'2017 yılından neler beklemelisin' diye soran face anketine tıklayıp cevaben 'aşk, para, arkadaşlar ve hayat' başlıklarında açılmış yüreğe su serpen laflardan sonra 'Gönül, 2017 yılı kesinlikle çok güzel bir yıl olacak. Çünkü çok mutlu olacaksın' sonucuyla karşılaşmasam da...
'Mutluluk Fetişizmi' başlıklı yazıyı okuduğumdan beri…
'Bu aralar mutsuz, depresif, kötü hisseden kişiler değil de her şeye ve herkese rağmen sürekli mutlu hissedenler ya da sürekli mutlu hissetmek isteyenler psikologları bir ziyaret etse yeridir. Öncelikle en baştan söyleyeyim kimsenin mutluluğunda gözüm yok. Fakat bir ruh sağlığı çalışanı olarak mutluluğun fetiş bir kavram haline getirilmesi, özellikle son yıllarda artan bu mutluluk düşkünlüğü oldukça ilgimi çekiyor' cümleleriyle başlayan (Tuğçe Isıyel/Bianet) mutluluk üzerine yazıyorum kafamda.
Kimi zaman
'Keşke çocukken fazla mutlu olmayıp
Birazını da bu zamanlara saklasaydım.
Lazım oluyor bu günlerde' dizeleri düşüyor aklıma…
Kimi zaman, 'Biz, anneannelerimizden daha az mutluyuz. Çünkü anneannelerimiz bizim kadar çok mutluluk istemiyordu. Mutluluğu bu kadar çok istemiyordu' diyen bir dostun satırları.
Ve bir roman sayfası.

'Mardinli çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Bana bir gün İlyas-ı Habır isimli bir Mardinlinin hikayesini anlatmıştı.
İlyas'ın Roma'da bir restoranda çalışan akrabaları varmış. Onlara ziyarete gitmiş. Akrabaları her gün çalışmaya gidince o da sokağa çıkıyor, Roma'da bilmediği yollarda dolaşıp duruyormuş. Bir gün yolu park gibi nefis bir yere düşmüş. Orada çiçekler, ağaçlar, göller arasında gezmeye başlayınca gözüne birtakım mezarlar çarpmış.
Mezarlar birer mutluluk tablosu gibi mermer heykellerle, binbir renkli çiçekle süslüymüş. Ama mermerlerin üzerindeki yazıları görünce çok şaşırmış. Çünkü kiminin üzerinde 21 gün, kiminin 34 gün, kiminin 17 gün yaşadıkları yazılıymış. O dili bilmese de mezar taşlarının üzerindeki sayıların bunu gösterdiğini anlamış. Mezarların boyları da bebek mezarı olamayacak kadar uzunmuş. Hayret etmiş, bir anlam verememiş, İtalyancası olmadığı için parkın bekçisine de soramamış.
Evde akrabalarına anlatmış, izin gününde beraber o parka gidip bu işin sırrını çözmelerini rica etmiş.
Bir tatil günü hep beraber gitmişler, parkta bekçiyi bulmuşlar, ona mezarlarda yazılı günlerin sırrını sormuşlar. Bekçi, 'Burası özel bir mezarlıktır' demiş. 'Buraya gömülen insanlar mezar taşlarının üstüne gerçek yaşlarını değil, hayatta mutlu oldukları günleri yazarlar. Kimi 21 gün mutlu olmuş, kimi 37 gün. 52'yi geçen çıkmadı daha.'
Bekçiye teşekkür edip ayrılmışlar. İlyas bir süre sonra Mardin'e dönmüş. Uzun bir ömür sürmüş, sonra bir gün hastalanmış. Ölüm döşeğinde oğullarını başına toplamış ve demiş ki:
'Size bir vasiyetim var. Mezar taşıma aynen şöyle yazacaksınız. İlyas-ı Habır bitti/Anasından doğru kabre gitti.' (Serenad/Zülfü Livaneli)

Gün görmemiş, hayatta bir gün bile mutlu olamamış bu adamcağızın hikayesindeki gibi 'kahır' yüklü bir hayat değilse de uzun süredir 'anlık gülümsemeler' dışında niçin bu kadar mutsuz hissettiğimi(zi) sorguluyorum gönlümde.
Toplumsal çıkarlar da dahil olmak üzere her şeyin üzerinde bir şey olduğu –din, millet, devlet, toplumsal mücadele, sınıf çatışması, sınıfların/sömürgelerin özgürleşmesi- düşüncesiyle yaşanmış bir hayatta… Yani, her şeyin üzerinde yer alan bir değerin olduğu… Her zaman için 'iyi'nin ve 'kötü'nün bir tanımı; toplumsal'ın üzerinde olan ve toplumsala hükmeden bir ölçüt varken, inanılacak bir şeyler bulurken… Şimdi bunların ortadan kalkması, toplumun bütün mutlak değerlerinin buharlaşması mı acaba sebebi? İçimdeki boşluğun/hiçliğin/kaygının/mutsuzluğun… diye soruyorum içime.
Bazen de dostun o saptamasını… Anneannelerimiz gerçekten bizden mutlu muydu?
Bizim kadar çok 'son' görmediklerinden, bizim kadar yeniden başlamak zorunda kalmadıklarından… Her son, yas demekse, neredeyse aralıksız yas tutulan zamanlara denk geldiğimizden… Kaybedilen her canın, her değerin, her şeyin yasıyla dolu olduğumuzdan mı... Onların yok'ları ile bizim ya bulup kaybettiğimiz ya da hiç bulamadığımız yoksunluklarımız arasında dağ kadar fark olduğundan mı?

İşlerin hep biraz daha kötü gitmesine, bu yüzden boynuna, beline o tanıdık ağrıların girmesine, hep sıkıntılı olmaya alışmaya çalışsam da… 'Haydi eller havaya' formunda bir hayat beklentim olmasa da… Sürekli mutluluğun mümkün olmadığını, olsaydı onun da sıkıcı olacağını düşünsem de… Hiçbir şey düşünmeden duramamak.. Gergin, tatsız, bezgin olmak fena, çok fena…
Yaşamak, her şeye rağmen güzel de…
İlhan Berk'in dediği gibi
'Belki bir gün lazım olur diye; kıyıya köşeye biraz mutluluk saklasaydık' keşke…