İzmir Barosu Başkanı Sema Pekdaş ‘kapıdaki seçim’ öncesinde Gönül Soyoğul’un sorularına içtenlikle yanıt verdi ve çarpıcı açıklamalarda bulundu. Pekdaş, “Barolar da ele geçirilmek isteniyor” dedi.
Bir ay önce, İzmir Barosu'nun düzenlediği 'Olağanüstü Yargılamaların Yeni Adresi: Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri (Terör Mahkemeleri)' Panelinin panelistlerinden Türk Ceza Hukuku Derneği Başkanı Avukat Fikret İlkiz, 'ayrılmaz ikili' medya ve hukuk üzerine (yine) olağanüstü bir konuşma yapmıştı. İki meslekte de 'dayanışmanın kalmadığını'; geçmişin iftiharlık, günümüzünse acıtıcı örnekleriyle ifade eden İlkiz, birbirinin üzerine basarak/çiğneyerek yükselen, bunu yaparken mesleği dibe çekenlerin varlığının nasıl bir erozyon yarattığını öylesine etkili anlatmış;
'Arkadaşlarına bir şey olduğu zaman anında bir araya gelip direnen gazetecilerden, günümüzde bir iddianame de kendisi hazırlayan, köşesinde yargılayıp asan gazetecilere geldik' sözleriyle zamanımızı öyle çarpıcı özetlemişti ki…
'Ağacı kesiyorlarmış, ağaç dile gelmiş: Beni kesen baltanın sapı bendendir, yanarım yanarım ona yanarım…' duygusunu, paneli dinleyenlere de geçirmişti.
Geçen hafta Ege TV ve Egedesonsöz adına yaptığım röportajda konuğum olan İzmir Baro Başkanı Sema Pekdaş'ın cevaplarını dinlerken de aynı duyguyu hissettim.
21 Ekim'de yapılacak İzmir Barosu seçimlerine 'Çağdaş Grup' listesiyle katılacak olan Sema Pekdaş'la yargıdaki çalkantıdan girdik, biraz geçmişi didikleyip biraz gelecek ve seçimler üzerine konuşup, yaptıklarından ve yeniden seçilirse yapacaklarından çıktık…
Her zamanki gibi güler yüzlü, sesi her zamanki gibi 'Sema Abla' tonundaydı.
Ve sözleri, elbette ki yine kadife eldivenli demir yumruk misaliydi…
GÖNÜL SOYOÐUL: Hemen hepimiz 'geçmiş' söz konusu olduğunda bir ah çekip şimdiki zamandan dert yanarız; hemen her konuda… Hafızamızın bize bir oyunu belki; belki de bellek kötüyü unutmak üzerine kurgulu ama… Yargının adaletin bu kadar tartışıldığı bir dönem yaşanmış mıydı?
SEMA PEKDAŞ: Türkiye'de hep sıkıyönetim oldu. Sıkıyönetim mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, idam cezaları, uzun gözaltılar oldu. Şimdi uzun tutukluluk süreçleri yaşıyoruz ama 12 Eylül döneminde 3 aylık, 1 yıllık gözaltı süreleri oldu. İşkence vardı. Ceza evi koşulları kötüydü. Ama bunların hepsi; insanlara, direnme ve mücadele etme gücü veriyordu. O günlerin geçeceği düşüncesi hakimdi. Kurumlar vardı, sosyal örgütler vardı. Şimdi gelinen noktada insanlarda örgütlenme azaldı. 12 Eylül dönemi; dünyada duvarların yıkılması ile birlikte tek kutuplu, küresel dünya ve yeni insan tipini yarattı. Umudun kalmadığı, örgütlülüğe inanmayan, bir şeyleri değiştirmek değil kendi düzenini değiştirmek için mücadele eden, kendisi için umutlu, toplum için umutsuz, gemisini kurtaran kaptan zihniyeti oluştu. Biz bu fotoğrafı bir bütün olarak görmeliyiz. Dünyayı, Türkiye'yi, içinde bulunduğumuz zamanı, durumu. Bu fotoğraf bir arada görüldüğünde… Türkiye'de yargı aracılığıyla yeni bir sistemin oturtulmasına da başlanıyor. Umutları ve mücadele azmini ortadan kaldırırsanız eğer, her şeye kötü dersiniz. Şimdi geleceğe yönelik beklentilerin azaldığı bir dönemden geçiyoruz. Yargı, sivil yargı aracılığıyla maalesef adil yargı ihlal ediliyor.
