Yazarımız Gönül Soyoğul, Uğur Mumcu cinayeti dosyasını aradan 20 yıl geçtikten sonra biriktirdiği duygu/anı ve bilgilerle bir anlamda yeniden açan TBMM Başkanvekili, CHP İzmir Milletvekili Güldal Mumcu’yla konuştu. Kaleme aldığı ‘İçimden Geçen Zaman’ı sordu. Cinayetten derin devlete, 20 yıl boyunca çarptığı duvarlardan hukuka, ‘adaletin ölümü’ne kadar, Mumcu yanıtladı…
Uğur Mumcu gibi toplumun tüm kesimlerinin saygısını, sevgisini, güvenini kazanmış bir aydının eşinin pes etmeye hakkı olmadığını düşündüğünden mi, yoksa zaten güçlü bir kadın olduğundan mı? Ya da ikisi birden belki.... Mumcu'nun öldürülmesinden itibaren dimdik bir kadın bulduk karşımızda... 20 yıl geçti, O hala dimdik.
Kocasının 20 yıldır aydınlanamayan cinayetinin izini süren, mücadelesini her koşulda hep devam ettiren, hiç pes etmeyen, savaşan; TBMM Başkanvekili, CHP İzmir Milletvekili Güldal Mumcu, şimdi de 'İçimden Geçen Zaman' adlı kitabıyla karşımızda…
İmza günleriyle, sohbetlerle yeniden ve yeniden bu cinayetin aydınlanması için verdiği bu mücadeleyi, gayreti bir kez daha gösterdiği günlerde, O'nunla sohbet ediyoruz.
GÖNÜL SOYOÐUL: Güldal Hanım hakikaten çok güçlü bir portre çiziyorsunuz. Egedesonsöz'deki yazımda da söylemiştim, 'Nasıl güçlü, nasıl vakur, kendinden emin ve kendine güvenen, acılı ama o acıya pes etmeyen bir kadın' demiştim… Tabiatınız hep mi böyleydi yoksa insanlar zor zamanlarda mı asıl kişiliğini buluyor? Ne diyorsunuz?
GÜLDAL MUMCU: Belki doğuştan böyle bir yapım var. Çok sakin bir yapıya sahibim ama 'Neden böyle davranıyorsunuz, bazen olaylar mı böyle yapıyor?' diyorsunuz... Haklıyız… Haklı olanlar her zaman bu toplumda ezilmek istenmiştir. Haklıyız ve haklı olduğumuz için bizim eğik durmaya da hakkımız yok! Haklılar hiçbir zaman eğilmemeliler. Eğildiğiniz an haksızlık üstünüzde yol alır gider. Sustuğunuz an suskunluğunuzun üzerinden sizi ezmeye devam ederler. Soru sormadığınız zaman, sizi derin karanlık kuyuların içinde dilsiz bırakırlar. Onun için bu haklı olmamız bizim soru sormamızı gerektiriyor. Ama haksızlar toplumda haklıları ezmek için ellerinden gelen şekilde konuşuyorlar. Sanırım biraz yapımdan kaynaklanan haksızlığa karşı durma bilinci fazla olan bir insan olarak, olayın peşine düşüp bunun neden ve niçinini aramaya gayret gösterdim. Bunu yaparken de tek başıma değildim, değilim. Bu tek başına olan bir iş değil! Bu sorgulama halkla beraber yapılan bir iş! O cenazedeki kalabalık, o halkın isyanı, soru sorması ve sevgisi bu direnme gücünü de yarattı bende... Yalnız olmadığımı her zaman hissettim. Yalnız değilim… 'Haklılar her zaman benim yanımda' diye düşündüm O da bana güç verdi. O gücü karşılıklı birbirimizden etkilenerek aldık.
SOYOÐUL: Kitabınızda Özge'yle birlikte geçen bir anne-çocuk diyalogunuz var. Orada anlatıyorsunuz; 'Bu kadar insan sizin acınızı paylaştı, sizde acı kalmadı, artık sizde sadece babanızın onuru kaldı' diyorsunuz. Özge size dönüyor ve diyor ki: Artık acı yok değil mi? 'Evet yok' diye yanıt veriyorsunuz. Bu arada bu konuşmaya şahit olan babanızın size 'Ne kadar tuhaf bir kadınsın sen!' dediğini yazıyorsunuz. Öyle mi düşünüyorsunuz?
