Kendi yakın çevremden başlayarak gözlemlediklerimi paylaşmalıyım, konuya girmeden, sohbete başlamadan önce… 24 Haziran öncesinde hiç olmadığı kadar politize olan, ilk kez kazanacağına bu kadar inanan, hatta galibiyete adeta inandırılan insanlar, büyük bir hayal kırıklığı içindeler. Ana muhalefet partisi içinde seçim sonrası bir türlü yaşanamayan hesaplaşma, sonrasında bu hayal kırıklığını yer yer öfkeye de bırakmış durumda.
Birçok dostum, arkadaşım büyük bir karamsarlık içinde. Kime sorsam bundan sonra sadece kendisi için bir şeyler yapma eğiliminde… Bazı sivil toplumcular da, 'bırakalım artık bu işleri, kendi hayatımıza bakalım' ruh hali içinde… Bir de henüz finans krizi olarak görülen ama her an ekonomik krize dönüşebilecek bir belirsizlik hali… İşimiz zor yani..
Sözün özü şu ki, yaşadıklarımıza dayalı olumsuz psikolojiyi aşmakta bir hayli zorlanıyoruz. Böyle zamanlarda gazetecilerin, yazarların, sosyologların yaptığı analizlere daha çok ihtiyaç duyuyoruz; ama ne yazık ki sağlıklı bir analiz bulmak ve okumak da zor. Öfkeli yazarlar, taraflı yorumlar, toplumu suçlayanlar, ümitsizlik aşılayanlar çoğunlukta… Bendeniz her zaman temkinli iyimserim. Çünkü diyalektiğe inanırım… Böyle durumlarda sohbet etmekten hoşlandığım, birlikte analiz yapmaya çalıştığım arkadaşlarım var çok şükür… Bunlardan biri de Prof. Dr. Oğuz Adanır…
İletişimde, sosyolojide ve sanatın birçok dalında saptamaları genellikle doğru çıkan Sevgili Oğuz Adanır ile içinden geçmekte olduğumuz süreç üzerine konuştuk uzun uzun. Bir bölümünü sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Türkiye'de belli çevrelerde son seçim öncesinde yakalanan olumlu hava, yerini karamsarlığa bıraktı. Bu karamsarlığı kişisel olarak mı yeneceğiz, yoksa toplumsal bir çözüm mü bulacağız?
ORTAÇAĞLAŞMAYA KARŞI MÜCADELE… Yaşam devam ettiğine göre, umudun devam etmemesi için bir neden yok. Küreselleştiğini söylediğimiz dünya nüfusunun büyük bir bölümü, ortaçağa özgü bir düşünce yapısına sahip. Gelişmiş, kalkınmış, demokrat oldukları söylenen diğerlerinin yurttaşlarıysa büyük ölçüde kendilerinin dışındaki ilkel dünyayı olabildiğince görmezden gelmeye çalışıyor. Onlar sahip oldukları insani değerleri geliştirmek, değiştirmek ve paylaşmak yerine, geçmişin bıraktığı mirası yemekle meşguller, yani giderek ortaçağ zihniyetine özgü uygulamalar ve düşünceleri olur olmaz bir şekilde kabul ediyorlar. Başka bir deyişle yalnızca ülke temelinde değil dünya çapında bir ortaçağlaşma sürecine karşı mücadele etmek zorundayız.
Hocam bu kolay bir mücadele mi, sorunun üstesinden gelinebilir mi?
KOLAY AMA… İletişim alanında sahip olunan olanaklara bakıldığında, bu görece kolay bir işe benziyor. Oysa dünya kalkınmışı, kalkınmamışı, çağdaşı ve çağdışı insanıyla tamamen teknolojiye körü körüne boyun eğilen bir yere benziyor.
Tüm ideolojileri yutan, yok eden bir teknolojiyi hangi amaca uygun bir şekilde ve nasıl kullanacaksınız?
ÇÖZMEK ZOR. Günümüz Türkiye'si de böyle bir dünyaya ait. Asıl sorun bugünün insanlarının ne yaptıkları, nasıl yaptıkları ve bir gelecek kaygısına sahip olup olmadıkları. Daha önce de söylediğimiz gibi, örneğin Nazi Dönemi Almanya'sında yaşananların nesnel bir açıklaması, aradan yaklaşık yetmiş yıl geçmesine karşın yapılamadığından, olay hala çözülmeyi bekliyor. Bu konuya dair binlerce sayfa yazı yazılmış, çözümlemeler, açıklamalar yapılmış, ancak inandırıcılıkları hala sorgulanıyor.