SOYOÐUL: Uzun gözaltılar yok, filistin askısı, elektrik gibi işkenceler uzun süredir duyulmuyor, varsa da bilmiyoruz. Ama genel anlamda yargıdan memnuniyetsizlik had safhada. Bu, sizin meslektaşlarınız arasında da böyle. Son Balyoz davası örneğindeki gibi, meslektaşlarınız da kararı iki kutupta tartışıyor. Yargıda ne oldu böyle?
PEKDAŞ: Yargı politik mücadelenin aracı haline getirildi.
SOYOÐUL: Daha önce değil miydi? Tamamen bağımsız, adil bir yargı sistemi vardı da birden mi bozuldu?
PEKDAŞ: Hayır. Fakat sıkıyönetim mahkemelerinde… Askeri hakimlerin yer aldığı, hukukçu olmayan yargıçlar görev yaptı mahkemelerde. Başından beri politik bir araç olması normalmiş gibi düşünülüyor. Ama adı sivil yargı olursa, hepsi hukukçu olursa, onlardan farklı şeyler bekliyoruz. Hiçbir Başbakan 'yargıya talimat verdik. Gerekeni yapacak' demedi bu ülkede. Şimdi yürütmenin güdümünde çalışan yargı görünümü var. Yargı hileli delillerle karar vermeyi kendisine zul addetmiyor. Özellikle Balyoz ve KCK davası ve daha birçok siyasi davalar… Mahkeme, adil yargılama yapmak için tüm delilere doğrudan ulaşmalı. Savcılık aşamasında tanık dinlenmiştir, bilirkişi raporu alınmıştır deyip yetinemez. İtirazı şüpheyi tamamen ortadan kaldırmakla görevlidir mahkeme. Çünkü şüphe sanığın lehinedir. Bu evrensel bir hukuk kuralıdır. 'Bilirkişi raporları eksik, yanlış, şu tanıklar da dinlenmelidir' deniliyorsa; mahkeme bu delillere doğrudan ulaşmalı, tanıkları dinlemeli, itirazları gidermeli, bilirkişi incelemesi yapmalıdır. Ama maalesef Türkiye'de bu yargı döneminde bunlar yapılmadı. İtirazlar da buna.
Sistem, hükümet, siyasi iktidar, muhaliflerine yönelik yargı aracılığıyla, hesaplaşma yoluna gitti. Yargı yoluyla tasfiye etmeyi seçti. Başından itibaren siyasi bir tavırdı. Bu davaların böyle açılması da siyasi olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla 'siyasi hesaplaşmanın aracı değiliz' diyerek, yargı tam bir adil yargılamayı sağlamalıydı. Mahkemeler, savcılar çağırdığı zaman insanların hepsi koşa koşa gittiler, ifade verdiler. Yurt dışından geldiler ifade verdiler. Bu insanların kaçma şüphesiyle tutuklanması kabul edilemez. Dolayısıyla mahkemeler bu anlamda adil yargılamayı gerçekleştiremediler. Dolayısıyla avukat meslektaşlarımız, biz savunma görevini yapamıyoruz dediler. Savunma görevini yapamayız deyip böyle bir yargıda figüran olmak istemiyoruz, böyle bir savunmaya katılmıyoruz dediler. Dolayısıyla hem Silivri yargılamaları, hem Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu üyesi olan insanların sendikal faaliyetleri nedeniyle yaptıkları, örgüt faaliyeti olarak anlatıldı. Hopa'da miting yapan insanlar, 'örgütlü suç işlediler' diye Erzurum Özel Görevli Mahkeme'ye gönderildi. Bunları protesto eden Ankara'daki öğrenciler Özel Yetkili Mahkemelerde yargılandılar. Dolayısıyla toplumda, tüm muhalefet eden kesimlere, gazetecilere, öğrencilere ciddi anlamda baskı var. Ve maalesef hem hukukçular hem basın… Bu konuda günahımız çok.
SOYOÐUL: Avukatları cübbeleriyle yürürken daha sık görürdük, doğru. İzmir Barosu olarak Özel Görevli Mahkemeler ve Özel Yetkili Savcılıkların kaldırılması için bir miting yaptınız, yine bu konunun önderliğini yapıp pek çok baroyla İzmir'den deklarasyon yayınladınız ama genel olarak bir sessizlik hakim. İtirazlar cılız. Hukukçuların sessizliğini nasıl yorumluyorsunuz, neye bağlıyorsunuz?