MUMCU: Babam kızını tanıyor tabii... Allah rahmet eylesin, burada İzmir'de yaşıyordu. Babam bunca yıllık kızını tanıyor. Biliyor ama böyle bir olay karşısında nasıl davranacağını bilemiyor.
SOYOÐUL: Bunu kimse bilemez zaten…
MUMCU: Ben bile bilemem. Doğrusunu isterseniz bunu kişilerin kendisi de bilemez. Bazen 'öyle yapmam, bunu yaparım' dememesi lazım insanların. Kendileri çok fazla bağlamamaları lazım... Çünkü olaylar olduğu zaman o durumda ne yapması gerektiğine o anki bilinci, birikimi yön gösteriyor.
SOYOÐUL: Kitabınız adı 'İçimden Geçen Zaman'... Neden İçimden Geçen Zaman? İki zaman mı var?
MUMCU: Aslında izafiyet teorisini düşünürseniz tek zaman var ama hissedilen zamanlar farklı... Einstein der ki; 'Sevgilinin yanında geçen 10 dakikayla ıstırap içinde geçirilen 10 dakika birbiriyle aynı hissedilmez...' Sevgilinin yanındaki 10 dakika su gibi uçup gider. Bugün Sevgililer Günü... Belki şu anda oturduğumuz kafede sevgililer bir arada... Ama sıkıntı içinde yaşayan çok zor bir durum altında kalanlarda 10 dakika geçmez bilmez, saate bakar durmadan... Buradaki olay da öyle... 'İçimden Geçen Zaman' çok uzun bir zaman... Aynı zaman ama çok uzun bir zaman... Üstümden akan zaman aynı zamanın yaşamam gerekliliğini bana söyleyen bir zaman... Ayrı bir zaman...
SOYOÐUL: Sizin bu kitabı yazma sürecini değişik röportajlarda da okudum ama okumayanlar için tekrar sorayım; bir kayıt tutmuşsunuz değil mi? O yaşananları bir teybe aktarmışsınız. Bazen teybe bazen küçük kağıtlara... Çünkü insan kitabı okuyunca 'Bu kadar çok şeyi nasıl aklında tuttu?' diye şaşırıyor… Son derece karışık bir cinayette kronolojik olarak nasıl hatırladığınızı soruyor kendine?
MUMCU: Benim o sıralar teybe okumak, not tutmak gibi bir fikrim yoktu. Fakat cenaze kalktıktan bir müddet sonra arkadaşlarım 'Unutursun' dediler… Biliyorsunuz bellek unutmakla malul... O sakatlanmış belleğin önüne geçmek, taze hafıza haline dönüştürmek için, 'İstersen anlat olayları' dediler. Ben de 'Nasıl anlatayım?' dedim… Kendi kendime anlatamam ki! Günlük tutma alışkanlığımız yok, edinmemişiz. Edinilmesi gerektiğini öneriyorum herkese... Bundan sonra da yine çok fazla günlük tuttuğumu söylemeyeceğim ama önemli olayları not tutmaya başladım. 'Bunu tek başıma yapamayacağım' deyince de arkadaşım dedi ki; 'Ben otururum karşına… Beraber sohbet ederiz, geçen olayları anlatırsın.' Biz bunu yaptık. Yaşadığımız olayların detaylarından çocuklar fazla rahatsız olmasın diye, onların bulunmadığı zaman ve ortamlarda arkadaşımla konuştuk ve ben o kasetleri de Demet Hanım'a verdim. Çünkü bir travmanın üstüne karşılaşılan bazı olaylar vardı orada… Onların her birini öğrenmeleri de onları daha da rahatsız edecekti. Örneğin, o kadar çok dikkat etmişim ki; o bayram günü eve gelen ve ancak evde olmadığım için anne ve babama beni öldürmekle görevli olduğunu söyleyen şahsın notlarından hiç bahsetmemişim. Kitapta öğrendi Özgür okuduğunda… O kadar fazla yoğun olayların içindelerdi ki ayrıca bir de bunlar için üzülsünler istemedim. Zaten çok fazla üzüldüler. Sonra yazmaya karar verdim. Yazmaya karar verdiğiniz zaman yazma işi o kadar kolay olmuyor. Her zaman söylüyorum o ilk üç günü yazmak çok zor bir hadiseydi ve bir ara vazgeçtim. Ama sonra tabii çeşitli şekillerde teşvik ve destekle devam etmem gerektiğini düşündüm. Zor bir süreçti ama tamamladım. Bazıları soruyor 'Neden şimdi, daha önce değil?' diye... Yani bu tür olayları 'İyi ki yazmışım' demek ayrı bir şey, yazmayabilirim de doğrusu... Bunu yazmak için kimse zorlamadı. Ama bir sorumluluk bilinciyle de yazdım. Kuşaklara kalsın; bu ülke nasıl bir ülke, bu ülke aydınını nasıl acımacısızca öldürülmesine göz yuman bir ülke ve hukuk sistemi bu olayı kapatmak için nasıl bir çaba sarf ediyor... Bunlar böyle detaylı olarak gözler önüne seriliyor ve bugünkü yargılama sistemimizi de gözler önüne seriyor. Bunu okuduğunuz zaman bugünkü haksız tutuklamaların neden olduğunu daha net algılayabiliyoruz. Çünkü bugün ileri sürüldüğü gibi demokratikleşme ve hukuk devleti olma yolunda adım atılmış gibi bir şey yok ve aynı derin devleti koruma, şimdi de aynı şekilde devam ediyor.
