Yazarımız Gönül Soyoğul'un Milliyet Gazetesi yazarı Ece Temelkuran'la yaptığı söyleşi...

BAŞLARKEN…
'İzmirli'den İzmirli'ye' yazısında demişti ki Ece Temelkuran:

'Benim İzmir'imde, kimse kimsenin Alevi mi, Ermeni mi, Kürt mü olduğunu sormazdı. Nerelere gelindi.
İzmir'de bu olaya üzülen, yaşananlardan ürken insanlara söylüyorum:
Bilenin bilmeyene borcu var. AKP'ye duyulan tepki ve ülkenin nereye gittiğine dair endişesini Kürtlere öfkeye tahvil eden İzmirli ahbaplarınızla konuşun. Israrla konuşun. Onlar size 'AKP'ci oldu', 'Liboş oldu' dese bile konuşun.
Her gece adalara doğru kadeh kaldıran, karşı kıyıda oturan kaybettikleri kardeşlerinin hala hüznünü duyan bir şehir, Kürtlerin kederini de anlar. Zaten bu mesele, birbirimizin kederini anlamak değil midir?
Açılım-saçılım meselelerinden en iyi İzmirliler anlar. Bilirler: Bu iş AKP'ye bırakılmayacak kadar ciddidir.'

Ben de kalkıp kalkıp gidiyorum İstanbul'lara.
Onlar İzmir'e gelip gidip soruyorlar, ben de oralara gidip soruyorum, izini sürüyorum kentimin.
'İzmir oradan bakınca nasıl görünüyor'u soruyorum, açılımı soruyorum. Ne yapılabilir diyorum.
Sonra heybemde bir sürü cümle; dönüp gelip şehrime, döküyorum ekrana…

'Düşünce taşıyıcısı' gibi görüyorum kendimi İzmir meselesinde ve bundan da haz duyuyorum.. Nedense, bu kente gönül borcum olduğunu düşünüyorum ve üzerime düşen görevi, 'sorarak, ortak aklı arayarak' yapmaya çalışıyorum.

Milliyet Gazetesi yazarı Ece Temelkuran, İzmir'de DTP konvoyuna atılan taş ve yumurtalardan sonra İzmir'e gelip 'neler oluyor' diye bakan, gördüklerini gazetelerinde/köşelerinde anlatan İzmirli gazeteci/yazarlardan biriydi.
Geldi, İzmirlilerle konuştu, döndü ve izlenimlerini yazı dizisiyle anlattı da…

Ben de 'bilenin bilmeyene borcunu' tahsil etmek üzere gittim İstanbul'a, Ece Temelkuran'a.
İki kadın, iki gazeteci, yüreğinde korkular/endişeler taşıyan iki İzmirli olarak, oturduk konuştuk. Eskilerin deyimiyle 'hasbıhal' ettik… Derin mevzularda, derin derin.

GÖNÜL SOYOÐUL: Benimki birazcık kolaycılık oldu, siz geldiniz İzmir'i dolaştınız, İzmirlilerle konuştunuz, şimdi ben de sizden kopya çekeceğim, ne güzel!

ECE TEMELKURAN: Estağfurullah, olur mu hiç?

SOYOÐUL: İzmir yazılarınızın ayrı bir keyifle okunduğuna eminim. Ancak İzmir'e bu kez keyifli bir iş değil de 'ne oluyor orada' diye bakmaya geldiniz. İzmir'le ilgili o yazı dizinizde diyorsunuz ki; 'orada İzmir bir şeyler söylemeye çalışıyor, sorsam tam olarak o da bilmiyor.' Siz bilebiliyor musunuz peki? Ya da ne kadarını söyledi size İzmir?