PEKDAŞ: Her zaman çuvaldızı kendimize batırmaktan yanayım. Burada da yine fotoğrafa bütün olarak bakmak lazım. Birçok yere fazla hukuk fakültesi açıldı.. Hukuk felsefesi dersleri gereksiz dersler olarak görüldü. Oysa bir avukat, hukukçu, teknisyen değildir. Avukat hukuk formasyonu almış, akademik hukuk bilgisine sahip, hukuk bilinciyle düşünebilen, hukuk felsefesi bilen insandır. Dolayısıyla evrensel hukuk prensiplerini bilen, hukukun siyasetini yapabilen insandır. Biz avukatlar hukuk felsefesinden de uzaklaştık. Bunlar önemsiz dersler haline getirildi. Türkiye yeteri kadar hukukçu, akademik personel yetiştirmeden, hukuk felsefecisi yetiştirmeden, 103 tane hukuk fakültesi açtı. Siz hukuk bilincini vermezseniz, icra takibi nasıl doldurulur, nasıl hacze gidilirle sınırlı kalırsanız… Hukuk, salt teknik bilgi değildir. Hukukçuluk bir düşünce sistemidir, bir felsefedir. Felsefemizden de uzaklaşıyoruz. Bugün yeni şeyler söylemek lazım. Bu dünyada da böyle, avukat mesleğine farklı kısıtlamalar getiriliyor. Avukatlık mesleğini, baroları gereksiz gören bir anlayış var. Siz orta çağdan kalan avukatları savunuyorsunuz diye eleştiriler var. İtalya'da bugün avukatlar direnişte. Bizim mesleğimizi savunmamız lazım, hukuk devleti için hukukun üstünlüğü için, bağımsız, özgür, entelektüel ve ekonomik bağımsızlığı olan özgür avukatlara gerek var. Entelektüel bağımsızlığınız olmazsa, hukuk bilincine sahip değilseniz, hukuk felsefesini özümsememişseniz, teknik hukukçular olarak, teknik avukatlar olarak, sadece mesleğinizi yapan teknisyen haline gelirsiniz. Bugün o hale döndürülmek isteniyoruz. Baroların var olan etkisi sıfırlanmak isteniyor. Çabayla, biz Özel Yetkili Mahkemeleri baroların gündemine sokmaya çalıştık. 57 barodan imza aldık. Bunlar gerçekten, iğne ile kuyu kazmak gibi çabalardı. Ve Türkiye'de insanlar nasıl kutuplaştırılmaya çalışılıyorsa, barolarda da aynı durum söz konusu. Oysa bizim hukuk devletini ve hukukun üstünlüğünü savunmamız lazım. Çünkü hukuk herkese lazım, bir gün herkesin avukata ihtiyacı olabilir. Avukatın 'avukat gibi' çalışabilmesinin önü açılmalıdır.
Dünyada avukatı gereksiz gören bir akım başlamış bulunmakta. Sadece ticari bir meslek olarak görülmeye çalışılıyor. Böyle bir çaba var. Nasıl eskiden gazetelerin sahibi gazetecilerdi, gazeteler direnemedi medya patronları çıktı. Şimdi de avukat bürolarının sahibinin avukat olması gerekmiyor. Borsada hisseleri alınıp satılabilen hukuk büroları, onlarda çalışan avukatlar olsun, ücret tarifeleri olmasın, avukatlık mesleği dünyanın her yerinde yapılabilsin… Büyük avukatlık şirketleri ve o şirketlerde istihdam edilen hukuk teknisyeni avukatlar... Dünyada böyle bir trend var. Avukatlar bunlara direniyor, direndiği için avukatlara 'siz orta çağdan kalma insanlarsınız' deniliyor. Evet, böyle insanlara ihtiyaç var. Teknik olarak ticaret hukuku, icra hukuku anlamında da avukat görevini yerine getirirken genel hukuk mantığı içerisinde bu işi yapmalıdır. Neden hukuk mantığı önemli bu hukuk dallarında? Çünkü adliyelerin yeniden yapılandırılması çalışmaları yapılıyor. İcra, iflas hukukunun nasıl etkin hale getirilmesi konuşuluyor. Avrupa'da bu sorun çözülebilmiş değil. Bakın mesela, bir toplantıda şu sözler dikkatimi çekti. Bir konuşmacı, 'İcra-iflas hukuku insan haklarıyla çok ilintili bir konudur' dedi. O zaman düşünmeye başladım, insan haklarıyla ilgili alanlarda çalışmış olmama rağmen, fark edemediğim bir pencere açtı bana. İnsanın evinin, yaşamını sürdürmeye yönelik eşyalarının haczedilmesi, sanatını icra ettiği aletlerin haczedilmesi, bunların hepsi insan hakları. Dolayısıyla teknik hukuk dediğiniz bir şey yok. Haklar ve hukuk varsa, her şey insan hakları ile ilgili. Bu mesleğin yok edilmesine karşı direnmek zorundayız. Ciddi anlamda; hem hukuk alanına, hem avukatlık mesleğine saldırı var. Bu zor durumda mesleğimizi yapıyoruz. Duyarsızlıkların arttığı, duyarlılığın azaldığı bir dönemden geçiyoruz. Yeni heyecanlar ve umutlar yaratmalıyız. Hukukun üstünlüğü için mücadele etmeliyiz, bırakmamalıyız.
