HBO adlı dijital kanalın, 2021 yılında yayımlanmaya başlayan “White Lotus (Beyaz Nilüfer)” adlı dizisinin bu yıl 3. Sezon 5.bölümünü iki hafta kadar önce seyredenler, günlerce sosyal medyada viral olan bir sahne karşısında adeta şok yaşadılar. Önce biraz, dizinin ana temasından bahsedeyim: The White Lotus dizisi, lüks bir tatil köyünde geçen kara komedi ve hiciv türündeki yapım olarak tanımlanabilir. Mike White tarafından yaratılan dizi, zengin ve ayrıcalıklı sınıfın yozlaşmış ahlak anlayışını, kibirli ve bencil tutumlarını eleştiren bir anlatı sunuyor. Bahsettiğim bölümde, Sam Rockwell’in canlandırdığı Frank, eski arkadaşı Rick (Walton Goggins) ile Bangkok'ta bir barda buluşur ve burada yaşadığı cinsel deneyimlerini detaylandırarak, "ladyboy (trans kadın)” ile ilgili fantezilerini dile getirir. Frank’in Bangkok’taki cinsel deneyimlerini, neredeyse bir tür övünme havasındaki anlatımı öylesine mide bulandırıcı ki, seyirciyi yalnızca rahatsız etmekle kalmıyor, aynı zamanda "Bu sahne neden var?" sorusunu sorduruyor. Diyalogda Frank, Tayland’da bir barda nasıl kendini kaybettiğini, içkiler ve uyuşturucularla nasıl sersemlediğini ve ardından "ladyboy" olarak tanımladığı biriyle yaşadığı geceyi uzun uzun tasvir ediyor. Bunu yaparken tam bir pornografik öykü oluşturuyor. Karakterin "İlk başta trans kadınının cinsiyetini fark etmedim, ama sonra... Aman Tanrım, bir an duraksadım ama sonra devam ettim" gibi cümleleri, yalnızca cinselliği değil, aynı zamanda trans bireyler üzerinden bir fetiş yaratma çabasını da ortaya koyuyor.
Sahne, yayımlanmasından sonra, özellikle Tik Tok ve X (Twitter) gibi platformlarda, izleyiciler tarafından defalarca paylaşıldı ve üzerine yorumlar yapıldı. Örneğin, “Her Campus” adlı magazin dergisinde yayımlanan bir makalede, izleyicilerin Rick'in (Walton Goggins) Frank'in monoloğuna verdiği tepkilerin memlere (internet kültüründe, genellikle mizahi veya kültürel bir mesaj taşıyan görseller, videolar, yazılar ya da ifadeler) dönüştüğü ve sosyal medyada hızla yayıldığı belirtildi. Açıkçası ben, böylesine aşırı ve iğrenç tabir edilebilecek bir monoloğun bu kadar popüler ve viral olmasında ciddi bir sorun görüyorum!
Neden derseniz: Birincisi; bu sahnenin, dizinin anlatısına gerçek bir katkı sağlamadığı ve yalnızca izleyiciyi şok etmek için yazıldığı ortada. İkincisi; Frank’in yozlaşmış ve ahlaki değerlerden uzak biri olduğunu anlamak için onun cinsel hayatını en ince ayrıntısına kadar öğrenmek gerekmiyor, sinema sanatı bunu daha etik ya da estetik bir biçimde seyircisine anlatabilir. Üçüncüsü; Frank’in hikâyesi, trans bireylerin varlığını “sıra dışı bir deneyim" olarak yansıtarak, onları belirli bir fetiş objesi haline getirmesiyle de sorunlu. Bu tür bir anlatım, trans bireyleri veya Asya’daki cinsiyet kimliği dinamiklerini birer mizah ya da şok unsuru olarak sunarak, onların gerçek yaşam mücadelelerini göz ardı ediyor. Dördüncüsü; dizi, kendi içinde bir hiciv olarak zengin sınıfın ahlaki düşkünlüğünü ya da zaaflarını eleştiriyor olabilir, fakat Amerikan seyircisinin bu eleştiriyi anlamaktan çok, diziyi bir eğlence aracı olarak görmesi esas problemdir. Nitekim dizi, Amerikan toplumunun etik ve ahlaki değerlerinin, eğlence sektörü eliyle sistematik olarak çökertilmesinden başka bir şey ifade etmiyor...