SOYOÐUL: Zaten kitabın bitirdiğinizde, 'aslında cevabı da buluyorsunuz... Yani kimler, hangi yapılar etkili olmuş ve neler saklanmış… Sanıyorum sizin de amacınız derin yapıyı bir anlamda deşifre etmekti. Her ne kadar katili deşifre edemeseniz de…
MUMCU: Evet, birebir 'Şu kişi yapmış' diye söyleyemiyorsunuz çünkü Uğur'un olayında bir sanık hiç yakalanmadı. O yok ortada! Bu kimya mühendisi, bombayı yapan, kod adı Cihan Oğuzdemir diye bir şahıs... Hiç yakalanmadı. Her zaman söylüyorum, belki de o yüreğimizi yakan Sivas olayından sonra aranan sanık gibi dibimizde oturuyor da olabilir! Öldüğünde öğreneceğiz belki... Kırmızı bültenlerle aranıyor ama yan komşumuz olarak dibimizde oturuyor olabiliyorlar. Öyle bir yapılanma var. Bunun üstesinden gelinebilmesi için bu ülkede bir hukuk devletinin yerleşmesi lazım... Hukukun üstünlüğünün getirilmesi lazım... Savcılar ve hakimlerin emirle ve baskıyla karar vermemeleri lazım. O aşamaya geleceğimiz günler çok uzak olmasa gerek diye düşünüyorum. Artık toplumun buna direnmesi, isyan etmesi lazım! Hukuk ve adaletin olmadığı yerde hiçbir şey yok. Hakkınızı arayamıyorsunuz ama bugünden daha yeni olmuş bir şey de değil... Orta Çağ'dan beri aynı şey! Biz ülkemizde hala Orta Çağ'ın hukuk anlamında karanlığın içindeysek, bu bizim ülkemizin de ayıbı! Toplum olarak buna karşı çıkmamız lazım. Size bir örnek anlatayım adalet konusunda... Orta Çağ zamanı, Orta Avrupa ülkesinde bir köyde, köylüler tarlara gitmişler işlerini yapıyorlar. Çan sesini duyuyorlar. 'Kim öldü' diye birbirlerine soruyorlar ve meydana toplanıyorlar. Soruyorlar: Bu çanı kim çaldı? Herkes birbirine 'Kim öldü?' diyor… Bir adam çıkıyor ve diyor ki: O çanı ben çaldım! 'Hayırdır kim öldü?' diyor köylüler, 'Toprak ağasıyla toprak konusunda bir davam vardı, çok haklıydım, mahkeme ağadan yana karar verdi. Ben de geldim, çanı çaldım çünkü adalet öldü' diyor. Adaletin öldüğü bir toplumda, adalet duygusunun zedelendiği bir toplumda hiçbir şey yerli yerine oturamıyor, oturamaz da. Bunu çok çabuk düzeltmek durumundayız.
SOYOÐUL: Sizin kitabınızda içimi acıtan şeyler var ama özellikle başlığı 'Anımsatmalar' olan bölümde şöyle diyorsunuz: 24 Ocak 1993'den bu yana 12 hükümet, 8 başbakan, 16 içişleri bakanı, 16 adalet bakanı, 9 milli savunma bakanı, 10 emniyet genel müdürü, 10 İstanbul emniyet müdür değişmiş. O gün görevde bulunanlar dahil 20 yıl geçmiş ve bu cinayet aydınlatılamamış!