SOYOÐUL: Balyoz davasının sonuçlarına gelirsek… Türkiye askeri darbelerden çok çekti. Sivil hayata bir türlü geçemedik. Bu davada da sanki sanıklar değil de bu darbe zihniyeti yargılandı. Sizin meslektaşlarınızdan bazılarının tv'lerde 'ama onlar asker, onlar da şunu yapmışlardı' dediklerini duydum. 'Askersin, o halde darbecisin' gibi bir mantık vardı sözlerinde. Hukukta insanların o gün, o davayla, o davadaki delillerle yargılanmaları esas değil midir?
PEKDAŞ: Askeriyenin vesayet sistemini, bazı insanlar üzerinden hesaplaşarak yok edemezsiniz. Sanık hangi fiili işlediyse, ondan sorumludur. Onun karşılığı olan ceza ne ise o verilir. Ve sistemin bedeli ona ödetilmez.
Hukuk fakültesine başlar başlamaz, öğretilen bir şey vardır; suç ve cezanın kanuni yeri. Hangi suç, ceza kanunda yazılı maddelerden hangi suçla ilgili ihlali varsa o düzenlemedeki suç unsurlarının, geçekleşip gerçekleşmediği incelenir ve ona göre ceza verilir. Ceza hukukunda toptancı bir anlayış yoktur. Her bir sanık, tanık, birey ayrı ayrı kişiselleştirilmelidir. 'Bu sanık şu eylemi ile ceza kanununun şu maddesini ihlal etmiştir. Kanıtı da şunlardır', denilip karşılığında ceza almıştır. Her bir tanığın fiili tek tek belirlenmeli, şahsileştirilmeli ve o sanığa ilişkin delillerin neler olduğu belirtilmeli. Maalesef şimdi torba yasalar çıktığı gibi torba davalar var. Ama nerede ne zaman, hangi fiille bunu işlemiş, bunun delili yok.
Türkiye'de askeri rejimlerden insanlar çok çektiler. Askeri vesayet yok muydu? Vardı ama bununla siyasi olarak hesaplaşırsınız; aynı zamanda hukuken kimin fiiline ise onun cezasını verirsiniz ama adil yargılayarak. Normalleşme böyle olur, biz normalleşemiyoruz. Normalleşme adı altında düellolar yapılıyor.
SOYOÐUL: Bir ay önce İzmir Barosu olarak 'Olağanüstü Yargılamaların Yeni Adresi: Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri (Terör Mahkemeleri)' Panelini yaptınız. Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri yeni tehdit mi? DGM'lerin yerini ÖGM'ler almıştı. ÖGM'ler kaldırıldı, yerine Terör Mahkemeleri geldi ve ne değişti? Terör deyince ne anlamamız gerekiyor?
PEKDAŞ: Bu mahkemeler (ÖGM'ler) kapandı ama ellerindeki davalar için geçici maddeyle görevlendiriliyor. Böyle bir mahkeme kurulması olmaz, kanunen yoktur. Kanunla kurulmuş mahkeme değil bunlar bu haliyle ama o 250-251-252 çok moda tabirle CMK buna karşıydık. Bu maddeler 6352 sayılı 3. Yargı paketiyle kaldırıldı. Kaldırıldı, orada düzenlenen suçlar Terörle Mücadele Kanunu 10. maddeye alındı, ilave edildi.