Biz bugünün Türkiye'sine bakarak şu soruları sorabiliriz o zaman: Sokaktaki insan gerçekten ne istediğini biliyor mu? Bu insanlar geçmişten günümüze kuşaklar boyunca sürüp gelen belli karakter özelliklerine mi sahip? Genelde bireysel davranmayı mı seviyor, yoksa topluluğun parçası olup birlikte hareket etmeyi mi tercih ediyor? Bu sorulara herkes önyargılardan ve duygusallıktan kurtulup olabildiğince nesnel, yani akılcı yanıtlar aramalı diyerek işin içinden çıkabilir miyiz?
ALMANYA ÖRNEĞİ İNCELENMELİ… Bilemiyorum, ama denemekte yarar var. Belki de soruların yanıtlarını ararken, bütün olup bitenlerin akılcı bir yaklaşımla açıklanamayacağını anlayacağız; belki de başka sonuçlarla karşılaşacağız. Almanların bu akıl dışı davranışlarını, II. Dünya Savaşı sonrasında sıcağı sıcağına inceleyip çözmeye çalışan kimi araştırmacılar, örneğin şu tür saptamalarda bulunuyorlar: Özellikle I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış bir Almanya'nın her şeye rağmen belli karakter özelliklerini koruduğunu söylüyorlar. Örneğin, daha birey odaklı Fransızlara karşın, Almanların toplu halde hareket etmeyi sevdiklerinin altı çiziliyor.
Aslında Germen, Alpli ve Slavlardan oluşan, ancak Germenlerin üstün ırk anlayışına genelinde boyun eğen Alman ulusunun, barış içinde yaşama konusunda bu ırkçı zihniyete çok fazla direnemediği söylenebilir mi? Tabii ki söylenmemesi gerekir. Ancak Alman'ın bireysel anlamda kişilik sorunları olan, boşlukta yaşayan, kendini bir hiç gibi hisseden, hiçbir şey arzu etmeyen, hayattan hiçbir beklentisi olmayan ve bir şeyler talep etmeyen ve dolayısıyla bu tür bir insandan yararlanmak isteyen bir iktidarın ona her şeyi yaptırabileceği gibi bir sonuca ulaşılıyor.
Başka bir deyişle, birilerinin gelip ne istediğini bilmeyen bu Alman'a, ne istemesi gerektiğini söylediğinde, kişi derhal bu talimata boyun eğmekle kalmıyor ve her türlü dini, ahlaki değerlerin dışında tuttuğu 'Devlet' anlayışının oluşumuna katkıda bulunarak, bu düzene büyük bir sadakat ve titizlikle hizmet ediyor. En asgari düzeyde bile olsa verilen bir görevi başarmaktan dolayı keyif almaktan çok, bunu içindeki doğuştan gelen boşluk hissinden kurtulmak amacıyla yapıyor. Öte yandan Almanların yüzyıllar boyunca süren bir kötümserlik anlayışına sahip olduklarını da, edebiyat, şiir ve filozoflarına bakarak söylemek mümkün.
Dolayısıyla Almanların büyük bir kısmının II. Dünya Savaşı'nı belki de daha baştan kaybedeceklerini bile bile, küçük de olsa bir umutla bu cehennemi yaşamaya razı oldukları ve son dakikaya kadar bir amaçtan yoksun yaşamlarını Almanya uğruna feda ettikleri ileri sürülüyor.
Artık öyle bir dünya yok, öyle bir Almanya da yok; ama hala öyle Almanlar var mı? Bu soruya Almanların yine kolektif bir şekilde yani dünyanın dört önemli ekonomik ve teknolojik gücünden biri olmayı başararak yanıt verdikleri söylenemez mi? Dünyayı savaşarak yenemeyeceklerini sonunda anlayan Almanlar, bir yandan Almanya'yı yeni baştan inşa edip onarırken, diğer yandan da teknolojik ve ticari üstünlükleri sayesinde dünyayı dize getirmediler mi? Getirmeyi de sürdürmüyorlar mı?
