Hanzade Ünuz, Fark Yaratanlar’da Almanya’nın Köln kentinde yaşayan Türk besteci ve orkestra şefi Betin Güneş ile sanat yolculuğunu konuştu...
Çocukların bir bakışı vardır…
Neşeli, enerjik, samimi.
Eller kollar da durmaz konuşurken.
Heyecanla anlatırken soluk soluğa kalırlar.
Günlerdir konuşmamış gibi içlerini dökerler.
Kalpleri göz önünde, dokunacak kadar yakındır.
19 senfoni yazmış tek Türk besteci Betin Güneş'le sohbet ederken…
İşte aynı böyle naif bir çocuk vardı karşımda.
Kelimeleri düşüncelerine yetişemeyen...
Duyguları notalara akan...
5 yaşında 'Absolute Kulak' olarak keşfedilmiş üstün bir yetenek.
İstanbul'da Boğaz çocuğu olarak yetişse de müzik aşkıyla rotasını Almanya'ya çevirmiş.
Türkiye'nin sanat elçisi olarak 36 yıldır yurtdışında yaşıyor.
Toplam yedi diploması var.
Köln Senfoni Orkestrası ve Turkish Chamber (Türk Oda Orkestrası)'nı kurmuş ve yönetiyor.
Almanya eski Cumhurbaşkanları'ndan Walter Scheel'in, 'Sizin gibi piyona çalabilmek için mesleğimi değiştirmeye razıyım' dediği bir sanatçı.
Zamanı unutarak yazdığı senfonilerde ilahi dokunuşlar olduğuna inanıyor.
'Bu hayattaki görevim müzikle hasbelkader bir lezzet katmak' diyor.
Ve en önemlisi,
İnsanlığın savaşlardan arınıp huzura kavuşması için, 'Her eve bir piyano girse...' önerisinde bulunuyor.
Gerçek bir Türkiye sevdalısı besteci ve orkestra şefi Betin Güneş ile Köln'de buluştuk. Betin Güneş, sanat için yelken açtığı Avrupa ve hayat macerasını anlattı...
-Öykünüz nasıl başladı, müzik hayatınıza nasıl girdi?
GÜNEŞ: 1957 İstanbul doğumluyum. Önce Belediye Konservatuvar'ı, ardından Devlet Konservatuvar'ı ve bir de Gazetecilik Halkla İlişkiler okudum.
-Ne oldu da müziğe yöneldiniz, nasıl keşfedildiniz?
GÜNEŞ: Babam hep keman çalmak istemiş ama dedem 'Oku da adam ol' diye engellediği için 'Ben de oğluma müzik eğitimi aldıracağım' demiş. Tutmuş beni 5 yaşımdayken Ferdi Statzer diye çok meşhur bir profesöre götürmüş. Statzer çok ünlüydü, hatta o sıralarda Bedia Muvahhit ile evliydi. Statzer kulağımı ölçerken bana kızmış, 'Ben sana arkanı dön demiştim' diye. Halbuki gerçekten de arkam dönükmüş ve çaldığı bütün notaları bilmişim. Çok şaşırmış, 'Kulağı absolute duyuyor, bunda Beethoven kulağı var. Muhakkak müzikle uğraşsın' demiş. İşte sağ olsunlar annem babam daha 5 yaşındayken piyanoyu alıp eve koymuşlar.
-Sonra…
GÜNEŞ: İşte konservatuvarlar bitti, ardından Almanya'ya geliş. Biliyorsunuz Almanya zaten klasik müziğin önde gelen ülkelerinden bir tanesi.
MÜZİK AŞKI HEP VARDI
-Kulağınız iyi tamam ama siz de müzikle uğraşmak istediniz mi? Belki pilot olmak isteyecektiniz…
GÜNEŞ: Hiç, hiç müziğin dışında başka bir iş yapmak istemedim. Ben Beykoz'da büyüdüm, arada Rus gemilerine bakıp gemi mühendisi olup Türk gemileri yapacağım derdim. Ama ben 5 yaşındayken konserlere giderdik, ne mutlu böyle anne babaya sahip olmak. Şan Tiyatrosu'nda Cemal Reşit Rey filan konser verirlerdi. Frak giyerlerdi o zaman ve hatırlıyorum onlara bakıp, 'Ben bunlardan bir tanesi olacağım' derdim. Daha 5 yaşımdayken, düşünün. Müzik aşkı hep vardı.
-Müzik sizi bütünüyle kapsadı demek ki…
GÜNEŞ: Kesinlikle…İnsan küçükken tembel ve haylaz da oluyor. Boğaz'da büyüyünce işte gidip basketbol da oynuyorsunuz, yüzüyorsunuz. Yalıda büyüdüm, tekneyle çıkıp balık tutardık, ormanlarda gezerdik. Annem piyanoyu çal, sonra sinemaya gidersin derdi. Annem öğle uykusuna yattığında pikaba piyano müziği koyar, yüzmeye giderdim. Öyle de tembel bir şeydim. Hatta bir hocam müziği bıraksın bu tembel, bundan bir şey olmaz demiş. Fakat sonra bir an geldi, ben bunu en iyi şekilde yapmak istiyorum dedim. Günde 13 saat çalışmaya başladım, piyanodan bahsediyorum dikkatinizi çekerim.
KABİLİYETLE BİTMİYOR
-Kabiliyet tutkuya mı dönüştü?
GÜNEŞ: Yaş 13 – 14 ve kabiliyet var ama kabiliyetle bitmiyor. Çalışmadan, disiplin olmadan gökten zembille inmiyor. Pırlanta dağın içinde ne işe yarar? Bu pırlanta çıkartılacak, yontulacak 5 karat yüzük yapacaksınız. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Yüksek Piyano Bölümü ve Kompozisyon Bölümleri'nde okurken işte bu yollardan geçtim. İstanbul Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünü de bitirdim bu arada.
-Köln'e nasıl geldiniz?
GÜNEŞ: 1978 senesinde bir turne için gelmiştim Köln'e. Burada profesörlerle konuştum, konservatuvar ve gazetecilik okudum diye, çünkü biliyorsunuz müzisyene kız vermezler (gülüyor)... Köln Yüksek Müzik Okulu dünyanın sayılı, önde gelen müzik okullarından ve geldim, dört bölüm de burada okudum.
-Dört bölüm birden mi?
GÜNEŞ: Üç tane Türkiye, dörtte burada toplam yedi diplomam var benim. Yedi diploma var, hala adam olamadım (gülüyor). Köln'de kompozisyon, orkestra şefliği, trombon ve de elektronik bölümlerini bitirdim. Ama hala öğreniyorum, hala çalışıyorum. Çalışmanın sonu yok. Köln'e geldikten sonra orkestraları kurdum, Köln Senfoni Orkestrası, Türk Oda Orkestrası'nı kurdum.
DARBUKALI MOZART
-Köln Senfoni kaç kişiden oluşuyor?
GÜNEŞ: 70 ile 80 arasında değişiyor. Dünyanın her yerinden gelen müzisyenler var. Bizde Macar'ından Japon'una, Rus'undan Çinli'sine kadar her ülkeden müzisyen var. Adımız Turkish Chamber neden? Dünyada Türk bestecilerin eserlerini çalan tek orkestra biziz. Ama siz Mozart'ta çalıyorsunuz diyeceksiniz. Biz Mozart çalarken adı, 'Mozart in Bosphorus' oluyor. Neden çünkü bizim Mozart'ın içinde darbuka da var. Biz klasik müziğin öcü olmadığını gençlere de gösteriyoruz. Bir dinleyen, 'Biz bunu bir daha dinlemek istiyoruz' diyor. Zaten iki tarz müzik var, iyi yapılan müzik ile kötü yapılan müzik. Tabii o imkan olunca daha mürekkebi kurumadan eserleri çalabiliyoruz. Ben 19 senfoni yazan tek Türk bestecisiyim.
-İzmir'den Adnan Saygun da var...
GÜNEŞ: Adnan Saygun bizim hocamızdır, İzmir'de adı verilen salonda İzmir Senfoni'yi yönettim. 29 Ekim konseriydi. Çok güzel bir salon, Türkiye'nin en iyilerinden.
-İzmir'i nasıl buluyorsunuz?
GÜNEŞ: Harika bir şehir İzmir. İzmir Senfoni Orkestrası'nın ilk CD'sini ben yaptım. Birlikte turneler yaptık. Her ne kadar İstanbullu olsam da, İzmirliler çok sıcakkanlı insanlar. Egelilik müthiş, yemekler harika.
19 SENFONİM VAR
-Kaç yıldır Almanya'dasınız ve neler yapıyorsunuz?
GÜNEŞ: Ben 37 yıldır Almanya'dayım. İşsizim şu anda (gülüyor). Senfoni yazıyorum, beste yapıyorum. Dediğim gibi 19 senfoni oldu. Adnan Saygun'un beş senfonisi vardır. Ondan sonra duruyorlar genelde. 19 senfoni epey iyi bir sayı.
-Bilmeyenler için sorayım, kİ ben de o bilmeyenlerdenim. Senfoni yazmak nedir, ne kadar sürede yazılabilir?
GÜNEŞ: Senfoni yazan besteci, iyi besteci anlamına gelmez. Ama bir senfoni yazmayı için şöyle düşünün… Bir melodi var, yüz kişi çalıyor ama yüz kişiye değişik şey yazıyorsun. Aynı melodiyi çalmıyorlar. Bir senfoni bir saat sürüyorsa diyelim ki, seneler sürebilir yazılması. El emeği, göz nurudur.
-Senfoni hissedilerek mi, düşünülerek mi yazılır?
GÜNEŞ: İkisi de bir arada olacak. Hem düşünmek, hem hissetmek, hem de işini bilmek. Enstrümanları tanımanız lazım, bütün enstrümanların ne çalacağını bilmelisiniz. Onun için bir senfoni dediğinizde örneğin Beethoven Beşinci Senfoni dediğimizde 'Taataataataaa' herkes biliyor. Bu bambaşka bir şey, apayrı bir müzik boyutu. Beynin o kadar çok çalışması lazım ki…
-Matematik de var sanırım içinde ..
GÜNEŞ: Her şey var. Computer sistemi gibi bir şey, nefesli sazlar flüt, obua, fagot, klarnet. Üç flüt, üç obua, üç klarnet, üç fagot. Kornolar vardır, üç trompet, üç trombon, tuba. Kırk tane yaylı var, kontrbası filan böyle gidiyor. Vurmalı sazlar, arp var, piyano var. Derken apayrı bir dünya.
ÇOCUK DOÐURMAK GİBİ
-Hangisinden daha çok zevk alıyorsunuz. Beste yapmak mı, yönetmek mi?
GÜNEŞ: Süper bir soru, birinci derecede beste yapmak, kompozisyon. Ondan sonra kilometrelerce ara boşluk bırakabilirsiniz. Sonra sıralama yapabiliriz. Tabii ki severek şeflik yapıyorum, ders veriyorum. Ama bunları yapan başkaları da var. Ama benim yaptığım beste, iyi ya da kötü olsun benim yaptığım besteyi dünyada benden başka yapan yok. Onun için teksiniz. Ayrı bir dünya, ayrı bir ada içindesiniz. Onun için beste diyorum. Tamamen bana ait.
-Çok farklı bir tatmin duygusu demek ki…
GÜNEŞ: Çocuk doğurmak gibi bir şey, düşünün annelik hissi gibi. Çocuk doğurmak dünyanın en güzel şeyi, düşünün yeni bir eser çıkıyor. 19 tane çocuğum var. İki tane ayrı çocuğum var, onların yeri ayrı. Bir de şu var, ben beste yapmasam her gün psikoloğa gitmek zorunda kalırım. Bakıyorsunuz dünyaya oraya bomba atıldı, şurada çocuklar öldü, öteki tarafta işkence… Bu nasıl bir şeydir?
-Bu acılar senfoniye mi dökülüyor?
GÜNEŞ: Öyle oluyor, yaşamdaki sıkıntıları kendi kendime analiz ediyorum. Dünya ile bu şekilde başa çıkabiliyorum. Ve beste yaparken bu dünyadan kopuyorsunuz, başka bir dünyaya giriyorsunuz.
DÜNYADAN KOPMAK
-Kaç saat beste çalışılabilir?
GÜNEŞ: Beş altı saat sonra eşim önüme bir bardak su getirir koyar. Su içmeyi bile unutmuşum düşünün, altı saat dünyadan kopuyorum. Farkında değilim, bana altı dakika gibi geliyor. Zamandan kopuyorsunuz, farkında değilsiniz.
-Ne zaman oldu, tamam diyebiliyorsunuz?
GÜNEŞ: Çeşitli evreleri var. Biliyorsunuz insan çok hassas hele sanatçı olarak. Yüzde yüzlük değil yüzde binlik bile yetmiyor. Fazla kurcalarsanız sonu gelmez bu işin.
-Obsesif bir tutum diyebilir miyiz?
GÜNEŞ: Kesin var, mükemmeliyetçiliğin de üstünde bir yer. Ama bir de tecrübe dediğiniz bir şey var, bu doğrudur dediğiniz an geliyor. Eser ne zaman bitiyor biliyor musunuz? Yazıyorsunuz mesela sonra herhangi bir gün geliyor, Mart ayının yedinci günü diyelim ki saat sabah 06.10. Niye o an, onu kimse bilemez. O an geliyor ve bitiyor. Allah öyle yönlendirdi diyelim.
