'İki keşiş odun toplamak için ormana gider. Nehir kıyısında bir kadının karşıya geçmek için çabaladığını ama başaramadığını görürler. Keşişlik kuralları malum, bir kadına yaklaşmak, hele ki dokunmak kesinlikle yasak… Fakat keşişlerden biri gidip kadını kucaklayarak karşıya geçirir. Sonra iki keşiş yollarına devam eder. Bir süre sonra diğer keşiş öbürüne sorar:

'Bir kadına dokunmak yasak. O kadını nasıl kucağına alabildin?'

Öbür keşiş şöyle yanıtlar:

'Ben o kadını karşı kıyıya götürdüm ve orada bıraktım. Sense tüm orman boyunca aklında taşıdın.'

Yazıdan ayrı kalmanın, yazmamanın yazmaktan daha iyi geleceğini sanmanın da bir bedeli olduğunu hissedip nedeni üzerine düşünürken, bir dergi sayfasında karşılaştığım bu keşiş öyküsünde rastladım cevabıma.

Yazmadığım her günü aklımda taşıyorum, menzile bir türlü ulaştıramadığım taş taşır gibi.

Kendi gurbetimi yaratır gibi.

Aklımdan geçen cümleleri durmadan çöpe atar gibi, 'hiç'lerle yoruluyorum.

Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi geliyor da. Yazarken de mutlu değilim fenası. 'anormalin normal olduğu' bir gündemde, yazdıklarım için değil 'yazamadıklarım için' acı çekiyorum bu kez. Sonuçta her kez. Gitgide daha çok susuyorum.

Şimdi yazarken kendimi de gülümseten bu nevrotiklikten kurtulmanın yolu, belki de bir baykuş olmak/olabilmekte saklı. Düşünsenize, ani hareketleri yok. İçgüdüleriyle hareket ediyor. Sürünün bir parçası değil. Sağlam bir duruşu var. Sanki her daim etrafını gözlemliyor ve bir süzgeçten geçiriyor. Başını 270 derece çevirebiliyor, böylelikle bakış açısı çok geniş. Asla kavgacı, saldırgan değil. İyimser. Sadece zararlılarla besleniyor. Mavi (ki en sevdiğim) rengi gören tek kuş türü ve Yunan Mitolojisine göre, bilge.

Çoğu kuş ve hayvana göre görüşleri daha açık olduğu için bizim ve diğer canlıların göremediği birçok enerjiyi tespit edip tehlikeli olanları yani ölüm enerjilerini haber verdikleri için kimi topraklarda uğursuz olarak addedilseler de, bunun bir şeytanlık değil bir bilgelik simgesi olduğuna inananlar da az değil. Hiçbir canlıyı uğursuzlukla özdeşleştirmek gibi bir yapım olmadığından, ben de bilgelikten yana kullanıyorum oyumu, Mısır alfabesinde 'M' harfinin simgesi, Kızılderi kültüründe, bilgelik, algı, ayırt etme ve hileyi anlama özelliklerinin öğreticisi olarak düşünülen baykuşu. Bilgelik ne haddime, 'bayankuş' olma yolunda çabalasam kafi…

Dervişe sormuşlar hani, 'En zor olan nedir?'

'Sözdür' demiş; 'Anlatması da zor, anlaması da.' O misal…

Yolculuk ki yola çıkanla illa ki helalleşilir, yoldur başına ne geleceği belli olmaz, gidip de dönmemek, dönüp de bulmamak var diye. Hele bizim ülkedeki yazı yolculuğu? Ne güzel anlatmıştı bir arkadaş benim yolculuk dediğimi.

'…Mevcut koşullar altında, iktidarın görüşlerini paylaşmayan tüm yayın organları müthiş bir baskı altında, gazeteci arkadaşlarımız tutuklu, tekseslilik almış başını gidiyor. O kadar ki, ekonomi haberleri ve yorumları bile sansür veya otosansür altında, 'ekonomi kötüye gidiyor' demek veya demeye getirmek bile cesaret işi. Ana akım medya çoktan bu kısıtları içselleştirmiş vaziyette. Varsa trafik kazası, komşu kavgası haberi, yoksa kar muhabbeti. Her şey tersine dönmüş vaziyette, sanki terör olayı 'doğal afet', kar yağması yoruma muhtaç bir fevkaladelik!'

Dolayısıyla uçaktan/trenden/otobüsten inip 'Bana sağır olanlara, dilsizim bundan sonra(*)' da diyebilirsiniz…'Fenalığı kabul etmemek lazım. Haksızlığı her kabul ediş, daha büyüğünü doğuruyor' (**)da… Ya da benim gibi bir gidersiniz, bir mola verirsiniz.

Uzunca bir ara. Upuzun bir suskunluk sonra.

**

Sordum içime, 'yazmadığım sürede en çok hangisi acıttı canımı, çok gücüme gitti' diye. Liste uzun, kapkara elbet de yarım saniyede aklıma ilk düşen Reina saldırısı, yeni yıl umutlarımızın daha aynı gün tuz buz oluşu, piyango listesi yerine ölülerin yaralıların isimlerini arayışımız oldu.

