Sevgili günlük, son birkaç gündür sık sık düşünüyorum; hayatlarımız mıdır gölgelerde yansıyan, yoksa gölgeler midir hayatlarımızın her anını yansıtan? Cevabını bulmak kolay olmayacak… Belki de cevap arayışım ömrümün sonuna dek sürecek. Ancak, şimdiden yorgunum, hem de çok. İçimde tarif edilmez sıkıntılar, gerçekliği yitiriş duygusu, anlamsızlık hissiyatı, kaybolmuşluk ve tükenmişlik bocalaması, konuşma isteksizliği… Böyle sürüp giden belirsizlik.
Umut, mucizeleri gerçekleştirme ihtimali ve bunun için yapılan mücadele ise de aralıksız kötülüğe maruz kalmak, bireyi şapşallaştırıyor, epeyce hırpalayıp yıpratıyor. Kötünün öldürücü darbelerine karşı direnme gücünü yitirmemek için, her daim umudunuzu taze tutmaya ihtiyacınız var oysa! Zalimin üstünüzden silindir gibi geçtiği böyle kırılgan dönemlerde bir yere, şefkatli bir kucağa, bir çift güzel söze, yumuşak bir bakışa, tatlı bir okşayışa sığınmak gerek. Ama, neye, nereye, kime?
Sevgili günlük, kapkara bir dehlizin derinliğine dalmışken, bizden önceki nesillerin, en umutsuz koşullarda, umuda giden yolu nasıl bulduklarına bakınca, neye, nereye ya da kime sığınmamız konusunda, zihnimde bir ışık yandı; bu yolculuklarda, umuda giden yolun binlerce adı olduğunu ve her birinin nasıl başarıyla sonuçlandığını bir kez daha anımsadım. Onlardan iki tanesini, tekrar hatırlatmak istiyorum. Umutsuzluğa hapsedilmek istenen gündemdeki gelişmeler karşısında, bir nebze cesaret katar belki başka yüreklere de…
Umudun adı bir avuç tuz
12 Mart 1930’da Hintliler bir avuç tuza güvenerek, İngiltere’nin sömürge politikalarına karşı, özgürlük aktivisti Mahatma Gandhi’nin önderliğinde, bağımsızlıklarına giden yolda bir başkaldırı başlattı. Hindistan’ın Gujarat eyaletinde bulunan SabarmatiAşramı’ndan harekete geçen Gandhi ve 78 takipçisi 24 günde 380 kilometre katederek Dandi köyüne ulaştı. Bu yürüyüş, İngilizlerin Hint halkı üzerinde uyguladığı ekonomik baskılara ve özellikle “Tuz Yasası’na” karşı bir ayaklanmaydı. İngiliz yönetimi, Hint halkının tuz üretmesini ve toplamasını yasaklamıştı. Halk yalnızca İngilizlerin ürettiği ve yüksek vergiler koyduğu tuzu satın alabiliyordu. Bu durum, temel bir ihtiyaç olan tuzun bile yoksul halka ulaşmasını zorlaştırıyordu. Gandhi, bu yasağı protesto ederek hem İngiliz sömürge yönetiminin adaletsizliğini gözler önüne sermek hem de pasif direnişin (Satyagraha) gücünü tüm dünyaya göstermek istedi. Gandhi ve taraftarları, yol boyunca birçok köyden geçerek halka konuşmalar yaptı ve İngilizlerin adaletsiz yasalarını anlatıp destek topladı. Yürüyüş ilerledikçe katılımcı sayısı binleri aştı ve Hindistan’ın dört bir yanında halk, benzer protestolar başlattı. 6 Nisan 1930’da Gandhi, Gujarat’ınDandi köyü kıyısında deniz suyunu buharlaştırarak, yasak olmasına rağmen kendi tuzunu üretti. Bu basit ama anlamlı hareket, İngiliz yönetimine karşı büyük bir sivil itaatsizlik eylemine dönüştü.
Gandhi’nin eylemi, Hindistan genelinde kitlesel protestoların fitilini ateşledi. İnsanlar yasaklara karşı gelerek kendi tuzlarını üretmeye başladı ve İngiliz mallarını boykot etti. Yürüyüşten kısa bir süre sonra Gandhi başta olmak üzere yaklaşık 60.000 kişi İngilizler tarafından tutuklandı. Bu barışçıl eylem, İngiliz sömürge yönetiminin uluslararası kamuoyu önünde baskıcı yüzünü açığa çıkardı. Artan baskılar sonucunda İngilizler geri adım atmak zorunda kaldı. Gandhi, İngiliz vali Lord Irwin ile bir anlaşma yaptı. Anlaşma sonucunda: Mahkumlar serbest bırakıldı, Hindistan’da barışçıl protestolara izin verildi, halkın kişisel tuz üretmesine kısmen izin çıktı. Tuz Yürüyüşü, Hindistan Ulusal Kongresi’nin bağımsızlık taleplerini güçlendirdi ve 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığına giden yolu açan kilit eylemlerden biri oldu.