MUMCU: Bizim olayımızda 3 kişi var. İkisi mahkum oldu, bir tanesi hala bulunamadı. Bu kişiler de bu işi yapmadıklarını iddia ettiler ve bunlara bu emri verenler ortada yok! Adam diyor ki; 'Ben yapmadım' ama deliller onun yaptığını gösteriyor. Şimdi burada başa dönersem, siz 14 Şubat Günü'nü anlattınız... Sevgililer Günü'nden 4 gün sonra 18 Şubat'ta olayı soruşturmakla görevli DGM Savcısı bilgime başvurmak için eve geldi. Orada tartıştık… Çünkü 'Ben Uğur Bey'i tanırdım' dedi… Dedim ki; 'Tabii ki tanırdınız ama otopsi raporunda çok tanıdığınız bir kişiden bahsediyorsunuz; gözlerini, mavi saçlarını beyaz yapmışsınız' dedim… 'Öyle mi?' dedi. Böyle bir rapora imza attığını söyledim. 'Diğerlerine de sorun' deyince de 'Ama siz savcısınız, okumadığınız raporlara imza mı atıyorsunuz o zaman?' dedim. Böyle bir tartışmayla başladık, sonra olayı konuştuk. 3 patlama sesi duyduğumu söyledim, 'Yaz kızım bir patlama oldu' dedi… 'Savcı Bey 3 patlama duydum ben' diye düzelttim, 'Bunlar ayrıntı' yanıtını verdi. Hukukçu değilim ama siyasal bilgiler fakültesinden mezunum. Orada da hukuk almışız… Ceza davalarının ayrıntılarla çözüldüğünü biliyoruz. 'Bu önemlidir' dedim ama yine '3 patlama oldu' diye yazdırmadı.
Nedenini bu tartışmalardan sonra 'Üstüme gelmeyin Güldal Hanım, bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözer' sözleriyle açıkladı. Ben de 'Amerikan filmlerinde olduğunu gibi - - Bu işi kimin yaptığını sorarlarsa kendi başınıza yaptınız – gibi mi?' diye sordum. 'Evet' dedi. O filmlerde, hatırlarsınız; delilleri yok eden ve karartan temizlikçiler vardı… 'Temizlikçilerini de yolladılar mı?' diyorum, yine 'Evet' diyor. 18 Şubat günü devlet diyor ki 'Bu işi devlet yapmıştır!'… Ve biz böyle bir yolda, böyle bir mücadelenin içine giriyoruz… Soruşturmaları ve soruşturma konusunda neler yaptıkları, belgeleri, bizim verdiğimiz dilekçelere ne cevaplar verdikleri, mahkemelerde nasıl davrandıkları… Art arda konduğu zaman ortaya devletin gerçeğin ortaya çıkmaması için çeşitli şekillerde olayları kapatma, karartma yaptığını, bir temizlik harekatı yapıldığını görüyoruz. Baştan söylenmiş bir hareketin üstüne insan kabul etmek istemiyor. Çünkü bu devlet bütün vatandaşlarının can güvenliğini korumakla yükümlü ve ona karşı yapılmış bir saldırının gerçek faillerini ortaya çıkarmakla yükümlü... Ben devletime güvenmeyeceksem öleyim! Devlet böyle bir suç aygıtının enstrümanı olmuş hissi daha vahim bir tablo... Şimdi de görüyoruz, hatırlayın CD'lerin içine bir şeyler koymalar, kamera görüntülerinin yok edilmesi… Yani önemli davalarda, önemli suikast olaylarının hepsinde bir karartmayı görüyoruz. Yani temizlikçiler her zaman iş başında! Peki devlet dediğimiz bu yapılanmanın içindeki bu kilitlenmiş olay nedir, devletin içindeki bu kişiler kimdir, 'Devlet yapmıştır'ın kavramı nedir?
