“Yeni dünya düzeni” dedikleri, benim ise “yeni dünya kaosu” dediğim bir dönemin içinden geçiyoruz. Şimdiye kadar öğrendiğimiz, bildiğimiz ve anladığımızı zannettiğimiz ne varsa, çoğunu çöpe atmamız gerekiyor, zira epeydir hiçbir şey aşina olduğumuz gibi değil. Bize halen tanıdık gelen imajlar ve öğretiler ise, gittikçe başka anlam ve görüntülere bürünüyorlar. Kısaca tarif etmek gerekirse, çok ünlü bir deyişin çağrıştırdığının tam tersi, “Batı cephesinde değişen çok şey var” …

Bu tezimin karşıtı olan “Batı cephesinde değişen bir şey yok” ifadesi ise genellikle bir durumun veya koşulun aynı kaldığını, herhangi bir yenilik, ilerleme ya da farklılık yaşanmadığını belirtmek için kullanılır. Bu ifade, özellikle durağanlık, rutin devamlılık ya da beklentilerin aksine bir gelişme olmamasını vurgulayan bir anlam taşır; kökenini Erich Maria Remarque’ın 1929 yılında yayımlanan ünlü romanı "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" ("Im Westen nichts Neues") adlı eserden alır. Roman, I. Dünya Savaşı sırasında Batı Cephesi'nde savaşan genç bir Alman askerinin gözünden savaşın anlamsızlığını ve yıkıcılığını anlatır.

Remarque’ın bu eseri, bireyin savaş karşısındaki çaresizliğini ve insan ruhunda açtığı derin yaraları yürek burkan bir samimiyetle dile getirir. Romanın kahramanı Paul Bäumer, lisede bağnaz, radikal milliyetçi ve savaş çığırtkanlığı yapan öğretmenleri tarafından okul sıralarından koparılarak, cepheye sürülen binlerce gençten biridir. Başlangıçta vatansever duygularla dolu olan Paul ve arkadaşları, cephede maruz kaldıkları dehşetle bu duyguların nasıl yok olduğunu acı bir biçimde deneyimler. Roman boyunca savaşın insani boyutu ön plana çıkar; cephedeki fiziksel zorluklar kadar ruhsal tükenmişlik de ustalıkla işlenir. Remarque, savaşın kahramanlık ya da ulvi bir dava değil, yalnızca ölüm, kayıp ve yıkım anlamına geldiğini gözler önüne serer. Remarque’ye göre, savaştan sağ kurtulanlar bile, ruhlarındaki yara ve travmalar hiçbir zaman iyileşmeyeceği için aslında birer ölüdürler, dolayısıyla savaştan kimse sağ çıkamaz…

Roman, yayımlandığı dönemde büyük yankı uyandırmış ve savaşın romantik bir ideal olmaktan ziyade, insan ruhunda bıraktığı manevi tahribatı gözler önüne seren bir başyapıt olarak kabul edilmişti. Remarque’ın savaş karşıtı tutumu, bu romanla birlikte tüm dünyada dikkat çekmiş ve savaşın gerçek yüzünü, propaganda söylemlerinin ötesine geçerek okuyucuya göstermişti. Roman, özellikle Almanya’da Nazi rejimi tarafından tehlikeli bulunmuş ve 1933’te yasaklanarak, yasaklı diğer kitaplarla yakılmıştı; yine de dünya çapında milyonlarca kişiye ulaşan, savaş karşıtı hareketlerin önemli referans kaynaklarından biri oldu.