SOYOÐUL: Değişen hiçbir şey olmadı yani bu durumda?
PEKDAŞ: Değişti! Değişti ama nasıl değişti? 3. Yargı Paketi'yle Bölge ağır ceza mahkemelerinin ihtiyaç halinde adalet bakanının önerisiyle HSYK tarafından kurulmasının önü açıldı. Biz eskiden biliyorduk ki Devlet Güvenlik Mahkemeleri sırasında, Özel Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri sırasında… Bizim 8 tane Özel görevli mahkememiz vardı, sekiz yerde. Şimdi, istedikleri her yerde açabilirler ve açıldı. Antalya'da açıldı, Bursa'da açıldı; çoğaldı aslında şimdi. Bölge ağır ceza mahkemeleri çok daha fazla yerde kurulur hale geldi. Terör mahkemeleri adı altında her türlü fiil, muhalefet eden fiil, o düzenlemenin içine girebilecek durumda.
SOYOÐUL: Terörle kastedilen ne?
PEKDAŞ: Terörle mücadele kanunu içinde düzenlenmiş olması sebebiyle kamuoyu terör mahkemesi dedi. Adı Bölge Ağır Ceza Mahkemesi olarak kondu ve bazı mahkemeleri, bazı ağır ceza mahkemelerini, diğer ağır ceza mahkemelerinden farklı kılıyorlar. 'Biz bu mahkemelerde öyle delile bakmayız, farklı usul uygularız. Hemen yakalanır yakalanmaz avukatıyla görüştürmeyiz. Gözaltı süresi farklı olur. Dosyanın incelenmesi farklı olur. Kısıtlama kararları veririz, telefonları dinletiriz, özel hayata müdahale ederiz, her türlü hukuka aykırılığı yaparız.' diyorlar. Bu hukuka aykırılıktır aslında, hileli delil toplamaktır. 'Bazı ağır ceza mahkemeleri hileli delil toplayabilir' diyorlar. 'Biz bu hakkımızı elden çıkartmıyoruz, özel görevli mahkemeleri kapattık ama ağır ceza mahkemeleri olarak onları yaşatacağız ve bazı mahkemeleri özel olarak donatıyoruz. Onlar adil yargılanma hakkının gerektirdiği titizliğe uygun yargılama yapmayabilirler çünkü devletin güvenliği çok daha önemlidir.' diyorlar. Güvenlik/özgürlük denkleminde biz bile çatışıyoruz.
Evet, Türkiye'de ciddi anlamda bir terör, şiddet sorunu da var. Bunu da yine büyük fotoğrafı görerek değerlendirmek lazım. Türkiye'nin uluslararası politikaları, Türkiye'nin kendi içindeki sorunları, sadece güvenlik sorunu olarak göremeyeceğimiz sorunlar. Suriye'de yaşananlar, Suriye politikası sonrası artan şiddet olayları. Türkiye, Suriye'de savaşta aslında, adı konmamış bir savaş yaşanıyor. Biz ona karşı bile toplum olarak savaşa hayır diyemiyoruz. Irak savaşı başladığındaki 'biz savaş istemiyoruz' denilen zamanları hatırlayın; çok değil bundan on yıl önceydi. Şimdi biz burada adı konmamış bir savaş yaşıyoruz ve bunun adının savaş olduğunu söyleyemiyoruz. Bu bütünlük içinde değerlendirilmeli. Türkiye bir güvenlik cenderesi altında özgürlükleri feda eden bir ülke haline geldi. Biz hukukçuların işi çok, her tarafa yetişmek zorundayız. Biz geçtiğimiz iki yıl süresince de Erzurum'a gittik. Hopa'daki yurttaşlarımızın yanında Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi'nde onlara yapılan hukuka aykırılığa karşı meslektaşlarımızla dayanışmak için. Yargıçların kurduğu Yargı Sen kapatılıyordu, yargıçların da örgütlenme hakkı vardır diyerek onların yanına gittik. Ergenekon davasına gittik, Balyoz davasında avukat meslektaşlarımız görev yapamaz hale geldiğinde; 'sanık kim olursa olsun, herkesin adil yargılanma hakkı vardır. Herkesin hukuka uygun bir yargılamayı isteme hakkı vardır' dedik, onların yanına gittik. Diyarbakır'a gittik, yetişebildiğimiz Ankara'daki mahkemelere gittik. Yetişebildiğimiz her yerde İzmir Barosu olarak aykırılıklara karşı 'evet biz burada varız, hukuka aykırıdır bu' dedik, burada en azından gelecek nesillere karşı bir tespit yapmak, bir duruma işaret etmek için oralara gittik. Bundan sonra daha çok işimiz var.
