Günlerdir elim klavyeye gidip geliyor. Sonra duruyor. Bir ışık, bir umut arıyor sözler. Hicranlı kelimeler yerine, kalbi sımsıcak saracak, içimizde ümitleri/hayalleri uyandıracak kanatlı cümleler. Kendimden de bilirim çünkü; -ne hikmetse- en çok da yılın bu zamanı ihtiyacımız var gelen yılın bize ağır yükler değil de yüklerimizi atabileceğimiz, hafifleyebileceğimiz bir yıl olacağına dair umutlara… Lakin ne içimde yaşattıklarımı dökebildim satırlara, ne içimi açabildim size. Zaferler de yenilgiler de insan ölüleri üzerinden geçerken, şairin dediği gibi

'Yurdum kadar yaralıyım
Ne eksik ne fazla…'

Heybemden taşanlar baktım ki ağarmıyor, ağaracağı da yok, vazgeçtim.

Ne zamandır durup durup okuduğum sitemkar, isyankar satırların içime işleyen kalemine… Edebiyata sığındım yine.

Siz hep sağolun, varolun sevgili okur, yarayı yüreğinizden almayacağınız bir yıl dilerim size…

*

'Balkon iplerine özensizce serilmiş çamaşırların geceye sarkan kolları ve bacakları gibi hayatın içinde, şekilsizleşerek ve bunu özümseyerek salınıyoruz. Şimdilik, bir kedinin mırıltısıdır ancak var oluşumuz. Sevmeyen duymaz.

Üstelik bir kap su da yok kapı önlerinde. Kıyafetlerin içini dolduran fakat biçim vermeyen boşluk gibi varlığımız inkar edilmiş, gerçeğimiz susuz. Bir geçtiğimiz yol bizden haberdar. Belki biraz da bastığımız çimen, içtiğimiz sigara, bağıra çağıra duvarlarına ömür işlediğimiz ev. Ona da tenezzülümüz, tahammülümüz yok ya, yalnızca egomuzun ceplerine ellerimizi sığdırıyoruz olduğu kadar.

Önceleri şiire benzeyebilmiş her şey; mesela kuş cıvıltısı, deniz kenarı, vapur sesi, simit kokusu, süt kesiği, entari dokusu, cep saati, ellilerden kalma arabanın kaldırdığı toz, saklanmış bir mektup, dantelden, kelebek, tokanın üçte birini kapladığı fotoğraf karesi ve sayamadığım daha nicesi artık yalnızca laf-ı güzaf. Doymak için yiyen, beğenilmek için giyen, kuralları koyanların sakallarına tutuna tutuna onlara benzemiş birçok adam ve kadın ve çocuk… Yani biz…

Kaldırım taşlarını saymaya, çizgilere basmadan yürümeye dahi vakti olmayan, bir martıya simit yediren canım ülkemin bir bebek gibi kundağında, ana kucağında tutsak edilmiş çaresizliğiyle biz… Aynada gördüğü suretin arkasındakinden habersiz… Ruhun varlığına inanan ama onu asla tanımaya yeltenememiş ve samimiyetsiz… Su, bitki örtüsü, hayvanlar ve biz… Suç hep başkasının, zalim daima galip; atmosfer, makyajı akmış kadın gibi hıçkırmakta ve penguenler hali hazırda kimsesiz.

Her şey bir kenara, durup durup aşkı bulamayışımızdan şikayetçiyiz. Aşkın yoluna yalın ayak basamayışımızda gizliydi sebebi, bilememişiz. Bir yere ait olmaktan korkmamızdandı ağaç altlarında öpüşemeyişimiz. Düğmeyi iliklemenin kaybettirdiği saniyenin hesabına sıkışıp kalmış, donan videoların öfkesinin düğüm olduğu boğazlarımızla biz…

Bir insanın sevebilmenin, o insana bakmayı öğrenmekle olduğunu büsbütün unutmuş… Göz ucuyla, tamamen yabancı, komşu evin camını dikizler gibi suçlu, ürkek ve çaresiz.

Ne zamandır günahmış birbirimizi sevmemiz?

