Geçen hafta liyakatin yerini sadakatin aldığını anlatmaya çalışan yazımız büyük ilgi gördü.

'Bu yazının muhatapları seni anladı mı?' sorularına verdiğim cevap ise 'Bilemiyorum' oldu…

Albert Einstein 'deliliği aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek' olarak tanımlamıştı.

Delirmedik ama bu konuda daha çok yazmakta kararlıyız.

Bir dostumun yazdığı gibi maalesef bu memlekette birçok insana göre liyakat gereksiz, sadakat yeterli:'Gerçekten sadık bir adamdı. Bunu, tavizsiz dürüstlükleriyle övünerek kariyer yapan ama kesinlikle sadakati olmayan yüzlerce 'saygın' adamla karşılaştırın.'

Ayrımcılık hayatın her aşamasında mücadele etmemiz gereken bir mevzu.

Ama liyakatin hakkını yememek için galiba pozitif ayrımcılığa ihtiyaç var. Liyakat temelli bir sistem, bir kişinin ne kadar 'liyakat' sahibi olduğu temelinde 'ayrımcılık yapar' - herkesin bu liyakate sahip olmak için eşit fırsata sahip olduğu önkoşulunu varsayarak - ve daha fazlasına sahip olanları tercih eder.

Şimdi sorum şu: Liyakat algıları nasıl şekilleniyor ve etkileniyor?

Bizim iletişim sosyolojisi whatsapp grubunda son günlerde siyasette gelişmelere bakarak yeniden tartıştığımız bir mevzu bu…

Liyakat argümanıyla ilgili iki sorun var Türkiye'de…

İlk olarak, herkes 'liyakat' olarak tanımlanan kaliteye - eşit şartlar alanı olarak adlandırılan - sahip olma konusunda eşit erişime sahip mi? Aslında olmalı ama sahip mi?

İkinci olarakda, insanlar yalnızca performansı öngören kriterlere göre değerlendirilmeli. Öyle mi yapılıyor? Kesinlikle hayır!

Özellikle örgütsel karar alma süreçlerinde bu koşullardan herhangi birinin gerçekten karşılandığını söyleyebilir miyiz?

Örgüt dediğimde istediğiniz siyasi partiyi, istediğiniz sivil toplum kuruluşunu yazabilirsiniz parantezin içine…

Çünkü basmakalıp düşünceler ve bilinçsiz önyargılar bir kez etkinleştirildiğinde, farkında olmadan karar verme süreci üzerinde karşı konulamaz bir etki yaratır.

Mesela, sonuç malum karar sürecinde karşı konulmaz bir etki İzmir'de yaratmıştır…

Liyakat, bir rolün gereklilikleriyle ilgili bazı alanlardaki 'yeterlilik' veya 'yetenek' olarak yorumlanıyorsa sonuçlar doğru çıkar. Tersine yorumların sonucu ortada… Kurumlar liyakate odaklanmanın karar vericileri önyargıdan korumayacağının ve hatta onları önyargıya karşı daha duyarlı hale getirebileceğinin farkında olmalı… 'Ama nerdeee' dediğinizi duyar gibiyim.

Kurumlar liderlerinin önyargı ve onu harekete geçiren bağlamlara ilişkin farkındalığını geliştirebilir.Yeniden söyleyelim mi: 'Ama nerdeeee!'

Akademik dünyada bu işler biraz daha iyi.

Türkiye'deki üniversiteleri kastetmiyorum elbette.

Özellikle de 'liyakat', bilime sağlam ve ölçülebilir bir katkısıyla itibar edilmesi gerektiği anlamına geliyor. Ancak bir keşif yapıldığında ya da bir teorem kanıtlandığında, bu her zaman önceki çalışmalara dayanır; bu, Rosalind Franklin'in Crick ve Watson tarafından dünya çapında övülen DNA keşfinde (1953) oynadığı rolün kapsamlı bir şekilde yeniden yapılandırılmasıyla bize hatırlatılmıştır.

Franklin öldükten dört yıl sonra bu çalışmaları için Nobel Ödülü'ne layık görüldü.

İşte liyakat budur!

Takım oyunlarında ve entelektüel dünyada da liyakat değerli:

'Entelektüel itibar' kavramının ayrılmaz parçasıdır liyakat

Bir futbol veya hentbol takımında olduğu gibi, her oyuncunun takımın attığı gole yaptığı katkıyı analiz etmek önemsiz bir iş değildir.

Ama bizdeki ve özellikle de ABD'deki siyaset üzerine çalışan akademisyenler, başkana 'sadık' olan birini, 'kişisel olarak bir başkana veya başkanın ideolojisine veya politika gündemine sadık' olarak atanan kişi olarak tanımlarlar.

Dürüstlüğe bağlılık ve gerçeğe daha yüksek sadakat, etik lideri, liderlik rollerini üstlenenlerden ayıran şeydir. Aradaki farkı görmezden gelemeyiz.

Ve sadakatin liyakatle uzak yakın alakası yoktur.

Seneca'nın pek sevdiğimiz sözü ile bitirelim yazıyı: Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır. Utancın olmadığı yerde adalet kaygısı, kutsallık ve güven olmaz, krallık da sağlam değildir.