SOYOÐUL: 90'lı yıllarda bütün Türkiye'ye mal olan bir Manisa davası söz konusuydu. Siz daha gencecik bir avukatken dönemde bu davaya müdahil oldunuz. Onlara hatta hukukçuluğun ötesine geçip ablalık, annelik yaptınız, o dönemleri yaşayanlar bilirler. Şimdi de gençler yargılanıyor, 90'lı yıllardaki gibi duvarlara vagonlara 'yaşasın halkların kardeşliği' veya 'parasız eğitim isteriz' diye yazdıkları, pankart açtıkları veya yürüyüş yaptıkları için tutuklanıyor, aylarca cezaevinde kalıyorlar. Manisa davasını Manisa davası yapan, çocukların 11 gün gözaltına tutulması, işkence ve kötü muamele görmeleriydi. Şimdi işkence yok, 11 gün gözaltı yok ama pankart açan, protesto eden gençleri içeri atmak var. Öğrenciler inanılmaz ceza davalarıyla karşı. Ve bu duruma toplumsal muhalefet yok; Manisa Davasında olduğu gibi ülke çapında bir duyarlılık görünmüyor. Neden bu fark?
PEKDAŞ: Dayanışma ve toplumsal duyarlılığı unuttuğumuzdan. Manisa davasında tabip odaları, barolar, sendikalar, gazeteciler, hepsi devredeydi. Gerçekten gazeteciler o sorunu sürekli görünür kıldılar, unutturmadılar. Unutturulmadığı, görünür kılındığı için, fikri takip olduğu için kimse unutmadı. Avukat arkadaşlar mücadele etti, gazeteciler haber yaptı, bizler o haberleri okuduk. Fakat fikri takip yok artık. Sürekli gündemde değil. Toplumdaki umutların, dayanışmanın, örgütlülüğün yeniden oluşması için başka şeyler yapmak lazım galiba. Sesi duyurmak için yeni yöntemler yaratmalıyız. Yeni neler bulabiliriz, hep birlikte bunları düşünmemiz gerekiyor.
SOYOÐUL: Bu duyarlılık ve dayanışma hali İzmir Büyükşehir Belediyesi çetesi davasında ortaya çıktı. Basın da bu konunun üzerine gitti, hukukçular da keza. Ve siz Baro Başkanı olarak, daha davanın başında 'burada çete yok, cebir tehdit yok' dediniz. Bunun nedeni neydi?
PEKDAŞ: Biz İzmir Barosu'yuz, bizim Türkiye'deki adil yargılanma hakkına bir müdahilimiz olduğu gibi, yaşadığımız şehre karşı da sorumluluğumuz var. İzmir şehrinin belediyesine bir operasyon var. Herkes suç işleyebilir, herkes yargılanabilir; onlar suç işlememiştir, işlemezler diye hiçbir zaman böyle bir şey söylemedik ama delillerin toplanması, soruşturma, hukuka uygun olmalıdır dedik. Burada hukuka aykırı bir olay var, başından itibaren soruşturmanın özel yetkili, özel görevli savcıya verilmesi manidar. Siz orada tehditçe ne buldunuz? Hangi çıkarın elde edildiğini buldunuz ki, başından biliyorsunuz ki, oraya görev verdiniz. Ta en başından, görevlendirmede, delillerin toplanmasından başlayan, suç ile ilgili tespitin yapılmasından devam eden hukuka aykırılıklar vardır. Bu bizim şehre karşı olan borcumuzdu, bunu söyledik. Burada hukuka uygun yargılama yapılsın, gene hukuk dedik, şehir için hukuk dedik, dolayısıyla burada bir şeyi değerlendirmek lazım. Herkese hukuk lazımdır, bugün hukuka aykırı biçimde delil toplamayı doğru kabul eden insanlara da bir gün hukuk lazım olabilir… Hukukçu sorumluluğu ve namusu da var. Ben buna muhalifim, ben buna karşıyım, aynı düşünmüyorum diye bir şey yok. Hukukçuysanız eğer, herkesin hukukunu savunmak zorundasınız. Hukukçu namusu diye bir şey var, hukukçu objektifliği diye bir şey var. Siz, 'sizden yana olanların' hukukunu savunursanız, bu ülkeye hukuk gelmez. Herkesin, her bireyin, her yurttaşın hukuku için mücadele etmek zorundayız, objektif olmak zorundayız. Biz İzmir Barosu olarak bu objektifliği kaybetmedik, kaybetmemeye çalıştık. Bir de herkesin siyasi görüşü vardır, herkesin olmak zorundadır, olmalıdır da. Toplumu, toplumları motive eden, toplumların gelişmesini sağlayan da budur, olmalıdır. Kimsenin siyasi düşüncesi olmasın diye uğraşmamalıyız; zaten o nedenle biz bu noktalara geldik. Herkesin siyasi düşüncesi olmalıdır ama kimse siyasi düşüncesinden dolayı horlanmamalı, ötekileştirilmemeli, yok sayılmamalı ve hukuk onlara da lazımdır diyerek onların da hukukun koruması altına alınması gerekli.