TEMELKURAN: Bir kere 'söyleyememesi' üzerine bir şeyler söylemek lazım.
Biraz önce röportaja başlamadan önce sohbet ederken anlattım. Darbeden sonra insanların konuşmasını yasakladıkları için ve insan konuşarak düşündüğü için, insanlar düşünemez hale geldi ve ideolojik arka planlarıyla bütün ilişkilerini kestiler. Yani sol gelenekten gelenler de mesela o bütün kişisel ilişkilerini, hem okumayla ilişkilerini, hem dünyayla ilişkilerini kestiği için bir sözcüksüzlük, bir kavramsızlık, kavram kargaşası bile değil, kavramları tamamen terk etmek, kerterizleri tamamen terk etmek ve sonuç olarak da cümle kuramamak diye bir şey ortaya çıktı Türkiye'de. İzmir'de de bu, daha berrak bir şekilde göründü DTP olayıyla birlikte. Dolayısıyla bir takım rahatsızlıkları var İzmir'in. Türkiye'ye hakikaten bir anlamda 'rejimin biçimini değiştir' diyor. Ve bunu da görüyorlar. Ama bunu nereden eleştirmek gerektiğini, nasıl eleştirmek gerektiğini tam bilemiyorlar ve sanıyorum o bilememekten, söyleyememekten kaynaklı bir öfke de var.
İkincisi bu iktidara muhalefetin, her zaman yoksullar, yoksulluk, toplumsal eşitsizlik, toplumsal adaletsizlik cephesinden yapılması gerektiğini düşünüyorum. Diğer cephelerden yaptığınız her türlü eleştiri; işte 'laiklik noktasından, yaşam biçimi noktasından, mahalle baskısı' noktasından yaptığınız her eleştiri, çok kaygan ve çok kolay elinizde kalacak kırılgan şeyler. Sizi de yanlış yerlere, cephelere savuracak şeyler. Fakat hem Türkiye'de birçok kesim, hem de İzmir'de, eleştiriyi bu noktadan doğrulttular. Fakat bir de baktık ki, sonunda kendi yaptıkları eleştiri, kendilerini dönüştürdü ve belki de birçok insanı, kendinin de görmek istemediği noktaya taşıdı. Avrupa'ya kapalı, Batıya kapalı, Ortadoğu'ya kapalı, siyasi gelişmeye kapalı, değişikliğe, farklılığa tahammülsüz bir siyasi profil çıktı ortaya. AKP'nin karşısındaki muhalif profil de bu şekilde, hani neredeyse 'karikatürize edilecek' kadar netleşti. İzmir de bunun simgesi oldu maalesef.
Bu kadar yaşam kültürü bakımından ilerici bir yerin, öyle varsaydığımız bir yerin, sonuçta bu kadar katur kutur, bu kadar güdük bir muhalefeti yürütüyor olması, bu muhalefetin simgesi durumuna gelmesi, bence talihsiz bir şey. Ve sanıyorum İzmir aynaya bakınca, bunu da görüyor. Yani, 'bu süreç beni nerelere getirdi, ben bunu kastetmemiştim ama neyi kast etmiştim?' diyor. Çok da… Bilmiyor bence. Ve ekonomik olarak -bu röportajlarda da çıkan şey- kıstırılmış olmak, siyaseten neredeyse düşman ilan edilmiş olmak… Türkiye'de ve geçmişinden getirdiği bir 'gavur İzmir' dışlanmışlığı da var zaten.

SOYOÐUL: Gavur İzmir'de bir kırılma noktası mı var sizce de?

TEMELKURAN: (mırıldanır gibi) O kadar da gavur değilmiş yani.
İzmir'in birçok şeyi sınanmamış şimdiye kadar, ilk kez sınanıyor şimdi bence. Mesela Kürtlerin gelişinde İzmir yabancı düşmanı mı, değil mi? Şimdi konuşuyoruz daha. İzmir'de kiminle konuşsam, İzmir'de farklılıklara tahammül sonsuzdur deyip ya Rumlardan ya Yahudilerden örnek veriyor. Hiç kimse

SOYOÐUL: Kürtlerden örnek vermiyor…

TEMELKURAN: Evet, çünkü o başka bir şey. Rumlar, Yahudiler daha Avrupa'ya dair. Referansları orada olan azınlıklar veya gruplar. Ama Kürtler, referansı Ortadoğu'da olan bir grup ve hani kafalardaki imajı 'geri, köylü, kaba vs. vs…' Irkçı bir kafada olan referansı bu. Dolayısıyla bu referanslarla dolu bir grup geldiği zaman, İzmir'in ırkçı olup olmadığını ya da herhangi bir şehrin ırkçı olup olmadığını görebiliriz. Sıradan faşizm ya da sıradan kötülük dediğimiz şey…
Şimdi.. Herkes İzmir'e bakıyor. Bu da biraz siyasi atmosferin yani iktidar tarafından yönlendirilen siyasi atmosferin de işine geliyor; çünkü, İzmir'i başka bir nedenle hedef tahtasına koydular. Oysa gidelim Trabzon'a bakalım. Yozgat'a bakalım. Orada çok daha korkunç bir şey var. İnternette okuduğum şeyler, İzmir olayından sonra şöyleydi: Keşke bunlar bir Trabzon'a gelseydi de İzmirliler bu işi tamamına erdirememiş, icabına bakardık!
Bu ülkeyi neredeyse 15 yıldır geziyorum. Gitmediğim iki şehir falan kaldı. Bu ülkedeki tutuculuk ve 'ötekine tahammülsüzlük', farklı olan herhangi bir şeye tahammülsüzlük, çok ölümcül boyutlardadır, çok ürkütücüdür ve hakikaten bir linç kültürü var bu ülkede. İzmir bunun ne kadarını paylaşıyor? Bence çok daha hafifletilmiş, light Türkiye İzmir. Bir de derin Türkiye var, hani İç Anadolu'daki o üçgen falan. Oralara gittiğinizde, katliam yapan şehirlere gittiğinizde mesela bunlar…

SOYOÐUL: İzmir röportajlarınızın sonunu, 'Tehlikeli biçimde 'kafası net olan' şehirlerden biri değil İzmir… Samimiyetle tartışıyor. Her zaman yaptığı gibi..' diyerek bitiriyorsunuz. Light Türkiye dediğiniz bu, değil mi?

TEMELKURAN: Evet, konuşurken çıktı ağzımdan light Türkiye bir anda. Güzel bir terim, kullansaymışım keşke o yazıda!

