' tehlikesini önlemek istiyorsa, batısında 'İzmirya' tehlikesine yol açacak duyguları da yönetmek zorundadır...'
*
Dört yıl önce Özkök'ün bahsettiği hassasiyet, çok farklı evrelerden geçti.
'Kürt yok/kart kurt var' bilgisinden bir anda 'Kürt sorunu'na geçip ciddi sendrom yaşayan Batı, bir yandan alt üst edilen cumhuriyet değerleri, diğer yandan onların yerine konulmaya çalışılan yeni projelerle…
Üstüne Erdoğan'ın zorunlu tuttuğu 'tarafını seç' direktifiyle bir türlü 'kendisi' gibi olamadı.
Oysa, İzmir'in kendisi…
İlklerin kentiydi, demokrasinin beşiğiydi, her yenilik eğer İzmir'de/Ege'de test edilip onaylanmışsa, Türkiye'nin de onayı alınmış bilinirdi. Binlerce yıllık tarihinin, kültürünün birikimi, geçip gitmiş medeniyetlerin izleri, bu kenti farklı şekillendirmişti. Amazonların ruhu, kadınlarının etine/kemiğine işlemişti, burası dişi kentti. Burada kadınlar da efe'ydi. Müslüman'ın, Yahudi'nin, Ermeni'nin, Rum'un çatışmasız bir arada yaşadığı, uzlaşma kültürüyle, yaşam modernitesiyle aslında Avrupa Birliği modeliydi..
Hepsi hala var ama 'hayata duruşunu AKP'ye bakarak yaptığı' için, bütün bu özelliklerinin üzerine bir tuğla daha koyamadı.
Kendini/kentinin özelliklerini korumaya yönelik direnişi, giderek huyuna yansıdı.
'Yeni' olarak ortaya konan her fikri ittirmeye başladı. Üstelik çoğu zaman tartışmadan, doğrudan… Ak'a karşı kara'yı, kara'ya karşı ak'ı savunmak (doğrusu diretmek) doğal reflekslerinden biri haline geldi.
İzmir'in siyasette, medyada, iş dünyasında, üniversitelerde, sivil toplum örgütlerinde parlayan isimlerine rastlanmaz oldu. Sadece kendini savunma üzerine kurulu bir strateji, savunmada evet başarılı oldu ama parlayan yıldızlarının yerini kayan yıldızlar aldı… İzmir adı, uzun süredir 'yeni'yle birlikte anılmadı. 'Yeni Türkiye'yi istememekte sonuna kadar haklı olan bu kent, bu arada yazık ki 'kendi yenisi'ni yaratamadı.
Her yanımızı, her birimizi 'sıradanlık' sardı; içine kapanmaktan boğuldu, yoruldu, sıkıldı… Tek bildiğimiz, 'karşı' kutuptan gelene 'karşı' durmak oldu.
İçim titreyerek sevdiğim bu kent… Her birimiz…
Sanki, üzeri toz kaplı, incecik ilmiklerle emek emek örülmüş, binlerce yıllık ve hala çok değerli ipek halılar gibiyiz. Sadece üzerimizdeki tozu/toprağı silkelememiz gerektiğini kabul edemiyoruz. Çırpa çırpa havalandırmakla, silkelenmekle yeniden pırıl pırıl, yeni olacağımızı göremiyoruz. .
Belki de her birimiz, gerçekle karşılaşmaktan duyduğumuz korkunun tutsağı haline geldiğimiz için, volta atmaktan gayrısını yap(a)mıyoruz.
Patolojik bir durum yoksa, ki yok; ne yüzme unutulur, ne bisiklete binme, ne yazma, ne okuma, ne bir müzik aleti çalma, ne yutma, ne çiğneme oysa…
Bizi biz, İzmir'i İzmir yapan değerler, o damar, hala içimizde bir yerlerde duruyor yani…
*
Yazmayı düşündüğüm konudan çok uzaklaştığımı düşünüyorsunuz şu an belki ama hayır, uzaklaşmadım. İçindeyim.
Kaç zamandır kafamda olan ama 'yazsam ne olacak, fikirler değil küfürler çarpışacak, saçma sapan yargılarla insanların kendileri tatmin ettiği zemine fırsat tanımış olacağım' diye kendime uyguladığım sansürü, yazarak kırma çabasındayım. Çünkü yok farz etmeye çalıştıklarımızın yok olmadığını görüyorum. Üstelik 'yok' farz ettiklerimizin bir gün karşımıza var olarak dikildiğinde nasıl bocalanıp nasıl hazırlıksız yakalanıp sendroma dönüştüğünü de.
Yerel yönetimlerde özerkliği doğrudan 'bölünme' olarak algılayıp doğrudan reddetmek, bunun sadece Kürt tarafına yarayacağını var saymak, ne kadar doğru?