Bu güçlü anlatı, sinema dünyasında da yankı uyandırmış ve farklı dönemlerde iki önemli film uyarlaması yapılmıştır. İlk olarak 1930 yılında Lewis Milestone’un yönetmenliğinde çekilen "All Quiet on the Western Front", dönemin sinema teknolojisine rağmen savaşın gerçekçi ve sarsıcı yüzünü başarıyla yansıtmıştır. Film, Oscar Ödülleri’nde "En İyi Film" ve "En İyi Yönetmen" dallarında ödül kazanarak büyük bir başarıya imza atmıştı. 2022 yılında ise Edward Berger yönetiminde yapılan yeni uyarlama, modern sinema teknikleriyle savaşın dehşetini bir kez daha izleyiciye sunmuş ve özellikle görselliği, savaşın duygusal ağırlığını ve karakterlerin iç dünyasındaki çatışmayı derinlemesine işleyişiyle takdir toplamıştı. Her iki film de Remarque’ın savaş karşıtı mesajını güçlü bir şekilde yansıtmayı başarmış yapımlardır.

Oysa günümüzde, süregelen savaşlar nedeni ile halen “Batı cephesinde değişen bir şey yok” gibi görünse de özellikle, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemiyle birlikte, aslında “Batı cephesinde çok şeyin değiştiğini” söylemek mümkün. Ne mi değişti Batı cephesinde? Değişen dünya dengeleri ile, paradigmalar değişti… Eski ittifaklar çözülmeye ve yeni ittifaklar şekillenmeye başladı.

Değişen Batı cephesinde, Trumpgillerin öncülük ettiği “yeni dünya kaosu”; insan hakları, özgürlükler, hukuk kuralları gibi uluslararası ilişkileri tayin eden temel ilkeleri artık baz almıyor. Bu bağlamda ne NATO’nun ne BM (Birleşmiş Milletler), ne Dünya Sağlık Örgütü ne de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi uluslararası kurum ve anlaşmaların bir değeri kalmadı. Dünya, güçlülerin borusunun öttüğü, güçsüzün boyun eğmek zorunda kaldığı, adeta öksüz kalmışların yetimhanesine dönüştü.

Bu bağlamda, birkaç tarihsel dönüşüme dair örnek verecek olursak; Trumpgillerin, ABD’nin geleneksel ittifaklarını sorgulayan, NATO’dan çekilmeyi bile göze alan ve "Önce Amerika" söylemiyle uluslararası düzeni sarsan politikaları, Avrupa’yı dışlayan tutumu, ticaret savaşlarını başlatacak tarife uygulamaları, başka ülkelerin topraklarına el koyma ile ilgili tehditleri, soykırımcı İsrail hükümetinin savaşçı ve ilhak siyasetine sınırsız destek vermesi gibi yaklaşımları, geleneksel diplomasiyi es geçerek uluslararası ilişkileri özel temsilciler eliyle yönetmesi, Batı cephesindeki ittifak ve paradigma değişikliklerinin başlangıcını tetikledi diyebiliriz.

Trumpgiller öncesindeki gelişmelere baktığımızda ise; Çin’in yükselişi ile Kuşak ve Yol Projesi, Batı cephesinde yeni denklemleri ortaya çıkarmıştı. ABD, Çin’in Asya-Pasifik bölgesinde artan nüfuzuna karşı Avustralya ve İngiltere ile AUKUS adı verilen yeni bir güvenlik ittifakı kurarak stratejik bir hamle yapmıştı. Bu girişim, geleneksel Avrupa merkezli Batı ittifakının eksen kaymasına uğradığını ve Asya-Pasifik bölgesinin jeopolitik ağırlığının arttığını gösteren bir gelişmeydi. Japonya ve Güney Kore gibi Asya’daki müttefiklerin daha fazla güvenlik sorumluluğu üstlenmesi ile Batı ittifakının bölgesel bazda daha çok genişlemeye başlamasını da buna ekleyebiliriz.

