’“Telefon ettiler İzmir emniyet Müdürlüğü’’nden, ’‘bize kadar gelin’’ dediler.
Sabaha karşı alınmadık (gülüyor) ayağımızla gittik biz.’¶
Bir şeyler sorulacak sanıyorum ben. Daha ne var ne yok denmeden, Müdür içeriye ’‘Haydar, şu gözlüğü getir bakalım’’ diye seslendi. Orada bütün işkencecilerin adı ’‘Haydar’’mış, hepsi birbirine ’‘Haydar’’ diye hitap ederlermiş ve ben hala anlamıyorum. Gözlük filan deyince, okunacak bir şey getirecekler herhalde diye düşünüyorum. Gözlük dedikleri ’‘gözbağı’’ymış meğer.
Düşünün; ben iri yarı bir adamım, o zamanlar genciz, taşı sıksak suyunu çıkarırız.. Nasıl adamlarsa, bunlar beni kollarımdan öyle bir sardılar ki ayaklarım yerden kesildi. İkisi tuttu, biri gözlerimi siyah bezle bağladı, karga tulumba bir yerlere taşındım ben. Bağırıyorlar, küfrediyorlar, vuruyorlar bu arada’…’”
’“Sandalyede oturuyorum, gözlerim bağlı, ellerim bağlı. Aynı odada birine daha işkence yapıyorlar. Korkunç çığlıklar atıyor adam. Çok acı çekiyor belli. Kafamdan şu geçiyor: Şu adamlara ellerimi çözdürtecek bir şey yapayım. Sonra da saldırayım üzerlerine öldürteyim kendimi. Ya da camdan aşağı atlayayım, bitsin bu utanç. Ne yaptım ben! Çok zoruma gitti.’”
Rifat Serdaroğlu’’nun Bergama Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde ’“12 Eylül darbesi’” ile tanışma sahnesi bu.
Önce iki kardeşinin İzmir Emniyeti’’ne götürüldüğünü anlatıyor Serdaroğlu.
Röportajda da belirttiği gibi, köy düğününde havaya ateş eden iki kardeşinin ’“silahlı sağ eylemci’” diye gözaltına alındığını, 25 gün emniyette kaldıktan sonra, Narlıdere’’ye sevk edildiklerini, İzmir Emniyet’’te sıkı bir işkenceden geçirildiklerini ve kardeşleriyle kendisine işkence yapanın ’“aynı polis’” olduğunu ise çok sonra öğrendiğini söylüyor.
İki kardeşi de yargılanıyor askeri mahkemede ve beraat ediyor;
İzmir Emniyet’’inde sorguya alınıp işkence gören Rifat Serdaroğlu ise aynı gün serbest bırakılıyor.
Ama o ’“bir gün’”ü, hiç unutmuyor, günü geliyor, işkencecisi ’‘Haydar’’la da yüzleşiyor’…
’‘Demokrasinin nimetini, askeri darbelerin kötülüğünü’’ belki de ’‘o gün’’ öğreniyor’…
Bu anısını paylaşan Rifat Bey’’e, Diyarbakır Cezaevi’’nden, orada yapılan işkencelerden söz ettim ben de.
Türk/Kürt, sağcı/solcu ayırmadan ülkenin nasıl bir cezaevine, cezaevlerinin nasıl işkence evlerine dönüştürüldüğünü; Kürt vatandaşların bu işkencelerden payını daha katmerlice aldıklarını, Diyarbakır Cezaevi’’nde yapılan işkenceleri anlatan kitapları, okumayı bile yüreğimin kaldırmadığını’…
Cezaevlerinde o dönem sürekli yapılan manevi işkencenin, sabah/akşam ’‘hazırol’’da İstiklal Marşı söyletmek, 24 saat hiç ara vermeden ’‘Bir Başkadır Benim Memleketim’’ şarkısını merkezi yayından dinletmek, Atatürk’’ün Gençliğe Hitabesi’’ni ezbere okutmak, okurken en küçük bir hatada/dil sürçmesinde ıslatarak dövmek, ziyaretçileriyle görüştürmemek olduğunu; oğlunu/kızını/kocasını görmeye gelen ama bir kelime bile Türkçe bilmediği için cezaevi kapısı önünde/içeriye girişte itilip kakılan Kürt kadınlarını hatırlattım.
O günleri birebir yaşayan Kürtlerin, bugün bize aşırı gelen öfkelerinin/taleplerinin altında, bunların da yattığının bilinmesi/anlaşılması gerektiğini söyledim.
O da anlattı. Bakanlık, milletvekilliği yaptığı dönemlerde gezdiği mezraları, halkın yoksulluğunu, çocuk yaşta kızların dedesi yaşındaki adamlara satıldığını, Doğu ve Güneydoğu’’daki feodal düzeni, oyların partiler tarafından nasıl/hangi pazarlıklarla ’“toptan’” satın alındığını, bunun demokrasi ile ilgisinin olamayacağını’… Yüzüne yerleşen derin acıyla anlattı’…
AKP’’nin ’‘Kürt açılımı’’nı, önce oradaki feodal düzeni değiştirerek başlatması gerektiğini, kime oy verileceğini bilmemne aşireti belirlerken demokratik açılımdan söz edilemeyeceğini, AKP’’yi bu yüzden de samimi bulmadığını ve daha pek çok ince ayrıntıyı, uzun uzun konuştuk Rifat Serdaroğlu ile’…
Öyle çok konuştuk, öyle ince ağrı eşiklerinden geçtik ki’…
İkimiz de yorgun düştük.
Birbirimizin umudundan güç alırken’… Yaşadıklarımızı/tanıklıklarımızı hatırlarken de güçten düştük.
İçimiz acıdı, birlikte üzüldük.
Röportaj için yanına giderken hep ’‘niye bu kadar öfkeli yazıyor acaba?’’ diye düşündüğüm Rifat Serdaroğlu’’nun bu kadar öfkeli olmasının altında’… ’‘Yanlış yapmayın, yaptığımız yanlışlardan ders alın. Bizim eksik bıraktıklarımızı siz gerçekleştirin. Bu ülkeye, bu güzel ülkeye yazık oluyor. İnsanlar acı çekti, çekiyor, daha da çekmesin’’ telaşı var gibi geldi bana.
Çok şey bilmek/görmek, iyi olduğu kadar huzursuz da kılar ya insanı..
Olabilecekleri, başa gelebilecekleri sezme gücü/yetisi de verir ya insana’…
Ben de bunu sezdim Serdaroğlu’’nda.
Umalım da ’‘bu sezgiyi’’, bu ülkeye huzur vermeyenler de sezsin’…
Başka ne diyeyim?