SOYOÐUL: Yok, artık bana ait oldu, veremem.(Gülüşmeler)

TEMELKURAN: Tabii tabii… Light Türkiye, çünkü nasıl söyleyeyim… İzmir'deki Kürtler şöyle düşünüyor, şöyle dediler: İzmir'deki insanlar, çağdaşsa, kapalı bir hayat tarzı sürdürüyorsa falan filansa, o zaman özgürlükleri sonsuzdur. Ama bunun dışında bir şeye İzmir'in tahammülü yoktur. Ben buna çok katılmamakla birlikte, yine de mesela daha Doğuya baktığımda, Orta Anadolu'ya, Karadeniz'e baktığımda, ciddi bir tek tipleşme var bu ülkede. Şimdi aklıma bir şey geldi, onu söyleyeceğim. Bunun çok güzel bir örneği var. Erkeklerin saç tıraşı, Türkiye'de hepsinin aynıdır. Bunun neden olduğunu biliyor musunuz? Ben yeni öğrendim.12 Eylül'de memurlara saç tıraşı zorunluluğu getiriliyor; yani belli biçimde, alabros mu deniyordu? Her neyse. Ve bu bütün berberlere, bu saçın nasıl tıraş edileceği gösteriliyor. Bakın Türkiye'de hala erkeklerin saç tıraşı, çoğunun aynıdır yani. Bu askerlik gibi bir şey. Saçını bile aynı kestiriyor hala bu ülke. Saçı bile darbeyle biçimlendirilmiş durumda. Dolayıysa kafasının içi, dışı ve içi; darbeyle biçimlendirilmiş bir ülke. Ama sadece darbeyle değil. Bunun siyasi olarak çok daha gerilere giden gerekçeleri var elbette. Ama bu saç örneği bile Türkiye'deki o derin dedim ya, light olmayan Türkiye'nin nelere kadir olabileceğini tek tipleştirme sonunda, anlayabiliriz.
Bir de şöyle bir şey var. Son birkaç yıldır, özellikle Hrant'ın öldürülmesinden az önce başlayan bir süreçti bu. Şöyle bir şey takip ediyor ve İzmir'de de bu dikkatimi çekti birkaç örnekte. İnsanlar geçmişlerini merak etmeye başladılar, sanıyorum bir tür zamanı geldi bunun. Herkes, 'acaba benim Ermeni köküm, Kürt kökenim var mı' diye araştırıyor?

SOYOÐUL: İnternette bunu yapan siteler bile var. Tıklayın, köklerinizi öğrenin diye..

TEMELKURAN: Evet, evet. Bu enteresan sosyopsikolojik bir gelişim bence yani. Tuhaf biçimde, bu sefer de öyle bir şey olsun istiyor insanlar sanki. Daha önce hiç olmasın derken, hiç bu konuda konuşulmazken, şimdi herkes bir şey bulmak istiyor köklerinden… Sanıyorum, o tektipleştirmeye de bir tepki bu. Bir yandan da yeni gelişen…

SOYOÐUL: Daha kolay adapte olabilmek amacıyla belki… İnsanın kendi köklerini araması, bir tarafında bir Kürt, ya da bir Ermeni varsa, oradan yol açmak, kendine izah edebileceği bir savunma alanı yaratmak belki de.. Bir savunma biçimi…

TEMELKURAN: Evet. Bunları artık tartışabiliyor hale gelmemiz lazım, çünkü siyasi iktidar, entelektüellerin bile önüne geçti. Bu yüzden bizim bir adım daha, artık şunu konuşuyor olmamız lazım. Neremizde bir milliyetçilik var? Kemalizm bizi nasıl biçimlendirdi? En önemlisi de şu. Türkiye Cumhuriyeti denen projenin ürünü olarak, bu projeye dışarıdan bakabiliyor olmamız lazım. Dünya tarihi boyunca Misak-ı Milli nasıl çizildi, bu yapay bir sınırdı, bu yapay sınırı … (derin nefes alıyor)
Hepimiz bir eğitimden geçtik, hem psikolojik hem siyasi eğitimlerden geçtik. Şimdi onun çatırdadığı bir noktaya geliyoruz. Ve biz buna nasıl karşılık vereceğiz? Hem psikolojik olarak, hem siyasi olarak buna cevabımız ne? Şimdi mesela, ben kendimi sosyalist olarak adlandırıyorum. Demokratik sosyalist olarak. Peki toprak, benim için kutsal mı bu durumda? Bir sosyalist için toprak kutsal değildir. Ama benim aldığım eğitim gereği, ne kadar da bunu böyle düşünsem… Türkiye mesela diyelim ki bölündüğünde ne hissedeceğim konusunu ideolojimle doğru orantılı hale getirmem gerekiyor. Bunları konuşmamız lazım. Bunları konuşmakta geç kaldığımız için, şimdi bu Kürt açılımı sürecini, biz geriden takip ediyoruz. Herkes geriden takip ediyor. Kürtler de dahil olmak üzere…

SOYOÐUL: Madem nasıl biçimlendirildiğimize geldik… Bu noktada. İzmir'deki Cumhuriyet mitinglerini değerlendirmenizi sorayım size. 'İzmir'dekiler, Türkiye'dekilerden farklıydı' demiştiniz bir röportajınızda ama o farkı açmadınız. Ya da ben atladım. Neydi o fark? Diğer şehirlerde nasıldı? İzmir'deki nasıl?

TEMELKURAN: Şöyle. O yazıları yazdığım için benim başıma bir sürü şey geldi İstanbul'da. Çok yakın arkadaşlarım bile…

SOYOÐUL: Sizi biraz tiftmişler galiba.