Nedenini bu tartışmalardan sonra 'Üstüme gelmeyin Güldal Hanım, bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözer' sözleriyle açıkladı. Ben de 'Amerikan filmlerinde olduğunu gibi - - Bu işi kimin yaptığını sorarlarsa kendi başınıza yaptınız – gibi mi?' diye sordum. 'Evet' dedi. O filmlerde, hatırlarsınız; delilleri yok eden ve karartan temizlikçiler vardı… 'Temizlikçilerini de yolladılar mı?' diyorum, yine 'Evet' diyor. 18 Şubat günü devlet diyor ki 'Bu işi devlet yapmıştır!'… Ve biz böyle bir yolda, böyle bir mücadelenin içine giriyoruz… Soruşturmaları ve soruşturma konusunda neler yaptıkları, belgeleri, bizim verdiğimiz dilekçelere ne cevaplar verdikleri, mahkemelerde nasıl davrandıkları… Art arda konduğu zaman ortaya devletin gerçeğin ortaya çıkmaması için çeşitli şekillerde olayları kapatma, karartma yaptığını, bir temizlik harekatı yapıldığını görüyoruz. Baştan söylenmiş bir hareketin üstüne insan kabul etmek istemiyor. Çünkü bu devlet bütün vatandaşlarının can güvenliğini korumakla yükümlü ve ona karşı yapılmış bir saldırının gerçek faillerini ortaya çıkarmakla yükümlü... Ben devletime güvenmeyeceksem öleyim! Devlet böyle bir suç aygıtının enstrümanı olmuş hissi daha vahim bir tablo... Şimdi de görüyoruz, hatırlayın CD'lerin içine bir şeyler koymalar, kamera görüntülerinin yok edilmesi… Yani önemli davalarda, önemli suikast olaylarının hepsinde bir karartmayı görüyoruz. Yani temizlikçiler her zaman iş başında! Peki devlet dediğimiz bu yapılanmanın içindeki bu kilitlenmiş olay nedir, devletin içindeki bu kişiler kimdir, 'Devlet yapmıştır'ın kavramı nedir?
Bu olaydan sonra ikinci savcıydı galiba… 'Dosya yeni bir savcıya verildi' diye gittik… Ve o savcı, Kemal Ayhan'ı ziyaret ettik Uğur'un ablasıyla birlikte… Dedik ki 'Dosyayı aldınız, incelediniz mi?', 'Evet inceledim' dedi. 'Söyler misiniz ne var bunun arkasında, kimler var buldunuz mu?' dedik. 'Uluslararası istihbarat örgütleri, mafya ve karanlık ilişkiler' dedi… 'İyi de bunu aydaki adamlarla işlemediler ki, bu cinayet buradaki etiyle canıyla bazı insanlarla birlikte işlendi. Bunları yakalamanız lazım sizin. Tamam arkasında bunların olduğunu tespit ettiniz demek ki kişiler de biliniyor ki bağlantılar bulundu' dedim… 'Evet onları da araştırıyoruz, onları da bulacağız' diye yanıt verdi. Neyse biz ayrıldık, o savcı evinde ölü bulundu. Evinde ölü bulunuyor, otopsi yapılmıyor hemen defnediliyor! Önemli davalara da bakan savcı! Aradan yıllar geçti, ben bu kitabı yazdıktan sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde birkaç bölüm tefrika olunca muhabir arkadaşlar gitmişler o zamanın DGM başsavcısı Nusret Demiral'a bunu sormuşlar… 'Neden otopsi yapmadınız' diye… O da 'Benim kalbim müsterih... Biz o olay için gereken her şeyi yaptık. Adam zaten şişman çocuktu' diye yanıt vermiş. Yani 'Ölebilir' diyor, her şişman dikkat etsin yani, ölebilir! Bir de ailesi bana kızdı. 'Neden otopsi yapmadınız?' diye dilekçe verdim. Bunun üzerine ailesi otopsi istedim diye bana kızdı. Onlar da merak etmedi.
SOYOÐUL: Güldal Hanım 2007'den bu yana parlamentodasınız. İkinci dönem İzmir milletvekili seçildiniz. TBMM'nin başkanvekilisiniz. Parlamentoda görev yapıp eşinizin cinayetinin tam olarak aydınlatılmamış olmasıyla ilgili olarak… 'Buradayım, buna rağmen olmadı' şeklinde içinizi daha da acıtan duygu var mı?
