İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika, dünyanın en korkunç savaş suçunu işledi. Japonya’nın teslim olması konvensiyonel silahlarla mümkün iken ve bu durum Amerikan Başkanı Harry Truman’a daha 2 Temmuz 1945 yılında rapor edilmişken; Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya girmesini önlemek ve savaşı bir an önce bitirmek isteyen Amerikan yönetimi, yeni geliştirdikleri kitlesel bir silahı yani atom bombasını kullanarak, savaşı en kestirme yoldan bitirmek istediler…
Sonuç; 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya 15 bin kiloton TNT gücünde uranyum bazlı “Küçük Oğlan (Little Boy)”, 9 Ağustos’ta ise Nagazaki’ye ise 21 kiloton TNT gücünde plütonyum bazlı “Şişman Adam (Fat man)” adındaki atom bombaları yağdırıldı. Her iki şehirde 1945 yılı sonuna kadar yaklaşık 214.000 kişi hayatını kaybetti. On binlerce kişi ağır yaralandı, yanıklar ve radyasyon hastalıkları nedeniyle uzun yıllar acı çekti.
Oysa, 6 Ağustos 1945 sabahı Hiroşima’da, insanlar sıradan bir güne uyandıklarını sanmıştı. Savaştan kurtulan tanıklar anlatıyor: Sabahın erken saatlerinde, çocuklar okula gitmek için evlerinden çıkıyor, işçiler fabrikalara yetişmeye çalışıyor, sokak satıcıları mallarını sergiliyordu. Saat tam 08:15’te gökyüzünde parlak bir ışık çaktı. Sonra gelen büyük bir patlama sesi, Hiroşima’nın üzerine cehennemi indirdi. Güneşten daha parlak olan bu ışık, bir yıldızın doğuşu değil, insan yapımı bir kıyametti.
Hiroşima’da şehrin tam ortasında, 600 metre yükseklikte patlayan atom bombası, yerin üzerinde bir gölge bırakacak kadar güçlü bir ısı dalgası yaydı. İnsanlar, binalar, ağaçlar ve tüm canlılar... Her şey, sıcaklığı yüzbinlerce santigrat dereceyi bulan ateş fırtınasının içinde yok oldu. Bombanın etki merkezine yakın olanlar anında buharlaştı. Geride sadece duvarlara yansıyan insan gölgeleri kaldı. Bir zamanlar bir insanın oturduğu basamakta, sadece vücudunun şekli görülebiliyordu. Çünkü o beden artık yoktu.
Hayatta kalanlar, derileri lime lime olmuş, yüzleri tanınmaz hâle gelmiş bir şekilde şehir içinde yalpalayarak yürüyordu. Ciltleri kavrulmuş, saçları yanmış, gözleri erimeye başlamıştı. Yüzleri aşağıya sarkıyordu çünkü yanık derileri, bir eriyik gibi vücutlarından kopuyordu. Dışarıdan bakan biri, onların insan mı yoksa korkunç bir yaratık mı olduğunu anlayamazdı. Konuşamıyorlardı; çünkü patlama anında ağızları ve boğazları da yanmıştı. Dudaksız, burunsuz, dilsiz bir şekilde sadece “su, su” diye fısıldıyorlardı.
Su, hayatta kalanların ulaşmaya çalıştıkları tek şeydi. Çaresizce Ota Nehri'ne, Motoyasu Nehri'ne, Honkawa Nehri'ne koştular. İnsanlar üst üste yığılmıştı. Çoğu, yanan ciltlerini soğutmak için suya atladı. Ama nehir bile alev almıştı. Bombanın yaydığı ısı ve yıkılan şehirden yayılan enkaz, nehri bir ölüm kapanına çevirmişti. Su serinletmiyor, aksine daha fazla acı veriyordu. İnsanlar suya atladı ama bir daha çıkamadı.
