Çocukluğumun geçtiği İstanbul'da 1960 ve 1970'li yıllarda, mahalle kültürünün bir klasiği olan ve evlere koca şırıngalarıyla iğne yapmaya giden 'iğneci amca ya da iğneci' teyzeler unutamadığım anılar arasındadır.

Öncelikle, iğnelerin tarihi gelişimine baktığımız zaman iğneler;

'Bir sıvıyı vücuda verme ya da vücuttan çekme amacıyla, hayvan derisinden ya da mesanesinden elde edilen keselerin, metal bir kanülün ya da kaz tüyü veya bambu bir çubuğun ucuna tutturulmasıyla oluşturulan basit aygıtlardır.

Iraklı/Mısırlı cerrah Ammar İbn Ali el-Mawsili, 9. yüzyılda içi boş bir cam tüp ve aspirasyon kullanarak, katarakt gelişen mercekleri, hastaların gözünden çıkarmak için bir şırınga icat etti ve bu şırınga 13. yüzyıla kadar kullanımda kaldı. Yerli Amerikalılar ise, içi boş kuş kemikleri ve küçük hayvan mesaneleri kullanarak erken hipodermik iğneler ve şırıngalar icat etmişlerdi.

Osmanlı'da cerrahi bir alet olarak tanımlanan ve 'mıhkan' olarak isimlendirilen şırınganın deride oluşan irini temizlemek amaçlı kullanıldığını anlaşılmaktadır.19. yüzyılda Osmanlı'da yaşanan difteri hastalığı sırasında, şırıngaların taşraya sevklerinde sorun yaşandığı ve hatta müfettişler tarafından yapılan tespitlerde, karşılaşılan en önemli sorunlardan birisi olarak, serumların hastalara nasıl şırınga edileceğinin tabipler tarafından bile bilinmemesi gösterilmiştir.

Osmanlı'dan itibaren yurtdışından getirilen şırıngalar, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında da ithal edilmeye devam edilmiştir. Türkiye'nin ilk şırınga üretim tesisi Set Medikal tarafından 1977 yılında İstanbul'da kurulmuştur (100 sene 100 nesne İnternet sitesi, ŞIRINGA ve AŞI, FİLİZ ARIÖZ, FERİDE AKSU TANIK)'.

1960-1970'li yıllarda, özellikle kırsal bölgelerde ve büyük şehirlerin varoşlarında yeterli sağlık kuruluşları ve doktor bulunmadığından, insanlar 'iğneci' adı verilen kişileri evlere çağırırlardı.İğneciler, genellikle tıbbi eğitim almamış ama bazı temel sağlık bilgisi olan ve enjeksiyon yapmayı bilen kişilerdi. Kimi zaman da sağlık memurları, hemşireler veya bu işleri öğrenmiş tecrübeli insanlar bu işi yapardı. Özellikle çocuklara aşı yapma, ateş düşürme gibi işlemleri gerçekleştirirlerdi.

Mahallelerin toplumsal hayatın merkezi olduğu o yıllarda, sağlık sorunları gibi acil durumlarda iğneciler bir 'mahalle doktoru' gibi görülürlerdi.İğneci, sadece sağlık hizmeti sunmakla kalmaz, aynı zamanda o dönemdeki sosyal ilişkilerin de bir parçası haline gelirdi.

Bizim mahallenin iğnecisi 'Selim amcaydı'. Son derece munis ve tatlı dilli olan Selim amcanın iğne olmaktan korkan ve evin bir köşesine saklanan çocukları, saklandıkları delikten çıkarmak için döktüğü diller ve gösterdiği sabır dillere destandı. İğneden hangimiz korkmazdık ki!