MUMCU: TBMM bu cinayetlerin neresinde durur neresinde durmaz onu söyleyeyim öncelikle... 1996 yılında TBMM'de iki tane komisyon kuruldu. Birisi faili meçhulleri araştırma komisyonu, bir tanesi de Uğur Mumcu cinayetini araştırma komisyonu... Yani TBMM Uğur Mumcu cinayetini araştırması için komisyon kurmuş bir meclis! Faili meçhul cinayetler komisyonunun raporu genel kurula inemedi, tartışılmadı, sonuçları görüşülmedi. Ama Uğur Mumcu cinayetini araştırma komisyonu raporu Meclis'te görüşüldü. Bir de şöyle bir prosedürü var onun, Meclis'te görüşüldükten sonra onun Meclis Başkanı tarafından yürütmeye yollanması lazım. O zamanın Meclis Başkanı Hikmet Çetin'di... Bu raporun kadük olmaması için ondan yollamasını rica ettim. O yolladı. Mesut Yılmaz Başbakan'dı ve komisyon raporunun sonunda hangi noktaların ihmal edildiği sıralanmıştı. Ve o komisyon raporunu Başbakan Mesut Yılmaz da İçişleri Bakanlığı'na gönderdi ve gereğinin yapılmasını istedi. Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'dı… Biz de boş durmadık bu komisyon raporundan sonra İçişleri Bakanlığı'na dilekçeyle başvurduk. 'Bu komisyonun raporunun gereğini lütfen yerine getiririniz' dedik. Bunlar bu kitapta var. Sonuçta yeniden araştırıldı ve 'Umut Operasyonu' ortaya çıktı. Esas yargılanma, Umut Davası, bu meclis araştırma komisyonun raporunun İçişleri Bakanlığı'na gitmesi ve bu şekilde olmasının sonucudur. Şimdi bugüne geldiğimizde… Faili meçhul cinayetlerinin araştırılması için en az 5 tane komisyon kurulmasına dair CHP'nin önerisi var. Bu önerilerin bir tanesi aynı zamanda Uğur Mumcu cinayetinin yeniden araştırılmasını talep eden bir öneri... Bu önerilerin hepsi Adalet ve Kalkınma Partisi'nin oylarıyla reddedildi. Bir şey yapılmadı değil. Yapılıyor fakat duvarlar önümüze çıkmaya devam ediyor. Faili meçhullerle mücadele edeceklerini ya da demokrasiyi gerçekten getireceklerini iddia eden partiler iktidar oldukları zaman bunun önüne engel çıkıyorlar, set çekiliyor! TBMM'nin yapabileceği bir işlem budur. Uğur Mumcu cinayeti komisyonunun kurulmasında başarılmıştır… Doğrudur, yeterliliği ayrı bir tartışma konusudur. Ama bu rapora dayanılarak bir operasyon başlamış ve bir dava açılmış, o dava da sonuçlanmıştır. Hiç olmazsa elimizde yine de nerede ne tıkanıyor, kim arkasında duruyor, kim örtmeye çalışıyor, gene de bir önünü açmıştır. Ama bu sefer bütün gayretlerimize rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi bunun açıklanması, aydınlığa kavuşturulması kabul etmediği için… Ne faili meçhuller için açtı, ne de Uğur Mumcu'nun dahil olduğu bir komisyonu tekrar hayata geçirtti.
SOYOÐUL: Sizin mücadeleniz aslında hiç bitmiyor. 20 yıldır eşinizin cinayetinin aydınlatılması için gösterdiğiniz çabalar bitmiyor. Mesela bir vakıf kurdunuz eşinizin adına. Vakıftaki durum, çalışmalar ne durumda ve bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?
MUMCU: 1994 yılında Özgür, Özge ve ben birlikte bir vakıf kurduk: Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı... Bunu kurmamızın esas nedeni cinayetlerle insanların bedenini yok edebilirsiniz ama onların aydınlanma savaşını, halkı bilgilendirme uğraşını yok edemezsiniz… Edemeyeceklerini gösterebilmek için bu vakfı kurduk. Burada biz meslek edindiriyoruz. Araştırmacı ruhu olan gençleri basına kazandırıyoruz. Bugün 20'nin üstünde gencimiz basında çalışıyor, bu benim için çok mutluluk verici bir olay... Aynı zamanda Uğur'un bütün kitaplarını, bütün yazılarını ve araştırmalarını kitap dizileri halinde getirdik ve bellek olsun diye satışa sunduk. Doğrusunu isterseniz de çok mutluyum, gençler talep ediyorlar, alıyorlar, okuyorlar. Türkiye'nin yakın tarihinde neler olmuş, neler bitmişi algılayabilmek için çok önemli bir referanstır Uğur'un yazıları… Onun ötesinde 'Neden öldürdüler?' diye bir dizi yaptık. Burada da karanlıkta kalmış bütün siyasi cinayetlerin, Sivas, Maraş, Gazi olaylarının da yer aldığı bir araştırma dizisi yaptık. Bunu da siyasi cinayetlerinin neden olduğunu öğrenmek isteyenlere bellek olsun diye yaptık. Ayrıca yazma seminerleri yapıyoruz, biliyorsunuz biz sözel bir toplumuz... Söz uçar yazı kalır ve yazının kalmasını teşvik etmek için seminerler yapıyoruz. Felsefe, siyasi düşünce tarihi… Biliyorsunuz felsefeyi okullarda derslerimizden kaldırdılar. Yani insanın var olmasını sorgulamak ve insanın bilincinin gelişmesini sağlayacak olan felsefe ortadan kalkınca biz felsefe seminerleri de veriyoruz.