TEMELKURAN: Çoook. Faşist olmakla suçlandım, darbeci olmakla suçlandım.

SOYOÐUL: İnsan kendini bildikten sonra, çok da önemli değil aslında..

TEMELKURAN: Yoo, önemli. Çünkü yani İstanbul'da… Nahit Duru'nun çok güzel bir lafı vardır, 'yıldızı halk yaratmaz, İstanbul yaratır' diye. Yıldızı da halk yok etmiyor, İstanbul yok ediyor.. Yani ben yıldız olduğumu söylemiyorum. İnsanın 'reputation'u (itibarı) bir anda sona erebiliyor yani… O yazılar bana çok zarar verdi. Fakat benim hala da fikrim o. En başta (bu röportajda) söylediğim. 'İnsanlar bir şeyler söylemek istiyor ve bunu söyleyemediği için ellerinde bayraklarla koşturup duruyorlar' diye düşünüyorum. Ama tabii ki içinde, benim de hiç onaylamadığım ve beni ürküten şeyler de oluyor. Doğrusunu isterseniz, ben bu olayın içeriğini, bir süre sonra anladım. Örneğin, Siyaset Meydanı'nda bir Kürt programı yapıldığında, Kürt ve Türk çocuklar getirildiğinde ve çocuklar 'küçük faşistler' olarak konuşmaya başladığında çok ürktüm.
Başka bir Siyaset Meydanı'nda yine seyirciler içinde gençler vardı, kendilerini Atatürkçü olarak tarif eden gençler; gerçekten çok korktum. Yani başıma oradan bir şey bile gelebileceğinden korktum. Çünkü Türkiye'deki siyasi kamplaşma öyle bir hale geldi ki, onların ezberlerine hitap eden cümle kurmadığınız zaman, otomatikman karşı tarafa ait oluyorsunuz ve bu da sizin yok edilmenizi, siyaseten yok edilmenizi, insan olarak bile yok edilmenizi meşru hale getiriyor. Çok Ortadoğulu bir çatışma kültürünün içindeyiz şu an.

SOYOÐUL: İzmir'deki mitinglere dönersek…

TEMELKURAN: İzmir'deki o mitinge geri dönünce… Ben sokaktaki insanlarla konuştum ve sokaktaki insanlar, hem Türkiye için, hem de kendileri için endişeliydi. Ve bu endişelerini de ifade etme hakları vardı. Fakat kürsüyle miting alanı arasında çok ciddi bir fark vardı ve kürsü temsil etmiş oldu o mitingi. Ki bence, oradaki birçok insan da bundan çok rahatsız oldu.
Orada gördüğüm şuydu. O alanı mobilize eden insanlar, sizin yaşlarınızda, eskiden sol örgütlerde olan insanlardı ve ben bunu otomatikman, 'tamam bu insanlar solcu, ama işte konjonktür böyle ve bu yüzden ellerinde bayraklarla böyle dolaşıyorlar diye düşündüm. Ama şimdi dönüp bakınca, bu affedilebilecek bir hata değil. Ya da bu, eleştirilmesi gereken bir şey. Kendi açımdan. Benim hatam oldu aslında. Çünkü o insanlar değiştiler ve artık eskisi gibi değiller. Ben onları hala solcu zannediyordum. Şimdi bu yazı dizisini yaptıktan sonra, biraz daha onun ciddiyetini yeni anlıyorum aslında. Eskiden solcu olup, şimdi o ideolojik bağlardan tümüyle kopmuş…

SOYOÐUL: Çok koyu ulusalcı, fanatik olanlar var…

TEMELKURAN: Evet. Konuşulamaz hale gelmiş insanlar… Bu çok kötü. O kavram yitimi dedim ya.. Sanki o sosyalizmin kavramlarının hiçbirisiyle hiçbir ilişkisi yokmuş, siyasi düşünme süreci, olgunlaşma süreci sadece Atatürk'le ilgiliymiş, kendinin süreciymiş gibi davranan insanlar var. Çok acıklı bir durum tabii. Hani ben korkuyorum falan, o ayrı bir konu ama bu, o insanlar adına çok acıklı bir durum. Kitap okumamışlar, dünyada ne olduğunu izlemişler. Kendilerini,

SOYOÐUL: Dondurmuşlar, sanki orada kalmışlar… Ve uyanmışlar, başka bir köşeye savrulmuşlar. Ama İzmir'deki mitinglerin diğer yerlerdekilerden hiçbir farkı olmadığını da söyleyemezsiniz.

TEMELKURAN: Sanıyorum farklı. Ankara'dakileri, gerçi televizyonlardan seyrettim, orada değildim ama, bana biraz daha farklı gibi, öyle geliyor.