Günler sonra, Hiroşima’daki bu nehirler ölülerle dolmuştu. Nehir kıyılarında yanmış bedenler birikmiş, suyun yüzeyi cesetlerden görünmez olmuştu. Akıntı, ölüleri kıyıya sürüklüyor, insanlar nehir yataklarında üst üste yığılıyordu. Nehirler kıpkırmızıydı. Cesetlerin çürüyen etleri sulara karışıyor, Hiroşima'nın damarlarına ölüm taşıyordu.
9 Ağustos 1945'te ise bu kez Nagazaki’ye atılan atom bombası, şehrin vadilerinde yankılanan bir ölüm çanı gibiydi. Patlamanın merkezinde olanlar, Hiroşima’dakiler gibi anında buharlaştı. Bombanın ateş topu, insanların vücutlarını kömürleşmiş kabuklara dönüştürdü. İnsanlar Urakami Nehri’ne koştu ama orada da aynı manzara vardı: Yanıklarla kaplı, erimiş et yığınına dönüşmüş bedenler, suyun içinde sessizce sürükleniyordu.
Patlamadan hemen sonra ölmeyenler, radyasyonun görünmez ölümcül dokunuşuna maruz kaldı. Günler geçtikçe saçları döküldü, iç organları çürüdü, diş etleri kanamaya başladı. Hiçbir yara izi olmayanlar bile birkaç hafta içinde iç kanamadan, bağışıklık sistemlerinin çöküşünden öldü. Radyasyon, onları içinden parçalayarak öldürüyordu.
Japonya’ya atılan atom bombalarından sonra, Japonya teslim bayrağını çekti. Amerikalılar, bu başarılarından ve atom bombasının gücüyle elde ettikleri zaferden dolayı çok gururluydular. Savaşın hemen bitiminden sonra yapılan anketlerde, Amerikan halkının yüzde yirmi dördü, aslında Japonya’ya daha fazla atom bomba atılması gerektiğini savunuyordu. Hiç kimse, hatta dünya bile atom bombasının yol açtığı yıkım ve felaketlerin seviyesini anlayacak ne bilgiye ne kurtulanların şahitliğine ne de dehşetin sebep olduğu korkuya henüz vakıf değildi… Ta ki John Hersey adındaki Amerikalı bir gazeteci, New Yorker adlı dergide yer alan “Hiroşima” adlı makalede acı gerçekleri sergileyinceye kadar…
Her şey, “fikri hür, iradesi hür, vicdanı hür” bir özgür basın mensubunun ilgisiyle başladı
Hersey, 1946 yılında Japonya’ya giderek Hiroşima’yı ziyaret etti. Şehirde sağ kalanlarla yüz yüze görüşmeler yaptı, onların yaşadıklarını ayrıntılarıyla dinledi. Özellikle altı kişinin hikâyesine odaklandı: Bir doktor, bir rahip, iki kadın ve iki erkek işçi. Bu kişiler bombanın atıldığı anı ve sonrasında yaşadıkları fiziksel ve psikolojik dehşeti anlattılar. Hersey, röportajlarını edebi ve gazetecilik diliyle harmanladı, böylece okuyuculara sıradan bir haber değil, insanın içini sızlatan canlı bir anlatı sundu. Makale, 31 Ağustos 1946’da The New Yorker dergisinin bütün bir sayısını kaplayacak şekilde yayımlandı. Bu, o dönemde neredeyse eşi benzeri görülmemiş bir durumdu.