Kitaplar yakılır, evler basılır, insanlar ölür, acılar unutulur yine de. Peki ya imdat çekicini göğsümüze vura vura, insanı ayakta tutan yegane can simidini hangi açıklıkla ve şehvetle bu kadar umarsız kemirmişiz?

Bir bağlaç da ayırabilir işte sen ve beni. Gereksiz her şeyle dopdolu fakat yalnızlığın yankılanacağı denli boş benliklerimizle, bizi 'biz' olmaktan alıkoyan kelimeleri kaç kat kumaşla düğüm edip niçin tavan arasına gizlemişiz?

Ülkesini dahi sevememiş adamların ahkam kestiği şehirlerde, evine ait olamamış, boşlukta sallanan cesetleriyle daima adımıza konuşan adamlarla aynı şehirlerde, kadını sevmemiş babaların, adamını tanıyamamış kadınların, fikrini diyememiş çocuklarıyla aynı parkta, aynı yolda, aynı şehirlerde, biz… Bahçesiz evlerin betonuna büyümüş neslin, yalnızlığa aşikar oğlanları-kızları… Aşkı acı sanan ve aslında her şeyi acı sanan çocuklardan biri-bir kaçı yahut hepsiyiz. Hissedebildikleri yegane dürtüsü bu olan çocuklar… Yalnızlar acıyan yanları sağlam bırakılmış çocuklar… Oysa biliriz azabın azb kökünden geldiğini. Taktik elbet ateşin değdiği etin lezzetini. Lakin sevdayı jiletten yalamaya bu denli alışmamıştık hiç.

Kendini yetiştirememiş adamların oral besleyip büyüttüğü evlatların, mental açlıktan kokan ruhlarına dolgu gibi kanunlar, kanun koruyan adamlar, camlar, paravanlar, paraleller ve bilmediğimiz kafaların doğurduğu evrenler, öfkesinden sarkıtlar, dikitler yayan liderler arasında bağdaş kurup boşluğa anlam biçen, biz.

Bu şiiri anlamaktan yoksun, bir mısraya ağlamaktan yoksun, paranın ve paraya yakışan marka ceketlerin astarlarına ömür terleyen, koca göğün bir sözcüğe sığdığı dilin göbeğinde kaşınan ama bir türlü manasından soyunamayan biz. Çırılçıplak öyle güpegündüz, olduğumuz haliyle düzeltmesiz, insan olduğumuzun ayırdını hangi köşe başında düşürüp de almaya üşenmişiz?

Ölümü basit bir duvar yazısı gibi görmeden geçip gidişimiz, bir çocuğun yasında demlediğimiz gözyaşı ve ardında pas tutan öfkemizle, biz. Olmayacak bu iş diyerek pes etmeyi kimden öğrenmişiz?

Nasıl düştüyse insanlığımız ruhun uçurumundan içeri, kaldırım taşlarının arasına büyümüş bir çiçek gibi inatla, yerdeki bir ekmeği öpüp kaldırır gibi inançla, sevgiliye değen diken için güle kin gütmeyen anlayışla ve kalbinin nerede olduğunu hatırlatan sevgiyle, onu tutup kaldırmasını da illa ki biliriz.

Sevdanın yaralamaktan çok beslediğini, siyasetin öldürmekten çok yaşattığını, öfkenin yıpratmaktan çok kuvvetlendirdiğini öğreneceğiz. Belki büyüye büyüye ölecek, belki öle öle büyüyecek ama en sonunda birbirimizi yaşatmak için yaşamanın manasına varacağız. Bir bıçağın can almaktan çok ekmek kestiğini, hidrojenin bir şehri yakabilecekken su olabildiğini, en kötü, en cahil, en kindar olanın dahi sevgiyle düzelebileceğini anladığımız gün değişeceğiz.

Hani diyordu ya Süreya; 'Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek…' Öyle ya, dünyayı bu hale şiir okumayanlar getirdi arkadaşım. Sen oku, sen inan, hepsi geçecek.'

(Nur Neşe Şahin - Biz'siz Onlar/Masa Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, 1. Sayı)