Üniversitelerden atılan, Fetö'cülerin isimlerinin arasına karıştırılmış 'barış akademisyenleri' listesi? Kalp çarpıntısıyla baktığım upuzun listede aralarında ismini duyduklarım da vardı, ilk kez işittiklerim de. Bir de 'sosyal psikoloji' denilince Ege'de akla ilk gelen isimlerden, röportaj yaptığım, o söyleşide barış için çırpındığını gözlerinde, akan gözyaşlarında gördüğüm Prof. Dr. Melek Göregenli hoca. Bir öğrencisine anlatır gibi yanıtlarken sorularımı, 'Onca güçlülüğü, bu zarafetin/ kırılganlığın içine nasıl hapsetmiş' diye beni düşündürten, şaşırtan kadın.

30 yıllık emeğinden/birikiminden…Bahsederken gözlerini ışıldatan öğrencilerinden koparılmış, tıpkı diğer meslektaşları gibi odasını toplamasına dahi izin verilmeden kapı önüne konmuş, buna rağmen öğrencilerine hala nasihatlerde bulunan, moral bozmamalarını öğütleyen 'bir gün elbet buluşacağız' diyen Melek Hoca.

12 Eylül döneminde diktanın 'solcu' oldukları için üniversitelerden 1402'yle gönderdiği hepsi birbirinden değerli hocaların yaşadıkları acıyı, tıpkı bugün gibi çok az medya desteği görmelerine rağmen nasıl ayakta kaldıklarını… açıktan ya da sessizce uzanan dayanışmacı ellerle mesleklerini/yaşamlarını nasıl idame ettirdiklerini… Sonrasında da haklarının birer birer nasıl teslim edildiğini görmüş/o günleri yaşamış biri olarak, 'delse de bunlar da geçecek elbet' demiştim az sayıdaki medyada yer bulan, sosyal medyada paylaşılan açıklamalarını okurken.

Şunun şurasında madem dertleşiyoruz; bizimle kat'a ilgisi/alakası olmasa da aklıma düşmüştü o günlerde, şimdi anlatayım.

Hitler'in desteğini alarak 1975 yılına kadar iktidarda kalan General Franco döneminde, (ki yarım milyondan fazla insanın öldüğü/yaralandığı, sonrasında da bir milyondan fazla insanın sürgün edildiği yıllarda) akademisyen Miguel de Unamuno'nun rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi'nde de örgütlenmeye çalışan ve tacizlerde bulunan milliyetçiler 12 Eylül 1936'da rektörün de iznini almadan 'Irk Şenliği' düzenler. Unamuno'un da bulunduğu mekanda Franco taraftarları falanjistler şov yaparken kürsüye Francocu General MillanAstray çıkar.

General Astray, iç ve dış tehlikelerden bahsedip aydınlara hakaret ettikten sonra bolca faşizm övgüsü yaparken konuşması 'Viva la muerta!' (Yaşasın ölüm!) nidaları ile sonlanır. Bunun üzerine kürsüye çıkan rektör Unamuno, faşistlerin tüm müdahalelerine rağmen şunları söyler:

'Neler söyleyeceğimi merak ediyorsunuz. Öte yandan, beni çok iyi tanıyorsunuz. Böyle bir dönemde susamam. Susmak, yalan söylemek olur. Çünkü susmak, boyun eğmektir. Az önce burada ölüsevicilerin anlamsız çığlığını duydum, 'yaşasın ölüm' diye bir slogan atıldı…

Bunu söyleyen General Millan Astray bir sakattır. Cervantes de öyleydi. Fakat General Astray, Cervantes gibi büyük bir adam olmadığı için, amacı bütün İspanya'yı da sakatlamak, kendine benzetmek!

Siz kazanacaksınız, çünkü kaba kuvvet sizin elinizde…

Fakat sizde akıl da yok, hak hukuk da… Sizin gibi insanlara 'İspanya'yı düşünün' demeye gerek bile görmüyorum…

Yeneceksiniz fakat ikna edemeyeceksiniz! (Vencereis pero no convencereis!')'

Dediğim gibi bizle bir alakası yok, burası İspanya değil, burası rahmet ve minnetle andığımız Atatürk, İnönü ve silah arkadaşlarının halk desteğiyle canları/kanları pahasına kurduğu Türkiye Cumhuriyeti. İlelebet payidar kalsın, kahramanlarımız nurlarla yatsın.

Demem o ki…

Elbette canımız yanıyor. Bunca kötülük, kabalık, fenalık arasında insan kalabilmek için çabalamak hepimizi fena halde yoruyor. Vicdanlarımız lime lime.

Fena halde yorgun olsak da

'Ne demiş uçurumda açan çiçek

Yurdumsun ey uçurum.'

Birbirimize sarılarak, birbirimize içimizi dökerek, dayanışarak, söyleşerek, birlikte gülüp ağlayarak eyleyeceğiz bu hayatı. Burası bizim ülkemiz, burada yaşayan herkes bizim insanımız. Madem ki 'yaşamak, insanın ömrü boyunca kaçmaya çalıştıklarına tek tek yakalanma tecrübesi(***)', madem ki yakalanacağız, kaçmaya ne gerek var? Yeter ki 'Derdin İncinmesin' ey okur…

***************

(*) Cemal Süreya

(**) Ahmet Hamdi Tanpınar

(***) Tarık Tufan

Derdin İncinmesin: Mustafa Orman'ın incelikli ve derinlikli bir analizi şart koşan öykü kitabı.