SOYOÐUL: İzmir'in külliyen faşist ilan edilmesi, hatta daha ileri gidip faşizmin merkezi denmesine, ne diyorsunuz? Bu sözler, İzmirlilerin içine çok işledi. Benim de…

TEMELKURAN: İzmir'e külliyen faşist diyen herkesin, şu cümleyi de kurması lazım: Türkiye külliyen faşisttir. Ki çok yanlış da bir şey değildir yani bu. Evet, hepimizin içinde, en sosyalistimizin de içinde, aldığımız eğitimden kaynaklı olarak bir tahammülsüzlük, herkesi tektipleştirme isteği, sorunları böyle çözme güdüklüğü… Hepimizde var yani bu. Ama buna… Sözcükleri çok kolay kullanmaya başladık, ben buna çok üzülüyorum. İzmir'e faşist deyince, o sözcüğü o kadar kolay harcayınca, konuşamaz hale gelirsiniz. Gazetecilikte bir laf vardır hani, bilirsiniz, manşet atarken 'bu kadar büyütme, Üçüncü Dünya Savaşı çıkınca ne yapacaksın?' derler ya. Onun gibi, gerçek anlamda bir faşist görünce ne yapacaksınız? Esasında gerçek anlamda faşist olan, faşist olduğunu bu sözcükle söyleyen, bununla gurur duyan insanlar var.

SOYOÐUL: Onlara ne yapacaksınız?

TEMELKURAN: Evet, onlara ne yapacaksınız? Siyaset meydanındaki tırnak içindeki 'küçük faşistler'den bir tanesine programdan sonra dedim ki; 'bak işte, sen 7 yaşında okula gitsen, okulda hep İngilizce konuşman istense, Türkçe konuştuğun zaman dövülsen, sen okuldan nefret etmez misin?' Doğru aslında dedi. Bu çocuk, programın başında 'bu Kürtler de zaten hepsini öldürmek falan' diyen 13-14 yaşlarında bir çocuktu. İzmir'deki faşizm de, eğer varsa, böyle bir çocuk faşizmi gibi geliyor bana. Yani çok kolay çözülebilecek, çok kolay tersine ikna edilebilecek bir bakış açısı o. Dolayısıyla o kadar abartmamak gerek. Sivil faşizm, sıradan kötülük, sıradan faşizm gibi kavramlar, bu tür durumlar için üretilmiş kavramlar…
(Biraz durup düşünüyor ve…)
İzmir'de bunu yazamadım doğru dürüst. Doğrusunu isterseniz, kendimi biraz da sansürledim orada. Size söylemiş olayım. İnsanın ırkçı olmasından daha kötü bir şey varsa o da ırkçı olduğunun farkında olmamasıdır. İzmir'de insanlar ırkçı olduğunun farkında değil! Şimdi bakın şöyle yapıyorlar. En ırkçı klişe budur: 'Benim Kürtlerle bir problemim yok. Mesela benim Kürt arkadaşımlar var.' Şimdi, o öyle olmaz yani. Bu tam Amerikalıların siyahlar için kullandıkları gibi. 'Benim siyahlarla problemim yok, benim siyah arkadaşlarım var.' Meseleye 'ben merkezi'nden bakarsan, bunu da çözemezsin. Kürtler çok iyi insan aslında! Neden iyi olmasın Kürtler? Kötü Kürt de var, tıpkı kötü Türk olduğu gibi yani.
Bunlar çok ırkçı klişeler ve bunları, Kürtleri ne kadar sevdiklerini anlatmak için kullanıyorlar. O yüzden çok tehlikeli olan bu. Irkçı olduklarının farkında değiller. Mesela diyorlar ki, 'bizim bakkal var, bilmemne efendi, ama bunlar çıkıp da Kürdüm derse olmaz!' Yani bu o kadar ağır bir laf ki. Tamam, ben bu kimlik politikalarının eleştirilecek çok yanı olduğunu ve dünya politikasına zarar verdiğini düşünüyorum ama böyle de bir şey var. Şimdi buna karşı geri gidelim, daha önce uygulanan formülleri uygulayalım olmaz. Yeni bir şey düşünmek zorundasın. İnsan olma sorumluluğu bu. Hele sen solcuyum diyorsan, görevin bu.
Hemen bir şey daha söyleyeceğim. Diyarbakır'da polislerin, askerlerin oturduğu lojmanlar, hepsi dikenli tellerle çevrilidir.

SOYOÐUL: Evet, gördüm.

TEMELKURAN: Dolayısıyla o bir ırkçılık değil belki, terör ortamından. Sonuçta İzmir'deki Kürtlere bu yapılıyorsa, Diyarbakır'daki Kürtlere de bu aynısı değil elbette ama orada birbirimize dokunmadan uzak duralım hali var… Sonuçta Türkiye'de her yerde var. Başka illerde de Karadeniz'e giden fındık işçileri, Çukurova'ya gide pamuk işçileri, onlar hep dışarıda tutulurlar yani. Karışmalarına izin verilmez. Sadece Kürt meselesinden değil elbet. Onu da söylemek lazım. Yabancıya duyulan tepki bu. O da var bu işin işinde. Yabancı olana, dışarıda kal, içeri ve girme demek.

SOYOÐUL: İçinde yaşadığım için, doğru okuyamayabilirim. Siz İzmir'de bu korkuları çok hissediyor musunuz dışardan?

TEMELKURAN: Hep korku. Çok yakınlarımda bile. Bir şehir efsanesi oluşmuş mesela: Kadifekale'ye girilmiyor. Sokmuyorlar bizi Kadifekale'ye! Çok yakınlarımdan da duydum bunu. Ve sonuçta Kadifekale'ye de gittim zaten. Tabii ki öyle bir şey yok. Ama işte zaten düşmanlık böyle üretiliyor. Önce birbiriniz hakkında hikaye üretmeye başlarsınız, sonra o insanlar birbirini öldürürler hakikaten. Bu tür düşmanlıklar böyle başlar, insanlar inanır, sonunda gerçek hale gelir. Çatışma başlar. İzmir'de de böyle şehir efsanelerini duydum. Ama konuştuğum Kürtler hep şunu söylediler: İzmir en iyi yer bizim için. Eğer başka bir yere gideceksek, kendi memleketimizden başka, İzmir en iyi yer.