En çok korkanlardan biri de bendim. O zamanlar, evlerde yaygın olarak kullanılan, gündüzleri oturmaya geceleri ise yatmaya yarayan 'divan' denilen ve altı boş olan bir tür kanepeler, ev yaşamının önemli bir parçasıydı.Divanın altı, çocukların oyun alanı veya korktukları anlarda, özellikle eve iğneci geldiğindeideal bir saklanma yeri oluştururdu.

Selim amca bizim eve her gelişinde, önce, o günün koşullarında tek kullanımlık iğne olmadığı için, gözüme adeta matkap gibi görünen kocaman şırıngayı metal kutusundan çıkarır, sonra aynı metal kapta kaynar suda kaynatır, ucunu ispirto ya da alkolle silerek sterilize ederdi. Selim amca bütün bunlarla uğraşırken, ben saklandığım bir divan altından sessizce bütün bunları tir tir titreyerek izlerdim.

Zavallı Selim amca için işin en zor yanı, iğne için şırıngayı hazırlamaktan ziyade, beni arayıp ortaya çıkarmak ve iğne olmaya ikna etmek olurdu. Selim amca, çocukları zorlanmadan iğne olmaya razı etmek için yanında daima, çocukların sevdiği türden şekerlemeler ve çiklet taşırdı. O zamanlar iğneci amca ve iğneci teyzelerin, çocukları kavgasız, gürültüsüz iğne olmaya ikna etmek için yanlarında çocukların sevdiği türden küçük ikramlar taşımaları gelenektendi.

Ancak Selim amcanın, bu tür ödüllerle beni kandırması asla mümkün olmaz, sonunda annem beni divanın altından,kollarımdan tutup sürükleyerek çıkarmak zorunda kalırdı. Çoğu zaman çileden çıkan annemin, bu yüzden epeyce kulaklarımı çekmişliğivardır! Bugün düşününce, anneme hiç kızamıyorum. Kadın ne yapsaydı?Selim amcanın iğne için sırada gidecek daha çok yeri olduğu düşünülünce, sırf beni bulmak ve divanın altından çıkarmak için Selim amcayı bir saat bekletmeye tahammülü olamazdı elbette! Ayrıca çocukluk aşılarımı mutlaka olmalı ve hiçbirini kaçırmamalıydım. O tarihlerde, hükümetin sağlık politikaları gereği,aileler çocuk aşılamaları konusunda ipleri sağlam tutuyordu.

1960 ve 1970'li yıllar, Türkiye'nin sağlık politikalarının dönüşüm geçirdiği bir dönemdi. Bu yıllarda, özellikle çocukların bulaşıcı hastalıklara karşı korunması, devletin sağlık politikalarının öncelikli hedeflerinden biri haline geldi. Dünya genelinde aşılamanın yaygınlaşmasıyla birlikte Türkiye'de de çocuklara yönelik aşılama programları hız kazandı.Okullar, aşılama çalışmalarının en önemli merkezlerinden biri haline geldi. Okul çağındaki çocuklar, devletin zorunlu aşılama programları çerçevesinde sistematik olarak aşılanmaya başlandı. Bu aşılama kampanyaları, sağlık ekipleri tarafından okullara yapılan düzenli ziyaretlerle yürütülüyordu.

Türkiye'de modern anlamda aşılama faaliyetleri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamıştır. Özellikle çiçek hastalığına karşı uygulanan aşılar, 19. yüzyılın başlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Ancak Cumhuriyet'in ilanından sonra halk sağlığını koruma ve geliştirme amacıyla aşılama politikaları daha sistematik bir hale getirildi. 1940'lı ve 1950'li yıllarda çocuk felci, boğmaca, difteri gibi hastalıklara karşı aşılar ülke genelinde yaygınlaştırıldı.

Benim zamanımda, okullarda aşılamalar, genellikle önceden planlanır ve öğrencilere aşılama günleri önceden bildirilirdi. Aşı günleri çoğunlukla birkaç gün önceden duyurulur ve hem öğrencilere hem de velilere aşılama takvimi hakkında bilgi verilirdi. Bazı durumlarda, öğrencilerin aşı günlerinde yanlarında bir onay formu getirmeleri de istenirdi. Bu, velilerin aşılamadan haberdar olduğunu ve izin verdiğini göstermek içindi.