Rusya’nın, 2022’de Ukrayna’ya yönelik kapsamlı işgali, Batı cephesinde başka bir paradigma değişimine yol açtı. ABD ve Avrupa Birliği’nin, Ukrayna’ya ekonomik ve askeri yardımlarını artırarak Rusya’ya karşı ortak bir duruş sergilemesi, Batı içindeki dayanışmayı güçlendirse de enerji krizi ekonomide belirsizliklere neden oldu; Almanya’nın II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez savunma harcamalarını artırma yönelimleri, İsveç ile Finlandiya’nın NATO’ya katılma süreçleri, Avrupa Birliği ülkelerinin İngiltere ile birlikte, NATO dışında ortak bir savunma birliği kurmaya yönelik girişimleri, Batı cephesindeki dönüşümün diğer somut göstergeleridir.

Görüldüğü gibi, Batı dünyasında yaşanan bu köklü değişim ve dönüşüm, uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemin kapılarını açıyor. Batı cephesinde artık yeni bir şey olmamak bir yana, belki de tarih boyunca hiç olmadığı kadar fazla değişim ve belirsizlik yaşandığına tanıklık ediyoruz.

Türkiye’nin tüm bu süreçlere nasıl uyum sağlayacağı sorusu, ülkemizin karşı karşıya kaldığı en acil meselelerden biridir. Ancak, ülkemizin Batı cephesine uyum sorunu şöyle dursun, artık Batı cephesinde olup olmayacağı bile şüpheli. Bu konuda önemli bir gelişme yaşandı; geçtiğimiz perşembe günü, Türkiye’nin bir Ortadoğu ülkesi olarak tescillenmesi için ABD Temsilciler Meclisi’ne iki senatör tarafından bir yasa tasarı sunuldu. ABD dış politikasında Türkiye’nin bir Ortadoğu ülkesi olarak sınıflandırılmasını öngören yasa tasarısının gerekçesi; Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesi ve Avrupa ile ilişkilerine öncelik vermemesi! Euronews’in 9 Mart 2025 tarihli internet sitesindeki haberine göre: “Aynı zamanda Ankara'nın Rusya, Çin ve İran ile derinleşen bağlarına, Hamas'a verdiği desteğe ve Doğu Akdeniz'deki anlaşmazlıklara atıfta bulunularak, Türkiye'nin dış politikasının "Batı'nın güvenlik çıkarlarıyla temelde çeliştiğine" değiniliyor. Kongre üyesi Bilirakis, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ABD'nin çıkarlarına aykırı hareket ettiğini savunarak, “Türkiye, uluslararası hukuku takip etme konusunda sürekli olarak saygısızlık gösterdi,” dedi. “Türkiye bir dönüm noktasında, ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimini yaptı,” diyen Kongre üyesi Schneider ise Türkiye'nin Hamas militanlarına ev sahipliği yaptığını, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e destek vererek "NATO ittifakının birliğini engellediğini" iddia etti. "Amerikan diplomasisinin Türkiye'nin hala Avrupa'nın bir parçası olduğu iddiasını bırakmasının zamanı geldi,” diye ekledi. Yasa tasarısına göre, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Türkiye'nin diplomatik statüsünü 90 gün içinde yeniden ataması ve Türkiye'nin dış politikasında Rusya, Çin ve İran ile yakınlaştığı iddialarıyla ilgili bir rapor sunması gerekiyor” …

Gördüğünüz gibi, işine gelmediğinde uluslararası kuralları çiğnemekte bir beis görmeyen Amerika için, işine geldiğinde, Türkiye gibi herhangi bir ülkeye, uluslararası hukuk kurallarına uymadığını bahane ederek yaptırımlar uygulaması ya da aleyhine kararlar alması, yeni dünya kaosunun pragmatizmini sergilemek bakımından eşsiz bir timsal! Peki, bu karar tasarısı gerçekleşirse Türkiye ne söyleyebilir ya da yapabilir? Bence hiçbir şey, kabullenmekten başka… Dedim ya, bitmek bilmeyen savaşlarda ölmeseler bile, savaşlardan asla sağ çıkamayacaklar için “Batı cephesinde değişen bir şey yok” demek mümkünse de güçlünün güçsüze boyun eğdirdiği yeni dünya kaosunda “Batı cephesinde değişen” ve bu gidişle değişecek çok şey var…