2024 yılında insanlık, acılarla birlikte gericiliğin cenderesini yaşadı.

Dilerseniz acıların ve gericiliğin yaşandığı Ortadoğu’dan başlayalım.

Ortadoğu’da Neler Yaşandı?

Afrika’dan sonra Ortadoğu’ya çöken ABD, Britanya ve AB ortaklığının oluşturduğu emperyalist çete, yerel işbirlikçilileri kullanarak siyah altın için milyonlarca insanın yok olmasına salt sessiz kalmadı, onların kan denizinde   boğulmasına da destek verdi.

Emperyalistler, Ortadoğu’daki birincil üsleri olan   İsrail ile iş birliği yapan kral, prens, şeyh ve cumhurbaşkanlarını miatlarını dolduruncaya değin kullandılar. Çünkü onların hemen hepsi, sınırları   Britanya ve Fransız ortak yapımı Sykes-Picot cetveli tarafından çizilmiş kabile devletçikleri idi.

Ne var ki kimileri Batının emperyal denetimden çıkarak tutunabilmek için de başka eş(partner) aradılar. Bu despotların aradıkları eşler ise, yeniden emperyal bir güç olarak sahneye çıkmaya çalışan   Rusya ve Ortadoğu’nun efendisi olma hevesinde olan İran idi.

Kendi iç cephelerini sağlama almadan Rusya ve İran’ın desteğiyle ayakta kalmaya çalışan despotlar satışa geldiklerinin ayırtına vardıklarında iş işten geçmişti. Irak’ta Saddam, Libya’da Kaddafi, Mısır’da Sedat ve Mübarek, Tunus’ta Bin Ali, Yemen’de Abdullah Salih ve son olarak Suriye’de Esad’ın akıbeti, ibret verici olarak belleklerde kaldı.

Sırası gelmişken bir tespit daha yapalım.

Uluslaşma sürecinde üçüncü dünya ülkelerinin halkçılık ve devletçilik temelinde bir politikası izlemesinin bir zorunluluğunu burada söylemek gerekiyor.

Devletin topladığı vergilerin, ancak bu şekilde iş ve aş olarak eşitlikçilik temelinde insanlarına yansıtılabilir.

Aksi durumda etnisite ve dincilik temelinde ayrıştırmalar, başat olabilir.

Suriye’nin başına gelen dramın temeli de bu olmuştur.

Dilerseniz bu konuyu biraz açalım. Suriye’de 2000 yılından itibaren ekonomide ağırlıklı olarak neoliberal bir ekonomi uygulanmaya başlanmıştı.

Bankacılıktan başlanarak ekonominin her alanında emperyal devletlerle, örneğin, İran ve Suudiler, Hollanda, Hindistan, ABD, Kanada, Çin’in güdümünde özelleştirmeler ve yatırımlar uygulandı.

Bunun sonucunda küçük bir azınlığın dışında, kitlelerde yoksullaşma yaygınlaştı.

Halk,  etnisite ve dinsel temelli örgütlenmelerde çözüm yollarını arar duruma getirildi.

Kitlelerin, bırakınız Esadı, devletinin yıkımına göz yummasını burada aramanın gerekli olduğuna değinmek gerekmiyor mu?  

Gelelim emperyal düzeni yaratan kapitalizmin yarattığı acılara.

Açlık, Acıların Başında Mı?

Acıların başında, ölümün dışında insanların en temel gereksinmesi olan besinlere ulaşamaması geliyor. Milyarlarda insan açık sınırında yaşamak zorunda. 

Açlığı yaratan kapitalizm, sisteme bağlı üçüncü dünya ülkelerinde daha acımasız davranıyor.

IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi denetimlerindeki örgütler aracılığıyla bu ülkelerin ürettikleri mal ve hizmetlerini en ucuz bir maliyetle kendilerine aktarıyor, bu yetmiyor topraklarına da el koyuyor.

Üçüncü dünyanın egemen sınıfları da onlarla iş birliği içinde.

İşin kötü yanı ise, zengin ülkelerin emekçi kesimlerinin de kendi kapitalistlerinin mazlum ülkelerden aktardığı kaynaklarından pay alıyor olması. Bu nedenden dolayı sisteme etkin tavır göstermiyorlar.

Üçüncü dünya ülkelerinde işbirlikçi hükümetler ve onları denetleyen yabancı yatırımcılar, çiftçilerin topraklarına zorla el koyuyorlar. Örneğin zorla el koyma, Afrika’da yaşanmadı mı?

Aslında bu el koymanın sömürgeleştirmenin bir aracı olan kullanılan Hıristiyanlaştırma ile başlatıldığını anımsatalım.

Kenya’nın Kurucu Devlet Başkanı Jomo Kenyatta bunu şöyle ifade etmişti; ’Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.

Acılarla Birlikte Gericiliği Süpürmek-Atatürkçülükle Olası

Acıları ve gericiliği yaratan sistemin, kapitalizm ve onun yarattığı sömürgecilik olduğunu yeniden anımsatalım ve çıkış yolunun Atatürkçülükle olası olduğunu belirtelim.

Atatürk,1933’de bunu şöyle ifade etmiş değil miydi?: “Doğudan doğan güneşe bakınız! Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu devletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum… Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini milletler arasında renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve iş birliği çağı egemen olacaktır.”

Üstelik Atatürk, müstemlekecilik ve emperyalizme karşı verilecek mücadelede, mazlum milletlerin devletçilik ve halkçılık temelinde bir ekonomi uygulamasının koşul ve gerekli olduğunu görmüş ve uygulamıştı.

Atatürk, 15 yıllık kısa bir sürede çok sayıda eseri ve fabrikayı kazandırmıştı. Böylelikle emperyal devletlerin Türkiye’de yeniden  ekonomiyi denetim altına olması önlenebilmiş ve  Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı enkaz ortadan kaldırılmıştı.

Özetle,2025 yılında yurttaşlar olarak çok daha yüksek düzeyde birinci görevimiz;

Bir siyasi güç olarak cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenmek, o kazanımlardan geriye düşmemek.

Buna koşut olarak, kapitalist sermaye düzenine, hala ağırlığını sürdüren feodal kalıntılar ve de din sömürüsü ile emek sömürüsünü örtük olarak saklamaya çalışan siyasal yaklaşımlara karşı, sınıf mücadelesi ve laiklik mücadelesini gelir dağılımında eşitlik (*) temelinde toplumsallaştırmak gerekiyor.” diye düşünüyorum.

2025 yılında bilinç yüklü bir umutla yaratacağımız dünyada, bütün insanlığa eşitlik diliyorum.

(*)TÜİK’in,27 Aralık 2024 günü medyada aktardığı gelir dağılımına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bildirişe göre, nüfusun ilk yüzde yirmisi milli gelirin yüzde 48.1’ine, son yüzde yirmisi ise yüzde 6.3’ine sahip oluyormuş. Arada 8 kat fark var. Ne dersiniz, paylaşma çok adil(!) olmuş değil mi?

Gini katsayısına göre Avrupa’da gelir dağılımı eşitsizliğinde Türkiye ilk sırada yer alıyormuş.

Gelir dağılımında eşitsizlik, sosyal adalet ve toplumsal barışın önündeki en büyük engellerden birisi. Türkiye’de son yıllarda ekonomik durum nedeniyle yoksul daha da fakirleştirirken zenginler servetlerini hızla  artırmış.

Öte yandan işçilerin milli gelirden aldığı pay azalırken şirketlerin payı  artıyormuş.