SOYOÐUL: Röportaja başlamadan önce sohbet ederken, bazı değişimler yaşadığınızı dile getirmiştiniz. DTP ile ilgili, Kürt meselesiyle ilgili, son süreçle yaşananlarla… Nedir bu değişim?

TEMELKURAN: Yıllardır toplantılar yapılıyor İstanbul'da, Ankara'da…(duruyor) Son derece kişisel, ahlaki bir kural geliştirmiştim kendime. Hep de onu uyguladım yani. Eğer Kürt siyasetini eleştireceksem, bunu Diyarbakır'da yapıyordum; eğer Türk siyasetini eleştireceksem, bunu İstanbul'daki toplantılarda yapıyordum. Çünkü, hani Kürt siyasetini İstanbul'da eleştirirseniz, sanki devletle birlikte hareket etmişsiniz; düşene, bir de siz vurmuşsunuz gibi bir şey olurdu. Şimdi bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Her ikisini de her iki şehirde yapıyor olmam gerekirdi. Diyarbakır'da gitseniz sorsanız Ece ile ilgili, ne kadar sert eleştirdiğimi söylerler Kürt siyasetini. Diyarbakır'daki toplantıları falan kimse bilmez İstanbul'dan.

SOYOÐUL: Şimdi buradan bakarken söylediklerinize, ben de yanlış görüyorum bunu.

TEMELKURAN: Çünkü şöyle oldu, oraya gidince korkunç hikayeler görüyorsunuz. Ben 19 yaşından beri, bu korkunç hikayeleri dinliyorum. İster istemez ezilene karşı bir ittifak hissi oluşuyor. Ama bu ittifak hissi, sizi siyaseten yanlış bir yere taşıyabilir kimi zaman. Dolayısıyla eleştirilmemesi yanlış bir tavırdı.

SOYOÐUL: Biraz önce neden 'bana da buradan yanlış görünüyor' dedim? Yazılarınızda kimi zaman, sanki Kürt tarafına daha fazla yakınlık ilgi, haklılık payı verdiğinizi hissediyordum. Bunun nedenini de soracaktım zaten size.

TEMELKURAN: Bazen siyasetten bile kaynaklanmıyor. 2006'da mesela, hakikaten hayatımda beni çok fazla etkileyen bir şey… İşkence görmüş onlarca çocukla tanıştım. Ve bazılarının boyları bu kadarcıktı. (eliyle gösteriyor) Bu insanı etkiliyor. Ama o çocukların kullanıldığını da söylemem lazımdı… Bunu yeterince söylemedim. Doğrusunu isterseniz, ben Kürt siyasetine değil, kürt halkına yakın hissediyorum kendimi. Çünkü acı çektikleri için… Ezilen herkese yakın hissettiğim gibi, onlara da yakın hissediyorum. Bu süreçte ise beni çok rahatsız eden şey, ne Kürt tarafının, ne Türk tarafının, kendi sürecini bile yönlendirememesi. Ve şimdi mesela, bunu eleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Yani AKP, ideolojiksizliğinden dolayı, 'bu meseleyi ortaya atalım, insanlar tartışsın' dedi ve insanlar şimdi taşlı sopalı tartışıyorlar. Kürt tarafı da, hakikaten sürecin peşinden koşturuyordu, en başında habur meselesinden çok geç haberleri oldu mesela, ama şimdi durumu görüp eli yükseltmeleri….(duruyor, uzunca bir sessizlik oluyor aramızda)

SOYOÐUL: Samimiyetsiz geliyor. En light kelime bu belki.

TEMELKURAN: Bir şey söyleyeyim mi, ben siyasette samimiyet aramıyorum. Siyaset, samimiyetle ilgili bir şey değil, tutarlılık arıyorum ama. Ve insanları, onların bu tutarsızlığı çok korkutuyor. Tamam, bugün bunu istediler, yarın şunu istediler, peki sonra ne olacak? Haklı olarak da insanlar bunu soruyorlar. Yani dün dil meselesiydi, bugün Apo'nun hücresi meselesi. E ama yani insanlar ölüyor… Böyle olmaz ki! İnsanlar acı çekiyorlar.
Daha önce yapmakta zorlandığım ve şimdi yapılmasını gerektiğini düşündüğüm şeylerden bir tanesi, bunu her toplantıda söylüyorum. Biz solcular olarak bu ölen askerlerle ilgili doğru dürüst bir şey söylemedik! Şimdi insanlar da protez bacağını masanın üzerine koyuyor, ölü çocuğunun fotoğrafını masanın üzerine koyuyor, ve soruyor: Madem böyle olacaktı biz bu çocukları niye verdik size? Biz onların haklarını da yeterince savunmadık, onların acısının da yeterince yanında olamadık. Şimdi mesela, şimdi bile bunu söylediğim zaman, 'aha.. orducu musun, bilmem ne misin' falan! İşte bu böyle olmaz yani. Çünkü entelejansiya böyle bir güdüklüğe sürüklendi ve bu güdüklüğün kendisini eleştirecek yerde, o güdüklük içinde taraf almaya başladılar, saf tutmaya başladılar. Beni çok ürküten şeylerden bir tanesi bu. Ciddi bir entelektüel felç geçirdiğimizi düşünüyorum Türkiye'de. Zaten bir avuç insan var, onlar da felç geçirdiler.
Şimdi… İzmir'de başka bir siyasi atmosfer var, İstanbul'da bambaşka bir şey var. Bu Ergenekon meselesinden sonra en yakın arkadaşlar bile, birbirlerine selam bile vermemeye başladılar. 'Bu ne yazmıştı bu konuda' falan diye düşünüyor insanlar selam vermeden önce ve inanılmaz bir öfke. Birbiriyle konuşması, diğer insanlar için cümle üretmesi gereken insanlar, konuşmaz hale geldi. Bizim işimiz ne ki? Senin benim işim ne? Diğer insanlara bilgiyi, haberi işleyip vermek lazım; hayatla ilgili, siyasetle ilgili… O insanlar birbirleriyle konuşmuyorlar, dolayısıyla herkes kendi bünyesini kuruyor.