Bu makale sayesinde, atom bombasının Japonya üzerinde yarattığı vahşet, ilk kez tüm ayrıntılarıyla anlatılmış oldu. O zamana kadar Amerikan halkı ve liderleri, atom bombasını "savaşı kazandıran kahraman silah" olarak görüyordu. Ancak Hersey'in yazısı, bu silahın yarattığı insanlık dramını gözler önüne serdi. Amerikan halkı ilk kez bu savaşta, masum sivillerin nasıl tarifsiz acılar çektiğini öğrendi. Bazı Amerikalı askerî liderler, örneğin, General Dwight Eisenhower ve Amiral William Leahy, atom bombasının gereksiz olduğu yönünde, seslerini ve itirazlarını yükselttiler. Atom bombasının bir daha asla kullanılmaması hususunda, kamuoyunda büyük bir farkındalık oluştu. Atom karşıtı hareketler ivme kazandı, özellikle bilim insanları ve aydınlar nükleer silahlanmaya karşı seslerini yükseltmeye başladı. Amerikan hükümeti, atom bombasının etkilerini bir süre gizlemişti, ancak Hersey'in makalesi bu sansürü deldi ve dünyaya ulaşmasını sağladı. Sonuç olarak, John Hersey'in “Hiroşima” makalesi, sadece gazetecilik tarihine değil, insanlık tarihine de geçen bir belge oldu. Amerikan halkı, ilk kez atom bombasının gerçek yüzüyle yüzleşti ve bu farkındalık, nükleer silahlar hakkındaki küresel tartışmaları şekillendirdi.
Tarih gösteriyor ki iktidarlar, halkı susturmanın en etkili yolunun basını kontrol altına almak olduğunu çok iyi biliyor. Nazi Almanya’sında propaganda bakanı Goebbels, insanlara neyi düşünmeleri gerektiğini söylemenin en iyi yolunun, hangi bilgileri almalarına izin verileceğini kontrol etmek olduğunu anlamıştı: Özgür basın susturulursa, halk manipüle edilebilir, muhalifler sindirilebilir ve büyük yalanlar, gerçeklerin yerine geçebilir… Goebbels, basını tamamen kontrol altına alarak, gerçekleri çarpıtıp kendi rejimini haklı göstermek için her yolu denemişti. "Halkı sürekli yalanlarla beslerseniz, bir süre sonra onlar gerçeği unutur" anlayışıyla hareket eden Goebbels, gazetecileri susturdu, muhalif sesleri hapsetti ve Alman halkını bir savaş makinesinin kör parçası hâline getirdi. Sonuç? Felaket, yıkım ve milyonlarca insanın ölümü…
Türkiye’de son günlerde, hükümet karşıtı yapılan protestolara baktığımızda da gazetecilerin göz altına alındığını, muhalif medyanın susturulmaya çalışıldığını ve muhalif televizyonlara para ve ekran karartma cezaları getirildiğini görüyoruz. Tüm bu antidemokratik uygulamaların arkasındaki gerekçeler ise: "Kamu düzenini koruyoruz", "Milli çıkarları gözetiyoruz", "Yalan haberlere karşı önlem alıyoruz"…
Basının susturulması, halkın sessizleştirilmesidir
Ancak bu türden bahaneler, her zaman gerçeğin üzerini örtmek isteyen otoriter yönetimlerin kalkanı olmuştur. Türkiye’de bugün yaşanan basına yönelik baskılar, demokratik bir hukuk devletinde asla kabul edilemeyecek uygulamalardır. Basını susturmak, sadece gazetecilerin özgürlüğünü kısıtlamak değildir. Halkın gözünü bağlamak, hakikatleri çarpıtmak ve toplumu bilinçsiz bırakmak demektir.
Hiroşima’ya atılan atom bombasının etkileri önce Amerikalı halktan saklandı, ta ki John Hersey gerçeği belgelerle ortaya koyana kadar. O gün Amerikan halkı, devletin sakladığı korkunç gerçeği öğrendi ve toplumun bilinçlenmesi, nükleer karşıtı hareketlerin doğmasına sebep oldu. Dolayısıyla, Türkiye’de basına baskı uygulayanlar şunu unutmamalıdır: Gerçekler eninde sonunda ortaya çıkar. Tarih boyunca otoriter rejimler basını susturarak iktidarlarını koruyabileceklerini sandılar. Ancak, gerçekleri halktan saklayan her yönetim, eninde sonunda bunun, kendi yönetimlerinin altını oyan telafi edilemez acı sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldı…