Nedim Atilla sordu, Prof. Dr. Oğuz Adanır yanıtladı...
Bugünlerde tarihi bir dönemden geçiyoruz. Sokakta ve medyada sevgi, dostluk, insani değerlerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamış gibi. Herkes yalnızca kişisel çıkarlara odaklanmış. İnsanlarımız ülkenin geleceğini, çocukları, gençleri unutmuş gibiler. Neler olup bittiğini söyleyebilmek mümkün mü?
Bülent Maro geçen hafta enteresan bir giriş yaptı yazısına: 'Türkiye, yüz yıl sonra, Doğu-Batı hattında yeniden gerildi. Bu defa, çekim alanı olarak, Doğu ağırlığını daha çok hissettiriyor. Yüz yıllık toplumsal mutabakat çözülme sürecine girdikten sonra, AKP iktidarında, laik ve seküler alan, İslami normlarla kuşatıldı. '
Ben de 'şaşırmamak mutluluktur' diye yazmıştım… En iyisi Maro'nun dediklerini bu işlerde en güvendiğim isim olan Prof. Dr. Oğuz Adanır ile konuşmak dedim… Çünkü yıllar önce bana dediği, 'Türkiye motorları sürekli çalıştığı için bir yere doğru gittiği izlenimi yaratan, aslında olduğu yerde dönen ya da ulaşması gereken hedefe olabilecek en uzun yoldan ulaşmaya çabalayan bir gemiye benziyor' tanımını unutamıyorum… Geçenlerde de şöyle yazmıştı Hocam: Toplumun küçük ve öncü olarak nitelendirilebilecek bir bölümü doğal olarak değişme, gelişme ve modernleşme yanlısıdır. Değişim, dönüşüm sürecinde bu küçük azınlığı bir araç olarak kullanabilecek düzey ve nitelikteki politikacıların yokluğunda sürecin tersine işlediği ve ne istediğini, nereye doğru gittiğini bilmeyen kitlelere boyun eğen politikacı ya da politik partilerin yönetime gelerek boşu boşuna çağ adlı akarsuyun ters yönünde ilerlemeye çalıştıkları görülmektedir…
İzmir'de Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Faktültesi'nde yıllardır öğrenci yetiştiren, ülkemizin önemli genç sinema -Tv yönetmenlerine önemli katkıları olan Prof. Dr. Oğuz Adanır'la son zamanlardaki Türkiye ve Dünyanın hali pürmelalini değerlendirdik…
Oğuz Hoca'ya hangi konularda danışırım bir sayayım: Antropoloji'den Psikanaliz'e, Göstergebilim'den Sosyoloji'ye, Ekonomi ve Tarih'ten, Simülasyon Kuramı ve Dilbilim'e kadar uzanan geniş bir yelpazede bilimsel bir bilgi birikimine sahiptir ve hiçbir soruyu cevapsız bırakmaz…
Buyurun söyleşiye…
Yedi insandan beşi…
- Yıllar önce dünyanın bir ortaçağlaşma sürecine girdiğini söylemiştiniz. Bu konuda bir değişiklik var mı?
Biz özellikle Avrupa, çevre ülkeler ve kendi yaşadığımız ortaçağ hakkında az çok bilgi sahibi olduğumuzdan dünyanın içinden geçtiği süreç hakkında pek fazla bir şey bilmiyoruz. Oysa yeryüzünde yaşayan yedi insandan neredeyse beşi ya çok tanrılı inançlara mensup ya atalar kültü ve benzer inançlara sahip yada ate, vs. Bu toplumların bir kısmı Karma ve benzeri kavramlara boyun eğdiğinden insanların büyük bir çoğunluğu korkunç bir sefalet içinde yaşasa da çok büyük çaplı ve süreklilik taşıyan şiddet olaylarıyla karşılaşılmıyor.
Buna karşın inanç sistemlerinin dogmatik yapısı bu toplumların çağdaş dünya ve değerlere hızla uyum sağlamasını büyük ölçüde önlüyor. Eğitim ve öğretim sistemlerinin güçsüzlüğü, beslenme, barınma sorunları, işsizlik dünya nüfusunun büyük bir bölümünün içinde yaşadığı ortaçağ koşullarından kurtulmasını engelliyor. Başka bir deyişle günümüz dünyasında İsa'dan öncesine ait zihinsel yapılardan 2017 yılına kadar giden çok sayıda değişik zihin yapılarının varlığından söz edebiliriz.
Batılı toplumlar dünyayı uygarlaştırma misyonundan vazgeçtiler ve dünyayı kendi haline terk ettiler diyebileceğimiz gibi kolonizasyon ve sömürgeleşmeye son veren ülkeler bu birincileri kovdular da diyebiliriz. Peki bu eylem kovanları daha uygar insanlar ya da toplumlar haline getirdi mi? Hayır. Günümüzün en uygar, insan haklarına en çok riayet eden toplumları hala Batılılar…
Dolayısıyla çıkar amaçlı uygarlaştırma yada bunun tersiyle sonuçlanan gönderilme dönemi sona erdi. Dünya artık tek bir sürece boyun eğiyor: ilkel şiddet/terör anlayışı. En çok etkilenenler arasında Batılı toplumlar var. Öyleyse bugün başta onlar olmak üzere dünyadaki ortaçağa özgü düşünce yapısıyla mücadele bir zorunluluğa dönüştü.
Modern Batılı toplumlar da aynı şiddet çukurunun içinde boğulup gitmek istemiyorlarsa ilkellik ve şiddetle mücadele eden toplumlarla omuz omuza vermek ve dünyayı bu ortaçağlaşma aşamasından hızla çıkarmakla yükümlüler. Burada bir seçenekten değil bir yükümlülükten söz ediyoruz.
- Bu şiddet ve ortaçağlaşmanın daha yoğun bir şekilde yaşandığı coğrafyalar var mı?
Görünüşe göre bu coğrafyalar daha çok İslam ülkelerinin bulunduğu yada İslamiyet'in varlığını hissettirdiği yerler. Örneğin, Yakın Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu, Afrikalıların Sahel dedikleri ve Senegal'in güneyinde kalan Batı Afrika sahillerinden çizgi halinde Doğu Afrika'ya giden coğrafya kanın durmak bilmediği yerler. Avrupa'yı unutmayalım. Doğal olarak Müslümanların yaşamadığı bölgelerde de şiddet eylemleriyle karşılaşılıyor ancak hem sayısal açıdan hem de şiddet düzeyi olarak daha az sayıda oldukları söylenebilir.
Örneğin, İslam ülkelerinde örgütlenen bu insanlar hangi gerekçeyle bu şiddet eylemlerinde başrol oynamak gereksinimi duyuyor? Asıl sorulması gereken soru bu. Kendilerini Müslüman olarak nitelendiren bu insanlar kimden ne istiyor? Sorunları ne? Tüm dünyayı Müslümanlaştırmak gibi bir niyete sahip olmadıkları gerçekleştirdikleri şiddet eylemlerine bakılarak rahatlıkla söylenebilir. İnsanların en azından önemli bir kısmı böylesine şiddet yüklü bir inanç ve onların temsilcileriyle bir arada yaşamak istemeyeceklerdir. İlkel düşüncenin hala tüm özelliklerini yitirmediği bir dünyada İslam ülkelerinde konuşlanan ve İslamiyet'i sahiplenen bu insanların Tanrıya değil Şeytana hizmet ettikleri düşüncesinin çok daha güçlü olduğu söylenebilir.
Öte yandan şiddete böylesine ayrıcalıklı bir yer ayırıp onu her şeyden çok önemseyen bir düşüncenin inançla bir ilişkisi bulunup bulunmadığı da tartışma konusudur. Dünyanın pek çok ülkesinde sevgi yerine nefret ve kin kusan bir inanç anlayışının gerçek bir inanç olamayacağı düşünülüyor. Çocukları, kadınları, masum insanları anormal yöntemlerle yok eden ve bu konuda en ufak bir pişmanlık göstergesi sunmayan insanların bir tanrısı olduğuna kimseyi inandıramazsınız.
- O zaman bunlara kimler ve neden sahip çıkıyor sorusunu sorabilir miyiz?
İnsanları böylesine dehşet içinde bırakan birilerinin kutsal nitelikte bir şeylere inanmadığını kabul ediyoruz, zira çok sayıda teröristin üstünden çıkan çok büyük miktarlardaki paralar onların inandıkları kavramlar hakkında bir fikir veriyor.
- O zaman bu insanların kendilerini havaya uçurmalarının da bir açıklaması olabilir mi? Hem yüklü paralar alıp hem de kendini havaya uçurmak nasıl bir psikolojik yapı gerektiriyor?
Bunu teröristler dahil hiç kimse somut bir şekilde açıklayamıyor. Olsa olsa varsayımlarda bulunulabilir. Bu insanların aşırı radikal, fundamentalist, dogmatik bir kafa yapısına sahip olmaları zaten içinde yaşadıkları dünyayla bir takım ciddi sıkıntıları olduğunu gösteriyor.
Akılcı bir şekilde düşünebildikleri takdirde var olan dünyayı ortadan kaldıramayacaklarını görebiliyorlar. O zaman dünya yerine kendilerini ortadan kaldırıyorlar, ancak bu işi deyim yerindeyse bir şova dönüştürerek yapıyorlar.
- Böylesine fanatik bir düşünce yapısına sahip insanların sözcüğün gerçek anlamında bir şeylere inandıklarına inanabilmek zor. Sağlıklı düşünebildiklerine inanmaksa daha da zor…
Onlar inanca kendi kafalarında bir biçim veriyor ve kendi biçimlendirdikleri bu sağlıksız düşünceleri inanç olarak kabul etmeye ve ettirmeye çalışıyorlar. Ancak bugüne kadar bir inanç sistemi olarak İslamiyet'i deforme ve dejenere etmekten başka bir şey yapmadılar. Bir bakıma genel anlamda biçimlendiremedikleri bu inanç sistemini sanki yok etmek istiyorlar. Çünkü bütün bu türden şiddet, terör girişimlerinin bir inanç sistemine hizmet edebileceğini düşünmek için sağlıklı bir düşünce yapısına sahip olunmaması gerekir. İnsani değerleri kabul eden bir aklın, bir mantığın görünüşe göre artık nüfuz edemediği bu beyinlerin sağlıklı çalışabileceği düşünülemez. Belki de bu yüzden teröristlerin kendilerini havaya uçurmadan önce çeşitli ilaçlar yada uyuşturucu maddeler aldıkları belirtilmektedir. Böyle bir yönteme başvurmaları durumunda bu onların tüm akıl ve mantıklarını yitirmedikleri halde bu dünyadan gitmek istediklerini ve bunu bir meydan okuma olayına dönüştürmeye çalıştıklarını gösteriyor.
- Oysa bu gerçek bir meydan okuma olamaz…
Meydan okumada karşınızda size yanıt verebilecek, yani size meydan okuyabilecek somut birilerinin olması gerekir. Oysa bu insanlar sanki nefret ettikleri belirsiz, soyut bir dünyaya meydan okumaktadırlar. Belki de tam olarak içselleştirmedikleri inançları onların tanrıya meydan okumalarına neden oluyor yada sözcüğün gerçek anlamında inandıkları herhangi bir şey yok. Zihinleri karmakarışık, çelişkilerle dolu bu insanların bu hale nasıl geldikleri/getirildikleri ciddi bir çalışma konusu olabilir. Dolayısıyla bu insanları karanlık emelleri için kullanan kişiler, kurumlar ve ülkeler olduğu kesin.
- Bugünlerde tarihi bir dönemden geçiyoruz. Sokakta ve medyada sevgi, dostluk, insani değerlerin hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamış gibi. Herkes yalnızca kişisel çıkarlara odaklanmış. İnsanlarımız ülkenin geleceğini, çocukları, gençleri unutmuş gibiler. Neler olup bittiğini söyleyebilmek mümkün mü?
Çok zor. Halkların sağduyularının zayıfladığı ve görece çılgınlık belirtileri gösterdikleri böyle dönemlerde akılcı düşünce durum değerlendirmesi yapma konusunda çok zorlanıyor ve çoğu kez de başarısız oluyor. Ama bu umutsuz olmak anlamına gelmiyor, çünkü bu dünyada ve özellikle de Türkiye gibi ülkelerde her an her şey değişebilir. Bu dengesizlik nereden kaynaklanıyor? Maddi ve manevi değerlerin birbirine karıştığı, geleneksel ve modern ahlaki değerlerin çatışma halinde olduğu, akılcı düşünceyle duyguların savaştığı bir toplumda bu tür durumlarla karşılaşabiliyoruz. Bu konuda pek çok örnek var.
Bizim toplumumuzun bir bölümü inanç ve akıl arasında çağdaş yaşamın değerlerini, nesnel-bilimsel kavramlarını, çağdaş ahlak ve hukuk ilkelerini benimsemiş, demokrasi ilkelerini tam olarak özümseyemese de ilke olarak kabul etmiş insanlardan oluşuyor. Ama görünüşe göre bunlar henüz toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturamıyor.
ÖNCE ÖÐRETMENLERİ KAYBETTİK
Bunun en önemli nedeni Kıbrıs Harekatı sonrasında içine düşülen büyük ekonomik bunalımdan çıkışın faturasının Bülent Ecevit'in başlatıp 1990'lara kadar sürdürülen ekonomi politikalar nedeniyle öğretmen ve memurlara yüklenmesidir. Modern bir ülkede tüm toplum bireylerinin yaşamlarında en çok karşılaştıkları insanlar öğretmenlerdir. Öğretmenleri çağdaş ve nitelikli bir toplum hızla yükselme şansına sahiptir. Oysa Ecevit tarafından başlatılan kemer sıkma politikaları öğretmeni mesai saatleri dışında dolmuş şoförlüğüne, pazarcılık yapmaya, özel ders vermeye, vs itmiştir.
Bu dönemde dershaneler, özel ders veren kurumlar ön plana çıkmış hatta Cemaat öğrenci evleri ve dershanelerle aşağı yukarı bu tarihlerde karşılaşılmaya başlanmıştır. Öğretmenin niteliğinin düşmesi öğrencinin ve dolayısıyla toplumun niteliğinin düşmesi demektir.
Pozitif bilimler yada nesnel-bilimsel akılcı düşünceden giderek uzaklaşan bu dönem insanları inanç sorununu çağdaş bir düşünce yapısı doğrultusunda çözme konusunda yetersiz kalınca hurafe ve sözde din adamlarına yönelmişlerdir. Devletin gösterdiği zafiyet zaman içinde kendisine büyük bir zarar olarak geri dönmüştür. Yeterince aydınlanmadıkları için 1980'lerin devrimci ideolojilerinden korkan kesimler çözümü inanç ve inanç simsarlarına sarılmakta bulmuş ancak buldukları bu çözümün gerçek bir çözüm olmadığını anlayamamışlardır. Örnek, yaklaşık kırk yıllık inanca dayalı bir baskı rejiminden sonra insan hak ve özgürlüklerini her geçen gün daha çok tanımak durumunda kalan günümüz İran'ı gibi.
Bugün Türkiye gibi bir ülkede İmam Hatip tabelası asılmış okullarla ne çağdaş bir eğitim ve öğretim verebilirsiniz ne de kemikleşmiş bir görünüm sunan bu toplumsal yapıyı değiştirebilirsiniz.
Öyleyse asıl sorun değişmek zorunda olduğunu hisseden hatta bunu somut bir şekilde gören diğer kesimin buna karşı bir direnç göstermesidir. Oysa bu direnç sınırsız değildir ve sonuna yaklaşıldığı söylenebilir. Tıpkı yukarıda açıkladığımız inanç olgusunda olduğu gibi bu insanlar zihinlerinde kendilerince bir modernlik, çağdaşlık düşüncesi oluşturmakta ve bu anlayışı herkese dayatarak işin içinden sıyrılabileceklerini sanmaktadırlar.