SOYOÐUL: 20-21 Ekim'de İzmir Barosu'nda seçim var. Siz de yine Çağdaş Grup olarak, başkanlığınızdaki listeyle adaysınız. İki yıl önce seçildiğinizde 102 yıllık İzmir Barosu'nun ilk kadın başkanı olmuştunuz. Bu ilk, baroda neleri değiştirdi? İstediklerinizi yapabildiniz mi? Eğer tekrar seçilirseniz, neler yapmayı planlıyorsunuz?
PEKDAŞ: Ben hayalleri çok olan bir insanım, istediklerimin hepsini yapabilmiş olmam mümkün değil ama biz çok uyumlu bir yönetimdik. Öncelikle yönetim kurulu üyesi arkadaşlarıma da çok teşekkür etmek istiyorum. Her birimiz bir işin ucundan tuttuk, emeklerimizi birleştirdik, birlikte ürettik, birlikte düşündük ama bu düşünme sürecinde sadece yönetim kurulu değil, diğer arkadaşlarımızın da, komisyonda üreten arkadaşlarımızın da çabaları çok önemliydi. Çevre komisyonumuz, kent ve çevre komisyonumuz o kadar önemli çalışmalar yaparak bize geri geldiler ki. Pek çok dava açtık biz, biber gazının kullanılmaması için dava açtık. O İçişleri Bakanlığı'nın verdiği absürt cevap bizim yazımız üzerine geldi. 'Biber gazı kullanmayalım, cop kullanalım da milletin sağı solu mu kırılsın?' diye cevap verdiler. Bu yüzden biber gazı kullanılmasını yasaklamıyoruz dediler. Bunun üzerine bir dava açtık, o davamız yürüyor.
Avukatların hem entelektüel bağımsızlığı, hem ekonomik bağımsızlığı ortadan kaldırılmak isteniyor. Avukatlar görevlerini yapamıyorlar, avukata gerek yok duygusu her tarafta aşılanmaya çalışılıyor. Avukatın özgür çalışmasıyla ancak hukuk güvencesi sağlanabilir. Avukatın dosya incelemesi engelleniyor, avukatın belgeye, bilgiye ulaşması engelleniyor. Özel görevli mahkemeleri çok görüştük ama oradaki en büyük sorunlardan birisi buydu, kısıtlama kararları veriliyor. Avukat dosyalara ulaşamıyor ve deliller hakkında bilerek bir savunma yazamıyor. Böyle bir problemimiz var, kısıtlama kararı olmayan dosyalarda bile dosya inceletilmiyor. Avukatın vekalet ilişkisi kurmasından önce dosyayla ilgili bilgisi olması lazım. Özgürlüğü onu gerektiriyor. Belki o dosyada vekil olarak görev yapmak istemeyecek, avukatın bir davayı alıp almama özgürlüğü vardır. Dolayısıyla avukatın gereksiz bir unsur olarak görünmesi, bizim maruz kaldığımız en büyük olaylardan birisi; buna karşı mücadele edeceğiz.