Gandhi’nin pasif direniş yöntemi (Satyagraha), daha sonra Martin Luther King Jr ve Nelson Mandela gibi liderlere ilham verdi. Basit bir ürün olan tuz üzerinden yürütülen bu protesto, sıradan insanların bile barışçıl yollarla baskıcı yönetimlere karşı koyabileceğini gösterdi. Gandhi’nin Tuz Yürüyüşü, “adaletsizliğe karşı sessiz kalma” mesajını dünyaya duyuran ve bağımsızlık hareketlerini cesaretlendiren simgesel bir zafer olarak tarihe geçti…
Umudun adı otobüsteki yer hakkı
1913 doğumlu bir Afro-Amerikan aktivist olan Rosa Parks, 1955'te Montgomery Alabama'da bir otobüste beyaz bir yolcuya yer vermeyi reddettiği için tutuklandı. 1955’te Montgomery'deki toplu taşıma sisteminde, siyahların yalnızca arka kısımdaki koltuklarda oturmasına izin veriliyordu. Beyazlar, otobüsün ön kısmındaki koltuklara oturuyorlardı. Eğer otobüs dolarsa, siyah yolcuların yerlerinden kalkarak beyaz yolculara yer vermeleri bekleniyordu. Rosa Parks’ın yer vermeyi reddettiği için tutuklanması, “Montgomery Otobüs Boykotuna” yol açtı ve “Sivil Haklar Hareketi'nin” önemli dönüm noktalarından biri oldu.
Rosa Parks'ın tutuklanması, Montgomery'deki Afro-Amerikan toplumu için önemli bir eşik oldu. “Montgomery Otobüs Boykotunu” başlatan liderler, Rosa Parks'ı sembolik bir figür olarak kabul ettiler ve bu direnişi daha geniş bir hareketin parçası haline getirdiler. Boykotu organize etmek için Martin Luther King Jr gibi liderler ortaya çıktı. Montgomery Otobüs Boykotu, yaklaşık bir yıl sürdü ve sonunda Montgomery Belediye Meclisi, ırk ayrımcılığını yasaklayan bir karar aldı. Bu, Sivil Haklar Hareketi'nin büyük bir zaferi olarak, tüm ülkedeki insanları cesaretlendirdi.
Sivil haklar hareketi, ırk ayrımcılığını ve ırkçı yasaları hedef alıyordu. ABD'nin güneyinde siyahiler, ayrımcılık yasaları nedeniyle okullarda, ulaşımda, işyerlerinde ve kamuya açık yerlerde beyazlardan ayrı tutuluyorlardı. Siyahilerin oy kullanma hakları sınırlıydı ve çoğu zaman, yaşam koşulları beyazlardan çok daha kötüydü. Siyah topluluğu, bu adaletsizliğe karşı bir araya gelerek eşitlik ve adalet taleplerini gündeme getirdi:
1960’ta, Kuzey Karolina'da, dört siyahi öğrenci, beyazlara ayrılmış bir masada yemek yemeyi reddettiler. Bu tür oturma direnişleri ülke çapında yayıldı. 1964 yılında Sivil Haklar Yasası kabul edildi. Bu yasa, işyerlerinde, okullarda ve kamusal alanlarda ırk ayrımcılığını yasakladı. Ardından 1965'te “Oy Hakkı Yasası”, siyahilerin oy kullanma hakkını güvence altına aldı. 1963'teki “Washington’a yürüyüş”, Martin Luther King Jr'ın ünlü "I Have a Dream" (Bir Hayalim Var) konuşmasını yaptığı bir dönüm noktasıydı. Bu etkinlik, milyonlarca insanın siyah hakları ve eşitlik için bir araya geldiği büyük bir gösteriydi.
Sivil haklar hareketi, 1960'lar boyunca önemli yasal ve toplumsal başarılar elde etti: Sivil haklar yasası (1964): Ayrımcılığa karşı önemli bir adım attı. İş yerlerinde, okullarda ve kamuya açık alanlarda ırk, renk, din veya cinsiyet temelinde ayrımcılık yasaklandı. Oy hakkı yasası (1965): Siyahların oy kullanmasını engelleyen çeşitli engelleri ortadan kaldırarak, siyahların seçimlere katılımını artırdı. Sivil haklar hareketi, siyahların toplumda daha fazla yer edinmesini sağladı. Afro-Amerikanlar daha iyi eğitim olanaklarına ve çalışma fırsatlarına erişmeye başladılar; tüm ırkçılık ve ayrımcılık sona ermese de ciddi toplumsal değişikliklerin temelleri atıldı. Hareketin, özellikle Martin Luther King Jr gibi liderlerin katkılarıyla, ABD'de geniş bir toplumsal değişim yaratmasının ardından, günümüzde hala süregelen “Black LivesMatter” gibi hareketler, ırkçılıkla mücadeleyi sürdürmektedir.
Sevgili günlük, yukarıda sıraladığım sırf bu iki örnek bile, tutunacak bir dal aradığımızda; insanlığın, özgürlükler, haklar ve adalet konusundaki mücadele tarihinin, ne kadar cesaret verici zaferlerle dolu olduğunu anlatmaya yetmiyor mu? Sığınmamız gereken tek yerin dayanışma içerisinde, kendimiz, kendi gücümüz, bilincimiz, irade ve azmimiz olduğu apaçık değil mi? Öyleyse, “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya da hiçbirimiz” …