MODERNLİÐİ ÇAÐ DAYATIYOR
Bilmedikleri şey modernliğin, çağdaşlığın birileri tarafından değil çağ tarafından dayatıldığıdır. Dolayısıyla siz bu çağdaşlaşmayı kolaylaştırır ya da zorlaştırırsınız, ancak asla engelleyemezsiniz. Modernleşmenin, çağdaşlaşmanın tüm nimetlerinden yararlanıp onu yadsıyamazsınız bu en hafif deyimle nankörlük olur. Bilimin, teknolojinin nimetleri her zaman evrensel niteliklere sahip olmuştur. Herkes bulduğu her şeyi diğer insanlarla paylaşmıştır. Başka insanların bulduklarından yararlanıp onların insani değerlerini yadsımak insanlık dışı bir düşünce ve davranış sayılır, zira bu şekilde davranırsanız insanlığı, insani değerleri yadsımış olursunuz.
- Bu durumdan kurtulmanın bir çaresi, bir çözüm yok mu? Bu süreç uzun sürmez diyorsunuz ama toplumun endişe duyan kesimi o kadar bekleyebilir mi?
İnsanlar da doğanın bir parçası olduklarından hayvanlar gibi davranabilirler. Şunu demek istiyorum hayvanların kendilerine ait özel alanları vardır. Onları köşeye sıkıştırıp, çok üstlerine giderseniz kendilerini korumak amacıyla size saldırırlar. Bizim toplumumuzun en büyük özelliklerinden biri 'yumurta kapıya geldiğinde', 'bıçak kemiğe dayandığında', 'ya kaçarken ya …' harekete geçmesidir. Bu herhalde başka toplumlar için de geçerli bir varsayımdır. Bir toplumun gündelik yaşantısında huzursuzluğa, tedirginliğe, güvensizliğe, vs yol açarsanız sağlıklı bir toplumsal gelişme, kalkınma ve çağdaşlaşma bekleyemezsiniz çünkü bunlar toplumun bir bölümünün değil tamamının katılımıyla gerçekleşecek türden işlerdir.
Bizim gibi toplumların bir başka temel özelliği herkesin karşısındakinin değişmesini istemesidir.
Oysa kendini değiştirmenin işleri çok daha kolay hale getireceğini kimse kabul etmek istemez. Bu değişim işi ise zorlama değil zeka yoluyla olabilir. Zeka ve insani değerler karşınızdakini değiştirme konusunda en önemli araçlardır. Bunları kullanamazsanız olumlu toplumsal değişiklikleri geciktirmekten başka bir şey yapamazsınız.
- Teşekkürler
OÐUZ ADANIR KİMDİR?
İlk ve orta öğrenimini İzmir'de gördü. Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora öğrenimini Fransa'da Paris I Pantheon/Sorborne Üniversitesi'nde yaptı. 'Televizyonun Azgelişmiş bir Ülke Üzerindeki Etkileri' isimli doktora tez çalışmasıyla buradaki eğitimini tamamladı.
1979 yılında Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü'nde, 1985 yılından itibaren Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü'nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamış, 1988 yılında doçent, 1994 yılında profesör olarak atanmıştır. Halen Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü'nde Bölüm Başkanı olarak görevine devam etmektedir.
'Senaryo Yazarlığı' ve 'Sinema Göstergebilimi''nin yanı sıra Türkiye'de ilk kez 'Simülasyon Kuramı'yla ilgili dersler vermiş, Jean Mitry, Christian Metz ve Jean Baudrillard gibi dünyaca ünlü kuramcıların Türkiye'de tanınmasına büyük katkıda bulunmuştur.
Sinema, İletişim ve Kültür konularında yayınlanmış pek çok araştırma, incelemesinin yanı sıra; İşitsel ve Görsel Anlam Üretimi, Sinemada Anlam ve Anlatım, Kültür, Politika ve Sinema, Çağdaş Türk Toplumu ve Kültürü Üzerine İronik Bir Varsayım, Eski Dünya'ya Yeni Bir Bakış, Kuramsal Bir Deneme Kitap I-II-III, Kapitalizmin Öncesi Evrensel Kültür/ Zihniyetten Günümüze/ Osmanlı ve Ötekiler gibi özgün çalışmaları; Sinema Estetiği ve Psikolojisi (Jean Mitry), Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu (Jean Baudrillard), Faucault'yu Unutmak (Jean Baudrillard), Üretimin Aynası (Jean Baudrillard), Simülakralr ve Simülasyon (Jean Baudrillard), Sinemeda Anlam ve Anlatım Üzerine Denemeler (Christian Metz) gibi çevirileri vardır.