TEŞEKKÜRLER ALLAHIM
-Büyülü bir iç yolculuk sanki...
GÜNEŞ: Her şey tesadüf de değil bakın çok enteresan. Ben harflerle beste yaparım, her harfin bir nota karşılığı vardır. Bir akor araştırıyorsunuz üç saat boyunca, araya uyacak mı diye. Puzzle gibi düşünün, resim çıkmış arada bir tane boşluk var. Ne olacağını biliyorsunuz ama arıyorsunuz. Ben nehir kenarında oturuyorum Köln'de, bir Boğaz çocuğu olarak. Üç saat akor arıyorum, o anda kafayı çeviriyorum ve nehirden geçen bir geminin ismini, o harfleri notaya döktüğüm an tak diye oturuyor yerine. 'Teşekkürler Allahım' diyorum, bu tesadüf falan değil. Cidden tesadüf değil, niye o gemi geçti, niye o harfler var, niye o anda kafamı çevirdim ve gördüm.
-Bir bağlantınız var o zaman…
GÜNEŞ: Bir şeyler var… Benim de görevim diyorum bu dünyada müzik yapmak, hasbelkader biraz tuz biber, lezzet katmak bu hayata, insanlara. 'Hayat acı bir tat ise yanına biraz tuz limon almayı bil' diyor.
YÜZ KALBİ TEK KALP YAPMAK
-Notalar aynı, müzik aletleri aynı ama dünya çapında çok ünlü orkestra şeflerinin yeri de apayrı. Onları nadide yapan nedir?
GÜNEŞ: Söyleyeyim, diyelim ki sizin kalbiniz şimdi şu ritmde çarpıyor (tak tak tak diye eliyle tempo tutuyor). Bir başkasının kalbi daha hızlı ritmle atıyor, başka birinin daha yavaş mesela. Sizin yüz kişiyi bir araya getirmeniz lazım, bu pop müzik gibi geriden ritm gelen bir şey değil. Yorum denen bir şey var.
-O eserin kalp ritmini mi arıyorsunuz?
GÜNEŞ: Yüz tane kalbi bir tek kalp şekline getiriyorsunuz. Bir yorum çıkıyor.
-Şef Mozart'a, Beethoven'a ne katıyor da çok daha ünlü oluyor?
GÜNEŞ: Şefin geldiği bir yorum var. Şefin görevi bir besteci o eseri yazarken ne hissetti, bunu keşfetmektir. En önemlisi budur. Besteci tempoyu, nüansı da yazıyor ama yazmadığı şeyler de var. Müzik bağırır bu böyle olmalı diye, şefin de bunu bulup çıkarması lazım.
UÇAN ŞEF İYİ DEÐİLDİR
-Siz orkestra yönetirken neler oluyor, bazen uçar ya böyle şefler sahnede…
GÜNEŞ: Çok güzel bir şey söyleyeceğim, benim şeflik hocam vardı. Çaykovski senfoni yönetiyordum talebelik zamanımda. Ayağının yerden kesilmemesi lazım hiçbir zaman derdi. Şeflik el kol sallamak değildir, alakası yok. Bence uçan şef de iyi bir şef değildir. Kontrolünün olması lazım her zaman, herkes hata yapabilir ama şef hata yapamaz. Herkes hasta olabilir, şef hasta olamaz. Ben 39.5 ateşle de orkestra yönettim. Ayak yerden kesilmeyecek, kontrol olacak. En büyük keyif aldığım şeyler... Sırf şeflik bana yetmiyor, çaldığım zaman da güzel ama bence en iyisi kendi eserimi hem çalıp hem yönettiğim zaman üçünü bir araya getirmiş oluyorum. O zaman perfekt. Bestecisi orada yönetiyor, işin güzel tarafı o.
TÜRKİYE GİBİSİ YOK
-Türkiye'den uzak bunca yıl, bir eksiklik yaratıyor mu insanda?
GÜNEŞ: Her zaman… Suyun kenarında Boğaz'da büyüdüm. Yemekleri, havası, midyesi, balığı her zaman özlemimiz. Nasıl özlenilmez? Mümkün olduğunca çok gidiyorum. Almanya'dan sanat açısından memnunum ama diğer sosyal yaşam derseniz Türkiye gibisi yok. Taksiye biniyorum bir başka. İzmir'de gevrek denir çıtır çıtırdır ya, taksiciye söylüyorum, inip alıp geliyor adam. Adalar diyorsunuz, kediler faytonlar… İyi kötü dünyanın farklı yerlerini gördük İstanbul gibisi, Türkiye gibisi yok bunu söylemek lazım. Havası, suyu, insanları Türkiye bir cennet. Ama sanata verilen değer konusunda da Almanya bir cennet. Almanya eski cumhurbaşkanı Walter Scheel, 'Sizin gibi piyona çalabilmek için mesleğimi değiştirmeye razıyım' demişti bana.