SOYOÐUL: Bu kitabı size yazdıran nedenlerinden bir tanesi de felsefe seminerlerine katılan bir yazarın 'Bunu yazman lazım' demesi üzerine hız kazanıyor gibi...
MUMCU: Yazma seminerine katılan değil, yazma seminerinde ders veren Mehmet Eroğlu… Başta da anlattığım gibi yazarken canım acıyor, ona şikayette bulunuyorum, 'Yazma' demesini bekliyorum. Beni dinledikten sonra dedi ki; 'Güldal bırak-yazma diyeceğimi düşünüyorsan, olamaz, bunu benden duyamazsın, tabii ki yazacaksın…' Doğru söylüyor tabii. O bana sorumluluğumu tekrar hatırlattı… Söz uçup gidiyor. Buradaki birçok belge devletin arşivlerinde var. Devlet de birçok şeyi sakladığına göre ben de bunları kitaba koydum.
SOYOÐUL: Vakıf olarak siz yeni gazetecilerin yetişmesine ön ayak oluyorsunuz, ama bir Uğur Mumcu çıkmıyor Güldal Hanım... Neden? Biz 'Uğur Mumcu bunu mutlaka yazar' derdik. Hala demeye devam ediyoruz; çünkü Onun yerini dolduracak bir isim gelmedi.
MUMCU: Olması için elimden gelen gayreti gösteriyorum. Herkesin de göstermesini diliyorum. Çünkü bazen de koşullar onu yaratıyor tabii... Öncelikle iyi bir hukukçu olacaksınız, hukukun üstünlüğüne inanacaksınız, devrimci olacaksınız çünkü dünya durağanlığı sevmez. Dünya devrimle gelişmiştir. Biz ise devrim lafından korkuyoruz. Bunu 'yenilikçi' diye düzeltiyorlar. Hayır, devrimci olacaksınız! Hayat devrim üstüne kurgulanıyor, dünya devrimle yeni kapılarını açıyor. Çok basit bir örnek söyleyeceğim; Matbaa olmasaydı ne olacaktı? Matbaanın karşısında da direnen var. Devrimci olacaksınız çünkü emeğin yanında duracaksınız. Haksızlığa uğrayanın yanında bulunacaksınız. Eziyete uğrayanın yanında duracaksınız. Bunlar için de korkmayacaksınız. Bunları içinde hisseden insanlar var, ben görüyorum ama o kadar yoğun baskı var ki… Bu baskının üstesinden gelinebilir ama insanlar güçlerinin farkında değiller... Bir de eninde sonunda hepimizin birer mezar taşının olacağını unutmamak lazım. Ama Uğur'un da dediği gibi, şimdiden mezar taşı gibi sessiz olmamak lazım!
SOYOÐUL: Bir meslektaşımız 'Uğur Mumcu yaşıyor olsaydı şimdi Silivri'de olurdu' dedi. Buna katılır mısınız?
MUMCU: Olma olasılığı yüksek tabii. Çünkü muhalif ses istemiyorlar, sorgu sual istemiyorlar!
SOYOÐUL: Bombayla parçalanan aracını da size verdiler…
MUMCU: Onu çeşitli şekillerde verme teşebbüsünde bulunmuşlardı! Sonunda verdiler..
SOYOÐUL: Sizin de o aracı İzmir Basın Müzesi'ne vereceğiniz ile ilgili haberler çıktı…
MUMCU: Onun kararını daha vermedik. Onu hukukçu arkadaşlarla, çocuklarla etraflıca tekrar konuşacağız. Doğrusunu isterseniz bu yoğunlukta da konuşamadık. Buna en uygun bir şekilde karar vereceğimizi düşünüyorum. O zaman da açıklarız. 'İbret olsun' diye de düşünülsün istemiyorum. Şöyle düşünülmesin; araba öyle görüldüğü zaman, 'Sonucun da böyle olur' diyerek gazetecilerin bir şekilde korkutulduklarını düşünmelerini istemiyorum. Bu şöyle bir ibret olsun: 'Kendileri savaş vermediği sürece basın ve mücadele edecek olan kişiler suskun kaldığı sürece, bu toplum ayağa kalkmadığı sürece böyle arabalar çok olur' diye bakmalarını istiyorum.