Aşılama yapılacağı gün dersler iptal edilir, bütün öğrenciler sıraya girerek aşı sırasının kendisine gelmesini bekler, aşısını olan eve gönderilirdi.İlk okulda iken, daima tebessümle hatırladığım okul aşılamalarından birinde, sınıfımızın en haylaz ve kabadayı öğrencisi Kıvanç, aşıdan korkmadığını bize göstermek için, sıranın en önüne geçmiş, ilk aşıyı olduktan sonra, sağlık görevlisinin aferin niteliğinde verdiği koca çikolatayı gözümüzün önünde midesine indirmiş sonra da 'acımadı ki hiç acımadı ki' diye kahkahalar atarak benim gibi aşıdan korktuğu için ağlayıp sızlayan sınıf arkadaşlarıyla dalga geçmişti. Kıvanç'a verilen çikolata, aşı olursak bize de verilecek sanıp, attığı neşe dolu kahkahalara kanarak hepimiz, aşı korkusunu unutup, teker teker kollarımızı sağlık görevlisine uzatmıştık. Ne yazık ki sağlık görevlisinin elinde herkese yetecek kadar çikolata yoktu ve biz de çikolata yerine zaten iğneyi çoktan yemiştik! Sonradan hepimiz toplanıp Kıvanç'ı dövmeyi planladıysak da kolumuzun acısıyla evin yolunu tutmak zorunda kalmıştık…

Türkiye'de aşılama,1930 yılında yürürlüğe giren Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ilehalk sağlığını koruma politikalarının temel bir unsuru haline gelmiştir. 1981'de başlatılan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP), çocukluk çağı hastalıklarına karşı koruyucu aşılama çalışmalarının sistematik hale getirilmesinde önemli bir kilometre taşı olmuştur. Bugün Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) standartlarına uygun olarak geliştirilen bu uygulama halen yürürlüktedir.

Dünün Türkiye'sinde zorunlu aşılama programlarının, sağlık sisteminin modernleşmesinde ve toplum sağlığının korunmasındaki katkıları çok önemlidir. 1960-1970'li yıllarda yapılankitlesel aşılamalar sayesindetüberküloz, difteri, boğmaca ve çocuk felci gibi hastalıklar, büyük ölçüde kontrol altına alınmış, özellikle çocuk felci vakaları,1980'lere gelindiğinde neredeyse tamamen yok edilmiştir.Aşılama programları sayesinde çocuk ölümleri önemli ölçüde azalmış; yenidoğan ve okul çağındaki çocukların aşılanması, ölümcül hastalıklardan korunmalarını sağlamıştır.Devletin yürüttüğü aşılama kampanyaları, halk arasında sağlık bilincinin gelişmesine de katkıda bulunmuştur.Devletin zorunlu aşılama politikaları sayesinde aşılanan her çocuk, sadece kendisini korumuyor, aynı zamanda toplumun geneline hastalık yayılmasını engelliyordu.

Her ne kadar devlet aşılama programlarını başarıyla sürdürmüş olsa da 1960 ve 1970'li yıllarda bazı zorluklarla da karşılaşılmıştır. Özellikle kırsal bölgelerde aşılara olan güvensizlik, ulaşım ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği gibi sorunlar yaşanmıştır. Ancak devletin yoğun kampanyaları, sağlık ekiplerinin fedakar çalışmaları ve eğitim programları sayesinde bu sorunların büyük bir kısmı aşılmıştır.