SANATI KULLANDILAR. Nazi Dönemi Almanya'sında, sanılanın aksine, sıradan Alman'ı anlaşılmaz politik söylevlerden çok, yalın ideolojik mesajlar içeren sinema, tiyatro ve müziğin etkilediği söyleniyor.
Günümüz Türkiye'si hangi çağda, çağlarda yaşıyor? Çünkü herkesin aynı çağda yaşamadığı ve içinde yaşadığı çağı aynı şekilde algılamadığı ortada…
MEDYAYA BAK… Hatta kimilerinin içinde yaşadıkları çağı anlamaktan uzak oldukları, anlamadan yalnızca boyun eğdikleri bile söylenebilir. Çağdışı bir konumda kalmak zorunda bırakılan medya ise, ne kendisine ne de politik yapılanmalara hizmet edebiliyor. Birtakım kişilere ve kavramlara takılı kalmış olan toplum, hep birlikte yerinde sayıp günü kurtarmaya çalıştığından, geleceğini biçimlendirmekle ilgilenmiyor. Tüm toplumsal kesimler, çağdışı bir görünüm kazanmış kavramlar ve klişelere takılıp kalınca da, toplumun tamamı çağdışı bir görünüme bürünüyor ve medyanın bu toplumu herhangi bir yöne doğru sürüklemesi olanaksızlaşıyor.
Deyim yerindeyse medya, olduğu yerde kalmak isteyen bir toplumu, olduğu yerde tutmaya çalışmaktan başka bir şey yapamıyor.
Peki ya Gençler? Onların bir bölümü politize ama büyük bölümü de apolitik yaşıyor…
GENÇLER TÜKETİM HAZZINDA! Bu süreci teknolojiye tamamıyla boyun eğen bir gençliğin değiştirmesi zor görünüyor. Çünkü onlar çağdaş teknolojiyi kullanmakla, çağdaş değerlere sahip insan olmak arasındaki ayrımla ciddi bir şekilde ilgilenmiyorlar. Her şey tüketim hazzına uygun bir şekilde anlık oluyor ve olduğu anda da unutuluyor. Gençler ve gelecek konusu, demokrasi açısından içinden acilen çıkılması gereken sıkıntılı bir sürece benziyor.
Hangi siyasi ve ekonomik gelişme olursa olsun, rengini değiştirmeyen bir kesim var. Nasıl oluyor bu durum?
İNANMASI ZOR… Yönetimdekiler, muhalefet, kamuoyu yoklama kuruluşları ya da başkalarının elde edilen sonuçların nesnel, güvenilir, gerçek bir çözümlemesini yapabileceklerine ve toplumun bu konuda nasıl düşündüğünü açıklayabileceklerine inanmakta zorlanıyorum.
Seçimde kitlelerin büyük ölçüde duygularıyla hareket ettiği söylenebilir. Ancak neden mantıklı değil de duygusal davrandıklarını tüm gerekçeleriyle ayrıntılı bir şekilde açıklayabilecek birileri var mı acaba?
SPEKÜLASYONLA GERÇEKLER ARASINDA SIKIŞTIK. Bu soruya belki de, açıklanacak ya da açıklanması gerekecek bir durum yok, diye yanıt verilebilir. Şeyler böyle olup bitti çünkü insanlar böyle istedi, Armağan kültüründen bakıldığında, bu basit bir 'alan el-veren el' ilişkisi deyip noktayı koyabiliriz. Ancak bizim akılcı nedenler ve çözümler üretmeye alışmış zihinlerimizin bu yanıtla yetinmeyeceği de ortada. Bu noktada salt spekülasyonla olası gerçekler arasına sıkışıp kalmaya mahkûmuz.
Toplumun duygularına boyun eğen bir yarısı, her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu düşündüğü bir evrende yaşarken; diğer yarısı da geleceğe, insan haklarına, özgürlüğe, eşitliğe, vs. inandığını söylediği bir evren istiyor gibi… Herkes duruşunda gerçekten samimi mi? Bunun yanıtını zaman, belki verecek belki de vermeyecek. Çünkü bu yanıtı alabilmek için, konunun üstünde uzun süre ciddi bir şekilde çalışmak gerekiyor.