-Ne dedi tam olarak?
GÜNEŞ: Bonn'daki bir konserimizden sonra geldi ve 'Sizin gibi piyona çalabilmek için mesleğimi sizinle değiştirmeye razıyım' dedi. Sanatçı el üstünde tutuluyor, herkes biraz piyano keman bir enstrüman çaldığı için bunun ne kadar zor bir şey olduğunu biliyorlar çünkü. Sırf Nordrhein Westfalen Eyaleti'nde üç bin koro var. Üç bin koro, yüzer kişiden hesap edin kaç kişi yapar.
GÖZÜM AÇIK KALMAZ
-Ne eksik kaldı hayatınızda?
GÜNEŞ: Bugün gözümü kapasam açık kalmaz diyebilirim. Ama bin yıl da yaşasam hala yapacak şeyim var. Gençlere bu sevgiyi aşılamak… Hep diyorum, her eve bir piyano girse dünyada savaş kalmaz. Piyano çalmışım, çıkıp sokakta insanları mı döveceğim, ateş mi edeceğim? İç huzuru çok önemli, çünkü sanat parayla satın alınamayacak bir şeydir. Ruhunuzun, kalbinizin sesidir. Her şeyin sonu para değil, biz gençlere bunu aktarabilirsek.
-Sanat insanlaştırıyor..
GÜNEŞ: Çok önemli, insan olmak adam olmak.
-Bugün gençler teknoloji ile iletişimsiz, içine kapanık oldular. Ne önerirsiniz?
GÜNEŞ: Herkes müzik yapsın, her eve bir piyano alınsın. Computer ile herkes robot gibi oldu, haklısınız.
DOÐU BATI SENTEZİYİM
-Siz İstanbul'da Boğaz'da büyümemiş olsaydınız…
GÜNEŞ: Böyle olamazdım, kesin. Ben Doğu Batı senteziyim, insan olarak da yaşam olarak da, müzik olarak da. İnsanlar doğdukları yerle ilgili genlerinde bir şeyler taşıyorlar. Onun için her şeyin en iyisini öğrenmek, yapmak gerekiyor. Atatürk en güzel kıyafeti giymiş, sigarayı tutuşunda bile bir zarafet, stil var. Ben İstanbul'da doğup büyümüş olmasaydım, böyle dünyaya açık bir kişi olmayacaktım.
-Peki Almanya'da Türk olmak?
GÜNEŞ: Ben Türk olmaktan her zaman gurur duyuyorum, her zaman da duyacağım. O nedenle orkestranın adını da Turkish Chamber koydum. Çoğu kişi bu ismi kaldıralım, Turkish ismini görünce göbek havası sanıyorlar dediler. Yok öyle şey, bizim yaptığımız müziği iki hafta sonra bile sindirip analiz edebilirler. İnsanlara müzik dinleterek depresyonu bile yeniyorsunuz.
Ben her zaman diyorum ki, ne mutlu bana ki bir Türk olarak bütün dünyada müziğimi tanıtabiliyorum. 10. Senfoniden sonra bir Alman kadın geldi ve bunu siz mi yazdınız diye sordu. Bir Türk'ün senfoni yazacağına inanamıyor. Bir kişi bile Türkiye hakkında güzel propaganda yapabilir. Karınca kararınca, tırnaklarımla kazıyorum ama ben hayatım boyunca bunu yapmayı sürdüreceğim. Politika şu bu gelip geçiyor ama sanat her zaman kalıcıdır. Mozartlar, Beethovenlar, Adnan Saygunlar, İlhan Usmanbaşlar bunlar 300 yıl sonra da varlar.
-Sanat zaman mekan tanımıyor…
GÜNEŞ: Tabii şu da var, sanatçılar özellikle de besteciler örneğin Bartok bile 1945'te açlıktan ölmüş. Bu sanatçıların kaderi midir nedir? Biraz da belki eziyet çekmek gerek ki bu eserleri verebilelim. Ben illa devlet el atsın, yardım eden yoktu diyenlerden değilim. Hiç kimse olmasa da, ben yine yaparım ne olacak. Ben kafama koydum şeyin doğru olduğuna inanıyorum. İnanmasam yapmam ki zaten.