SOYOÐUL: Celal Başlangıç'la dün konuşurken, IRA, ETA sürecini anlatırken, oradan örnekleyerek, 'şiddet şehirlerde başlayacak' öngörüsünde bulundu ki, zaten başladı.

TEMELKURAN: Tabii tabii. Ben de düşünüyorum.

SOYOÐUL: Zaten başladı. Dün onunla röportajımız bitti, ardından Tokat'tan 7 şehit haberi geldi. İzmir'de de bunun yaşanabileceğini söylüyor Celal.

TEMELKURAN: Ben de Karadeniz'de, Mersin taraflarında bekliyorum. (endişeli bir yüz ve ifadeyle) Bunu söylemeye hiç dilim varmıyor. Çünkü söylerseniz, sanki siz başlatıyormuşsunuz gibi oluyor ama.

SOYOÐUL: Celal net söyledi.


TEMELKURAN: Ben de bugün bunu yazacağım. İç savaş başlamıştır, geçmiş olsun diyeceğim. Şimdi bu ülke de bir acaip. (Gazetelikteki gazeteleri çekip alıyor, birinci sayfalarını gösteriyor) Bugün gazetelere bakın. Milliyet yine daha düzgün bir şey yapmış. Daha dengeli. Mesela Habertürk bugün, çok tehlikeli bir şey yapmış. (Manşeti ve manşet yanındaki Fatih Altaylı'nın yazısını işaret ediyor.) Bu arkadaş da mesela şöyle bir şey yapmış. Bu çok tehlikeli. Okuyamadım.

SOYOÐUL: Siz manşet atıyor olsanız, ne yapardınız? Bu olayları nasıl toparlandın mesela?

TEMELKURAN: Allahtan hiçbir zaman bunu düşünüyor olmak durumunda kalmayacağım ama herhalde son İzmir konvoyundan beri olan şeyleri tak tak tak toplasanız, birinci sayfaya koysanız, ertesi gün herkes korkusundan öleceği için, kimse bunu yapmak istemiyor. Gerçek de bu. Ben öyle olduğunu düşünüyorum, bilmiyorum. Siz nasıl düşünüyorsunuz?

SOYOÐUL: Ben şu noktadayım. Her ne manşet atarsanız atın, hangisini ön plana çıkarırsanız çıkarın, ister toplu verin, ister ayrıştırın. Bunu yaparken dilin çok önemli olduğunu biliyorum. Sizin de yazılarında önemle durduğunuz dil, üslup konusu var ya… Haberde kullanılan dil çok çok önemli. Aynı konuyu işleriz, ama öyle cümleler başlıklar veririm ki, tahrik ederim, ya da tam tersi kurduğum cümlelerle yatıştırırım. Aslında konu aynı ama dil farklıdır çünkü.

TEMELKURAN: (gazeteleri incelemeyi sürdürerek) Bugünkü manşet, 'korkuyoruz' olabilirdi. Çünkü herkesin korkusu var, değil mi? Şu anda.

SOYOÐUL: Doğru. Ama o başlığın altını bile çok önemle doldurmanız gerekiyor. Atacağınız başlık, altına yazacağınız spot niye önemli? Çünkü insanların bir kısmı maalesef sadece başlığı ve o spotları okuyor. Ve işin kötüsü onlara inanıyor. O yüzden biz gazetecilerin yazdığı her şeyin önemi var. Entelektüellerle ilgili görüşünüze yürekten katılıyorum. Siz felç diyorsunuz. Ben hissetmiyorlar diye düşünüyordum, o güzel terimi siz buldunuz.