Ne yaşanırsa yaşansın rengini değiştirmeyen insanlar konusunda ise, bunun kısmen temsili demokrasinin oyun kurallarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Bugün biraz araştırdığınızda, başta ABD olmak üzere, tüm köklü demokrasi kültürüne sahip toplumlarda, kimi partilerin neredeyse altmış, yetmiş, seksen hatta yüz yıl boyunca, belli bölgelerde yaklaşık aynı oy oranına sahip olduğu görüyorsunuz.
Çalkantılı süreçlerden geçen bizim kuşağımız, hiç böyle uzun süreli bir yönetim sürecine tanık olmadı. Dolayısıyla bu kısa yaşamda başka alternatifler yer almayacak mı gibi bir soru soran olabilir.
Türkiye, sözcüğün gerçek anlamında demokrat bir topluma, bir demokrasi kültürüne sahip mi? Değilse bunun için ne yapıyoruz gibi sorular sorulabilir. Zira bir konuda taraf olmuş bir kesimin dışında kalıp onların hoşuna gitmeyecek sorular sorduğunuzda da, apaçık dışlanıyorsunuz.
İKTİDAR-MUHALEFET AYNI… Çünkü sizin sorularınız ve yaklaşımınız, bu insanların kurdukları sanal dünyada yıkıcı bir girişim gibi algılanıyor.. Bu konuda iktidarla muhalefet arasında herhangi bir zihniyet farkı yok. Bu insanların yeni, yenilik, yenileşme dedikleri zaman bile gerçekten ne söylemeye çalıştıkları anlaşılmıyor. Az önce Almanlar konusunda ileri sürülen karakter özelliklerinin karşılıklarına baktığımızdaysa, bütünsel bir manzaradan çok, heterojen bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Örneğin, Türkiye'de yaşayan herkes iradesini tek bir kişiye devrediyor mu? Hayır, devretmiyor. Onda dörtlük oy potansiyeline sahip bir lider, başka bir partinin desteğiyle bunu ancak onda beş dolayına çıkartabildi. Diğerleriyse iradelerini beş, altı ayrı kişiye tamamen olmasa da kısmen devretti.
Nasıl bir toplum olduk böyle?
LİDERSİZ YAŞAYAMAYAN BİR TOPLUM! Sonuç olarak toplumun tamamı sanki bir dizi lidere gereksinim duyuyor. Politik liderlere gereksinim duymadığında, dini cemaat liderlerine gereksinim duyuyor. Köşe yazarlarına gereksinim duyuyor. Televizyon yorumcularına gereksinim duyuyor ve saire…
Nasıl çıkılacak bu durumdan, bu ruh halinden?
BİLİMSEL DÜŞÜNCENİN GÜNDELİK YAŞAMIN BİR PARÇASI OLMASIYLA O DA BELKİ… Yaşamın değişik alanlarındaki lider sayısı çoğaltılarak ya da eğitim ve öğretimin niteliği artırılarak, bilimin ve bilimsel düşüncenin gündelik yaşamın bir parçası olması sağlanarak liderlerin güçleri zayıflatılarak daha demokratik bir ortamın oluşturulmasına katkıda bulunulabilir. Karşılıklı hakaret, meydan okuma, çamur atmalarla hiçbir yere gidilemez, hiçbir sonuç alınamaz. Bence o dönemler çoktan sona erdi.
Çare desem son olarak?
'KAOS'TAN DÜZEN DOĞAR. Geleceğin Türkiye'sini biçimlendirme konusunda başarılı olmak isteyenlerin politikaya ciddi mesai harcamaları, bu mesleği yalnızca kişisel bir prestij ve itibar kazanma aracı olarak görmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Nitelikli politikaların yaşama geçirilebilmesi için, gerçek demokrasi kültürüne sahip çok nitelikli insanlara ihtiyacımız var. Herkesin böyle bir ihtiyacı var mı? Görünüşe göre pek yok. Demokrasi kavramı, mevcut koşullarda içi kimi zaman boşaltılan kimi zaman keyfi bir şekilde doldurulan belirsiz bir kavram olmayı sürdürüyor. Buna dur demesi gereken varlıklar bilinçli, gelecek vizyonu olan, ülkesini dünyanın nitelikli toplumları arasında sokmak isteyen bireylerdir. Şu anki manzara bir kaosu andırıyor, ancak sanırım Brecht'in de dediği gibi, kaostan düzen doğar. Türkiye gerçek bir aydınlanma yaşadığı takdirde, dünyanın en cana yakın ve güzel ülkelerinden biri olabilir.