Baroların özerkliği, bağımsızlığı konusunda ciddi problemlerimiz var. Geçen dönem meclis kapanırken 4 Temmuz'da bazı AKP'li milletvekilleri tarafından verilmiş bir önerge vardı. Sayıca büyüklerin katıldığı barolarda delege sayısını düşüren ama sayıca az üyesi olan barolarda delege sayısını yükselten… Diyelim ki Bilecik barosu, Tunceli barosu, Amasya barosu yedi, sekiz üyesini bir delege ile temsil ederken; Ankara, İstanbul, İzmir gibi barolarda yedi yüz, sekiz yüz üyesini bir delege ile temsil ettirsinler isteniyor. Ve böylece Barolar Birliği'nde avukatların çoğunun değil, azınlık avukatın temsilinin önü açılmak isteniyor. Barolar da ele geçirilmek isteniyor. Dolayısıyla biz hem mesleğimizi hem örgütümüzü savunmak zorundayız.
Önümüzdeki dönem dayanışmaya çok ihtiyacımızın olduğu bir dönem, biz bu dönemde hiçbir avukat arkadaşımızı ötelemedik. Bütün avukatların kendilerine ait hissettikleri bir baroları olsun istedik. Her avukat çok rahat ulaşsın, bütün sorununu barosuna iletsin istedik. Kendini barosuna ait hissetsin istedik, bunu önemli ölçüde başardık diye düşünüyorum. Bütün arkadaşlarımız bizimle konuşuyorlar, hiç biri baronun dışında hissetmiyor kendisini.
SOYOÐUL: Sizin açıkladığınız yönetim listesinde, gördüğüm kadarıyla kadın sayısı biraz artmış. Yine komisyonlarda ve delegelerde de kadın avukat sayısı %40'ın altına düşmüyor. Önce başkanlığı ele geçirdi kadınlar, şimdi de İzmir Barosu yönetiminin tamamını ele geçirmeye hazırlanıyorlar mı diyelim bu duruma? (kahkahalar) Bu listeleri hazırlarken, kadınlar daha dayanışmacı oluyor diye mi düşündünüz yoksa?
PEKDAŞ: Kadınlar çalışkan ama şimdi şöyle bir şey var İzmir Barosu'nda kadın, erkek avukat sayısı neredeyse eşit halde; dolayısıyla temsilde de eşitliğin sağlanması lazım. Temsilde adalet diye bir şey var. Biz şimdi başkanla birlikte yönetim kurulunda on bir kişiyiz. Aday listemizin beşini kadınlar, altısını erkekler oluşturuyor.
SOYOÐUL: Kadınlar biraz daha anaç ve adil mi? İki yıl önce henüz yeni seçildiğinizde, 'kadınlara avukatlık çok yakışıyor' demiştiniz ama erkekleri dışlamadan. Ne dersiniz, avukatlıkta kadın farkı var mı?
PEKDAŞ: Ben kadınlara avukatlık yakışıyor diyorum, evet. Belki bir çocuk annesiyim, kızım var benim de. Kız çocuklarına belki farklı bakıyorum, annelerin gözüyle bakıyorum, onun için mi bilmiyorum. Biz kadınlarda sorun çözme duygusu fazla, o pratikte yetiştiriliyoruz. Problemi çözmek üzere yetiştirildik biz kadınlar, sorun ortada kalsın gibi bir duygu yok bizde. Avukatlık da sorun çözme, problem çözme sanatıdır aslında. Bir problemi, bir husumeti nasıl ifade edersiniz, nasıl çözersiniz? Bu anlamda ben kadınları başarılı buluyorum. Kadınlar dinlemeyi de biliyorlar, dinlemeyi bileceksiniz problemi çözmek için, akıl yürütme işlemini doğru uygulayacaksınız ve bir sonuca varacaksınız. Burada ben kadınları başarılı buluyorum.
SOYOÐUL: Ben de pozitif ayrımcılık yapayım! Size seçimlerde başarı diliyorum ve İzmir Barosu'nun başına bir kadın başkanın çok yakıştığını, bundan gurur duyduğumu itiraf ediyorum!
HATIRLATMA: İzmir Barosu Başkanı Sema Pekdaş ile yaptığımız, geçen Pazar günü yayımlanan bu röportajın tekrarı, 'Gönül Soyoğul/NOKTA' adıyla, bu akşam (11 Ekim Perşembe) EGE TV ekranında, 21.30'da.