Sanatın bir önemli işlevinin, toplumun bilinçlenmesine katkı sağlamak olması gerekirken, Hollywood, bunu tam tersine çevirerek, bireyleri gündemden uzaklaştırıyor. Ve bu uzaklaştırma, bir tür kültürel uyuşturucu fonksiyonu görerek Amerikan halkının, Gazze’deki soykırımı, Ukrayna’daki savaşı, Suriye’deki yıkımı ya da Sudan’daki trajediyi görmesine engel oluyor. Bu bağlamda, Frank’ın monoloğunun sosyal medyada hızla ve çok kısa sürede yayılması, milyonların, içi boş bir haz ve skandal arayışı ile nasıl vakit öldürdüğünü yansıtan bir aynadır.
Oysa, sanat ve sanatçı, bir eğlence figürü olmaktan çok daha fazlasını ifade eder. Tarih boyunca sanatçılar, toplumların vicdanı olmuş, haksızlığa, baskıya ve adaletsizliğe karşı durarak halkın sesi olmuştur. Sanatçılar yalnızca güzel heykeller, resimler yapan ya da şarkılar söyleyen kişiler değildir; örneğin, bir katili ya da tecavüzcüyü sadece "iyi resim yapıyor" diye sanatçı sayamayız. Sanat ve sanatçı, insan uygarlığına, bilincine, estetik güzelliğine değer kattığı ölçüde anlam ya da değer taşır.
Ayrıca, sanatçılar, izleyicilerinin ilgisi ve desteği sayesinde şöhret kazanır, eserleri halk tarafından satın alınarak hayatlarını sürdürürler. Yani sanatçı, içinden çıktığı toplumun bir ürünüdür ve ona karşı bir sorumluluk taşır. Bir tiyatro oyuncusu, bir yazar, bir ressam ya da bir müzisyen, şöhretini halkın ilgisine ve desteğine borçludur. Öyleyse, bu sanatçıların dünyada olup biten baskılara, adaletsizliklere, haksızlıklara “bana ne” demek lüksü yoktur. Eğer sanatçı, sanatını sadece bireysel çıkarları için kullanıyor, toplumsal sorunlara sırt çeviriyorsa, tarih ve toplum önünde kendi sanatçı kimliğine de negatif bir değer biçiyor demektir. Zira, kötülükler karşısında tarafsız ya da sessiz kalmak, tarafını kötülerden yana seçmek demektir ve “gerçek sanatçı, mahalle yanarken saçını tarayamaz…”
“White Lotus” gibi toplumun ahlaki ve etik değerlerini yozlaştıran, hiçleştiren diziler Amerikan toplumunu dünyada olup biten gelişmelere bihaber kılıp oyalarken, Türkiye’de dizi sektöründe yaşanan son gelişmeler bambaşka bir yöne işaret ediyor. Öyle ki, bu gelişmeler, ülkemizde sanata ve sanatçıya nasıl paye biçilmek istendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından başlayan boykot protestolarına destek veren kimi sanatçı ve oyuncunun, sadece demokratik haklarını kullandıkları için baskıya maruz kalması, işlerinden atılmış veya gözaltına alınmış olması bu acı örneklerden bazıları.
Belli ki “White Lotus” örneğinde olduğu gibi, sanatçı, yalnızca bir eğlence ya da izleyicileri oyalayan figür olarak görülmek isteniyor; sanatın, en önemli misyonunun toplumsal farkındalık yaratmak olduğu gerçeği bastırılmaya çalışılıyor. Ancak sanatçı, toplumsal itirazlara ses kattığı ölçüde saygındır; suskun kaldığı ölçüde ise otoriter yönetimlerin ideolojik çıkarlarına hizmet eden kötücül bir alettir… Goya’nın savaş vahşetini resmettiği tablolar, Picasso’nun Guernica’sı, Victor Hugo’nun sefaletin ortasından yükselen sesleri, Nazım Hikmet’in dizeleri, Bertolt Brecht’in tiyatrosu… Hepsi, sanatın ve sanatçının yüzyıllara damga vuran yüz aklarıdır…
Türkiye’de sanatçılar susturulmaya çalışılırken, dünya genelinde sanatın popüler kültür içinde etkisizleştirilmesi, kitleleri uyutma ve yozlaştırma aparatı kılınması karşısında; sanatın nasıl bir toplumsal mücadele aracı olması ve bu mücadeleye omuz veren sanatçılara nasıl sahip çıkılması gerektiği hususu, bir kez daha hatırlanmalı ve hatırlatılmalıdır. Ne yozlaşmaya, baskıya, otoriteye hizmet eden, boyun eğen sanat anlayışına ne de demokratik toplumsal mücadeleye destek veren gerçek sanatçıların susturulmasına, dışlanmasına ve sansüre uğramasına sessiz kalamayız, kalmamalıyız… Çünkü, “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya da hiçbirimiz!”