Eğer bu yarın önümüze getirilirse, hangi düşünsel hazırlığımız var?
Kararda söz sahibi olabilmek için kapalı kapılar ardında fısıldaşmak dışında ne yapıyoruz? Kendi içimizde dahi tartışmaya cesaret edemediğimiz bir konuda, yarın ne yapabiliriz?
Asker diyenin darbeci, din diyenin ticani, Atatürk diyenin Kemalist, özerklik diyenin Kürtçü, bayrak diyenin militan milliyetçi ilan edildiği…
Grinin unutulduğu, renklerin tonlarının giderek yitirildiği bu ülkeye daha çok benzememek için, bu kentin zaten var olan tartışma kültürünü yükseltmemiz, küfürleşmeden, yaftalamadan, yuhalamadan konuşmamız gerekiyor.
Ertuğrul Özkök, bu fitili yaktığında, zaten bir ateş vardı.
Ucundan kıyısından konuşulması/yazılması ya da yazılıp konuşulmaması, bu fikrin söndüğünü göstermesin size.
Bakın, bugünkü gazetelerde Başbakan Davutoğlu ile Makedonya/Üsküp'e giderken sohbet eden gazetecilerin yazdıklarına. Milliyet'ten Serpil Çevikcan'ın kaleminden mesela. Gazeteciler soruyor:
Yerel yönetimleri güçlendirme konusundaki kararlılığımızı biliyorsunuz' dediniz. Önümüzdeki günlerde Yerel Yönetimler Özeklik Şartı'ndaki çekincenin kaldırılması gibi adımlar mı göreceğiz?
- Aslında biz yerel yönetimlerle ilgili Cumhurbaşkanımızın Başbakanlığı döneminde, 2004'te yönetimde reform bağlamında çok geniş bir çalışma yapmıştık. Bunlar dışarıdan empoze edilen şeyler değil. AK Parti'nin zaten benimsediği ilkeler. AB Özerklik Şartı'nın muhtevasına bakıldığında onlardan önemli bir kısmının yerine getirildiğini de görürsünüz. Bu konularda bir rezervimiz yok, oturur her şeyi konuşuruz. Ama, bunun ülke birliği bütünlüğü ve üniter devlet ilkesi kapsamında ilerlemesi önemli. Yoksa kavram fetişizmi içerisinde, kavramlara sembolik anlamlar yüklenerek bir çaba içine girilirse bu doğru değil. Türkiye o kadar geniş bir coğrafyada, o kadar farklılaşmış ekonomik ve sosyal kültürel yapıya sahip ki, yerel yönetimin düzenlemeleri büyük önem taşıyor. Her yerin şartlarına uygun düzenleme yapılması doğal hayatın bir gerçeği. Mesela o yere uygun binalar yapmak gibi. Ama buradan hareketle herhangi bir siyasal farklılığı kaşımaya yol açacak bir tavır düşünülemez.
Çözüm süreci meselesinde de üniter yapı vurgusu yaptınız.
- Zaten çözüm süreci içinde İmralı'dan ve diğer yerlerden yapılan açıklamaların hepsinin içinde bu husus vurgulandı. Eşit vatandaşlık ilkesi zedelendiğinde ve farklı yapılarda farklı vatandaşlık kimlikleri öne çıktığında nelerin olabileceğini çevremizden görüyoruz.
HDP'liler son dönemde özerklik kavramını çok gündeme getiriyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Onun için dedim; kavramların sembolik anlamları üzerine yoğunlaşmamak, somut olarak ne yapılması gerektiği hususunda ve bir bölgeyi değil, Türkiye'nin bütününü düşünerek politika geliştirmek gerekiyor. Son dönemde zaten HDP'den gelen açıklamalar da Türkiye'nin bütününe dönük politika geliştirecekleri işaretleri taşıyor. Bunlar güzel işaretler. Keşke Türkiye'nin bütünü ile ilgili söylem geliştirilip, bunun etrafında konuşulsa. Bir parti sadece bir bölgeye kendini hasretmesin. Bütün partiler için geçerli.'
*
Geçen Pazar, partisinin il kongresi için İzmir'e gelen HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş'la yaptığım röportajı okumadıysanız, lütfen bakın.
'Yerel yönetimlerde özerklik konusunda doğrudan 'İzmir ne olacak? İzmir'de yaşayan Kürtler ne olacak' diye sordum; sorular ve Demirtaş'ın yanıtı halen röportajlar bölümünde duruyor.
Evet, bu konuyu etraflıca tartışalım. İçimizden/dışımızdan saydırmadan, hakaretler yağdırmadan konuşalım. Avrupa'daki modellerini, neyin nasıl yapılabileceğini, nasıl uygulanabileceğini bilgilenerek araştıralım.
Yok sayınca, yok olmuyor hiçbir şey çünkü…