Bugünün Türkiye'sine gelince:'Aşılar zorunlu değil. Çocuklarına aşı vurdurmak istemeyen anne ve babalar, bir dilekçe doldurarak uygulamadan muaf olabiliyor… Sağlık Bakanlığı tarafından ücretsiz olarak uygulanan çocukluk dönemi aşılarını vurdurmak istemeyen aileler bu durumu beyan eden İzlem/Aşı Durumu Bilgilendirme Onam Formu'nu doldurmak zorunda. Buna göre aşıyı reddeden aile, 'hastalıklar hakkında bilgilendirildiği ve aydınlatıldığı halde kendi özgür iradesiyle çocuğunun aşısının yapılmasına izin vermediğini' beyan ediyor…

Ancak Türkiye'de aşı uygulamasının isteğe bağlı olmasının hukuki bir istisnası var. 1930 yılında çıkarılan 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun 88. maddesine göre, ülkedeki herkes çiçek aşısı olmak durumunda. Ancak Mine Kasapoğlu Turhan tarafından yazılan ve zorunlu aşıların kanuni boyutlarının tartışıldığı bir makaleye göre, 1977 yılından beri dünyada çiçek hastalığı görülmediğinden, 1980 yılından beri Türkiye'de çiçek aşısı uygulanmıyor…

2015 yılında ikiz bebeklerine zararlı olduğu gerekçesiyle aşı yaptırmak istemeyen Cumhuriyet Savcısı Hüseyin Ayyayla hakkında, Ordu Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü tarafından, bebekler için sağlık önlemi uygulanması istemiyle Ordu Aile Mahkemesi'ne dava açıldı. Mahkeme Hüseyin Ayyayla'yı haklı bularak ikiz bebeklere sağlık tedbiri uygulanması istemini reddetti.

Hürriyet gazetesinin 'İkiz bebeklerine aşı yaptırmayan savcının hukuk zaferi' başlığıyla haberleştirdiği dava, 2016 yılında temyize gitti ve Yargıtay yine Ayyayla'yı haklı buldu. Anayasa Mahkemesi'nin de konuyla ilgili kararları mevcut. Çocuğuna aşı yaptırmak istemeyen Halime Sare Aysal isimli vatandaşın AYM'ye yaptığı başvuru, 24 Aralık 2015'te karara bağlandı. Mahkeme çocukla ilgili sağlık tedbiri uygulanmasına karar verilmesini hak ihlali saydı. Aşı konusundaki bir diğer karar da Muhammed Ali Bayram'ın 2016'daki başvurusu üzerine verildi. Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararında, sıkça Halime Sare Aysal davasına atıfta bulunuyor…

Türk Tabipler Birliği'nin (TTB) açıkladığı sayılara göre 2018 yılında aşı reddi talebinde bulunan aile sayısı 20 bini geçti(https://teyit.org/analiz/turkiyede-zorunlu-asi-uygulamasi-oldugu-iddiasi)'.

Dünün Türkiye'sinde zorunlu aşı kampanyaları milyonlarca çocuk felcini ve ölümlerini önledi, genel halk sağlığını olumlu yönde etkileyerek daha sağlıklı nesillerin yetişmesinde saysız faydalar sağladı.Bugünün Türkiye'sinde ise aşı karşıtlığı, çeşitli yanlış bilgiler ve komplo teorileri iledijital ortamda yayılan aşı karşıtı propagandalar nedeniyle bazı ebeveynlerin aşıların yan etkileri konusunda kaygı duymasına ve aşılamadan kaçınmasına neden olmuştur. Bu nedenle, aşı karşıtlığı gibi eğilimlerle mücadele etmek hususunda,devletin halkı bilinçlendirmeye yönelik stratejileri ve aşılama programlarının düzenli takibi, sağlıklı nesiller yetiştirilmesi ve genel toplum sağlığı bakımından çok büyük elzemdir.

Bugünden dünün Türkiye'sine bakınca diyorum ki; Kıvanç haklıydı aslında:Aşılar acıtmaz ki! Aşı olmamak acıtır aslında. Hem de acısı bir ömür boyu sürebilir…