SOYOÐUL: Şunu da sormak isterim; erkeklerin yoğunlukta olduğu TBMM'de bir kadın başkanvekili olarak baktığınızda ne görüyorsunuz? Nasıl görünüyor kürsüden?
MUMCU: Çok erkek görüyorum! (Kahkahalar)
SOYOÐUL: Görebildiğiniz kadınlar parti ayırmadan söylüyorum, dişe diş mücadele ediyorlar mı peki? Güçlerini ortaya koyuyorlar mı?
MUMCU: Kürsüye çıktıklarında konuları neyse güzel konuşanları da var. Bunu erkekler için de söyleyebilirim kadınlar için de... Güzel konuşan, siyasi görüşüne göre yerli yerinde, 'güzel' diye nitelendirebileceğimiz konuşmalar da yapılıyor. Ama çok seyrek tabii... Şimdi parlamento, adı üstünde konuşmadan gelir, konuşma yeridir! Biz de 'meclis' deriz. Meclis de cülustan yani oturmadan gelmedir. Biz de genelde 'Haydi gidelim bir yere oturalım' vardır, 'Haydi gidelim bir yerde sohbet edelim' yoktur. Bizde konuşma, genellikle ikinci plandadır. Konuşmayı ikinci plana ittiğimiz için hoş, esprili konuşan siyasetçi arıyoruz. Parlamentolara renk katanın da bu karşılıklı atışmalar olması gerek. Ben de bizim meclisimizde böyle zeka pırıltıları içeren, renk katacak atışmalar bekliyorum. Bizde genel olarak hakaret içerikli atışmalar oluyor. Halbuki karşılıklı çok hoş espriler olabilmeli. 'Parlamentoda bir renk olmalı' diye düşünüyorum. Biraz onlar noksan. Uğur, yıllar önce 'Söz Meclis'ten İçeri' diye bu parlamentoda yaşananları anlatmıştı. O zaman neleri eleştirdirdiyse şimdi de aynı şeyler geçerli... Uğur orada İngiliz Parlamentosu'ndan bir örneği anlatmıştı. Parlamentoda bir kadın, İngiliz Başbakan Sir Adley'e 'Eğer sizin karınız olsaydım içkinize zehir katardım' diyor… Bu bizim meclisimizde olsa, 'Vay namussuz, haysiyetsiz, sen kimi öldüreceksin?' falan diye kıyamet kopar… Ama Başbakan çıkıyor diyor ki: Eğer siz benim eşim olsaydınız ben o içkiyi seve seve içerdim! Ağır bir laf atmaya zarif bir şekilde yanıt veriyor. Bunun için biraz konuşmanın yerleşmesi gerekiyor. Oturalım güzel güzel konuşalım.
SOYOÐUL: Meclis'le ilgili anılarınızı, anekdotlarınızı yazmayı düşünür müsünüz? Yazma serüveninizi merak ediyorum. Bununla kalmayacaktır herhalde…
MUMCU: Onu bilemiyorum. Bir sorumluluk bilinciyle bunu yaptım. Ama hayat ne gösterir bilemiyorum, belki de yazarım.
SOYOÐUL: Aşağı yukarı bir yıl kaldı seçimlere... İzmir milletvekilisiniz. Seçmenlerle konuşmalarınız ışığında İzmir geleceği hakkında düşünüyorsunuz?
MUMCU: Ben İzmir'i aydınlık görüyorum. Pırıl pırıl, şıkır şıkır görüyorum. Tertemiz bir şehir... Benim ailem 1976 yılından beri İzmir'de ve İzmir'i ben zaman içinde yaşadım, nasıl güzel bir hale dönüştüğünü gördüm. Birçok insan İzmir'i kirli paslı görse de ben İzmir'i şıkır şıkır görüyorum. Çünkü zihinler pırıl pırıl… Onun için yerel seçimlerinde de yine o parlaklığı, o güzelliği ,o aydınlığı rahatlığı göreceğiz… Bir kere Ankara'dan İzmir'e gelince müthiş bir rahatlık hissediyorum. Stres gidiyor, 'Ne güzel bir şehre geldim' duygusu hissediyorum. Bunu her zaman hissettim şimdi daha çok hissediyorum çünkü çok güzel değişimler dönüşümler yaşatıyor Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanlarımız. Bu böyle devam edecektir diye düşünüyorum. İzmir'in aydınlığı bunu bırakmaz! Hele kadınlar, kendi geleceğiyle ilgili, o güven veren şehir hayatını katiyen bırakmazlar. Ben kadınlara güveniyorum.