TEMELKURAN: Belki de çok fazla hissetmekten dolayı felç olunmuş da olabilir. Şimdi Türkiye'de o kadar çok şey oluyor ki, yaptığınız şey düşünmek ya da eleştirmek değil. Tavır koyuyorsunuz. Köşe yazarlığını da bu yüzden sevmiyorum ben aslında. Giderek şöyle bir şeye denk geliyor. Sizin işiniz, haftada üç gün tavır koymak. Köşeye! Böyle şaçma bir şey olur mu? Üstelik uğraştığınız şeyler hakikaten o kadar geri zekalı şeyler ki! (karikatürize ederek söylüyor) 'Çocukları yetişkin gibi yargılamayın, terörist muamelesi yapıp cezaevine koymayın!' Karşınızdaki kötü, o kadar basit ki, siz de giderek basitleşmeye başlıyorsunuz. güdükleşmeye… Evet güdükleşmeye… Ben de kendi adıma bundan çok korkuyorum. Haftada 3 gün tavır koy, tavır koy Allah, tavır koy. Yazı yazmak düşünmek değil. Köşe yazarlarının kendisiyle de ilgili bir problem ama Türkiye'yle ilgili bir problem bu. 'İnsanları öldürmeyin!' Böyle bir şey olabilir mi yani? (gülüyor)

SOYOÐUL: Sizin yazılarınızı çok uzun süredir takip eden bir okurunuz olarak söyleyeyim. Sizin çok çeşitlilik gösteren bir konu yelpazeniz vardı. İnsanlarla ilgili, kadınlarla ilgili, mevsimlerle ilgili. Ne çok kış, ilkbahar, yaz yazardınız, hepsi de farklı olurdu elbet… Bunlardan uzaklaştınız. Salt siyaset yazar oldunuz. İster istemez Türkiye'nin siyasi durumu insanları yönlendiriyor tabii. Bugün o olayı yazmasınız, kendinizi suçlu hissedersiniz herhalde?

TEMELKURAN: Eveeet. Ben vicdan azabından öleceğim bir gün zaten herhalde. Ama o yazılardan dolayı da çok acı çektirdiler bana. 'a, duygusal kız' falan (küçümseme ifadesini karikatürize ediyor bu arada) diyerek… (kahkahalar) Sizi hemen gayrı ciddi bir noktaya sürüklüyorlar. Ondan da kaçmak… Zor işte.

SOYOÐUL: Bir yandan yazı zor diyorsunuz, bir yandan da yazmaktan başka bir şey bilmiyorum, iyi ki yazıyorum diyorsunuz. İkisi de sizsiniz de, bunun için kitaplara, kitap yazmaya sığınıyorsunuz herhalde.

TEMELKURAN: Asıl evim orası zaten, edebiyat. Burada sürgünde bulunuyorum yani.(kahkahalar) Fakat tuttu ya iş. Çok saçma ama Almanya'ya gelirsiniz, Almancı gibi yani. Dönemiyorum yani.Hayatımı sürdürmem için çalışmam gerekiyor ve maalesef avukat olmama rağmen, bundan başka, yazmaktan başka iş bilmiyorum. Avukatlık yapmadığım için ya da sadece bir gün yaptığım için.(kahkahalar)

SOYOÐUL: Evet, yazılarından öğrendik; bir gün avukatlık yaptınız, Diyarbakır'daki taş atan çocukları savundunuz.

TEMELKURAN: Onun için de bu işin içinde kalmak zorundayım. Ama giderek çok tatsızlaştığını da söylemeliyim. 16 yıl oldu. 16 yıl çok uzun bir süre değil, bir ülkenin tarihinde. Medya tarihinde de. Ben, bu süre içinde bile nasıl değiştiğimi görüyorum yani.

SOYOÐUL: Biz, okuyucularınız da… Biraz konuyu değiştirelim. Randevuyu ertelerken, çıkacak yeni kitabımla ilgili demiştiniz. Ne okuyacağız bu kez?

TEMELKURAN: Roman…

SOYOÐUL: Roman mı, oooo. İlk kez.

TEMELKURAN: Beyrut'taydım ben 8 aydır.

SOYOÐUL: Evet, izliyoruz o süreci. Orası da arka bahçeniz gibi oldu.

TEMELKURAN: Olabildiğince az yazmaya çalıştım ki, kimse ne yaptığımı bilmesin diye. Bir roman yazıyordum Beyrut'ta.

SOYOÐUL: İlk kez roman yazıyorsunuz, yanlış hatırlamıyorsam.

TEMELKURAN: Evet ilk. Şiirler, gazetecilikle ilgili olanlar. Hepsinde ufak ufak edebiyat vardı tabii. Şimdi zamanı gelmişti. Ben romanların öyle 20'li yaşlarda yazılmaması gerektiğini düşünüyordum. 30'dan sonra iyi bir başlangıç. Birçok insan 37'den, 38'den sonra başlamış. Ben de 37'ye girdim. (gülüyor) Bunlar işin şaka yanı da. Çok yazmak istediğim bir hikaye vardı. Ve söylemek istediğim bazı şeyler vardı ki, onlar ancak edebiyatla söylenebilecek gibiydi. Bu yüzden öyle oldu.

SOYOÐUL: Orada mı tamamladınız?

TEMELKURAN: Oxford'ta ve Beyrut'ta. Yani Beyrut'ta olduğum süre içinde geri gidip bir ay kadar tekrar Oxford'ta kaldım. Ocaktan beri, İstanbul, Oxford ve Beyrut, bu üç şehirde yazıldı hemen hemen. En azı İstanbul'da yazıldı. İnşallah ocakta okuyacaksınız. Umarım seversiniz.

SOYOÐUL: Konu?

TEMELKURAN: Politika ve aşk. Aslanlar gibi politika ve aslanlar gibi de bir aşk var.