ABD'de yaşayan bir Türkiye asıllı Amerikan vatandaşı olarak, önümüzdeki 5 Kasım seçimlerinde oy kullanmamayı seçiyorum. Birçoğu için bu, vatandaşlık sorumluluğuna aykırı bir davranış gibi görülebilir. Ancak, yıllar içinde edindiğim gözlemler, bana bu kararı aldırdı. Çünkü ister Demokratlar ister Cumhuriyetçiler kazansın, sonuç her zaman aynı: Yoksullar, ezilen ve ayrımcılığa uğrayan kesimler ile Amerikan'ın emperyalist çıkarlarının karşısında olan dünya halkları kaybediyor. Her seçim döneminde yeniden alevlenen vaatlerle dolu kampanya söylemleriyle, adeta bir umut tiyatrosu sahneleniyor. Daha iyi bir ekonomi, daha eşitlikçi bir toplum, herkes için sağlık hizmetleri vaatleri... Ancak seçimlerden sonra, vaatlerin büyük kısmının boş laflardan ibaret kaldığını görmek hiç şaşırtıcı olmuyor.
Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin politikaları, iktidar koltuklarına oturduklarında, havada kalan boş temalardan ibaret kalıyor. Bunları her iki parti bazında tek tek analiz edersek;
Demokrat Parti, tarihsel olarak sosyal adaleti, gelir eşitliğini ve çevreyi korumayı savunan politikalarıyla bilinir. Ancak bu ideallere rağmen bazı eleştiriler, Demokratların bu vaatleri hayata geçirmekte yetersiz kaldığını gösteriyor. Demokratlar, genellikle, gelir eşitsizliğiyle mücadeleyi ön planda tutarak düşük gelirli ve orta sınıf aileleri destekleme sözü verir. Ancak Obama ve Biden yönetimlerinin ekonomi politikalarına bakıldığında, bu vaatlerin büyük bir kısmının yerini bulmadığı görülüyor. Büyük şirketlerin ve zenginlerin kazançları artmaya devam ederken, alt ve orta sınıfın refahında kayda değer bir iyileşme sağlanmadı. Bu da Demokratların, büyük şirketlerin ve sermayedarların kurumsal çıkarlarıyla uyumlu hareket ettikleri yönündeki eleştirileri haklı çıkarıyor.
Demokratlar, göçmen haklarını savunsa da sınır politikalarında beklenen iyileştirmeleri sağlayamadı. Göçmen çocukların gözaltında tutulması gibi insan hakları ihlalleri Biden döneminde devam etti. Bu, göçmenlerin haklarını koruma vaatlerini gölgeleyerek, Demokrat Parti'nin göçmenlik politikalarının yetersiz olduğunu düşündürüyor.
Demokratlar sağlık hizmetlerine erişimi artırma sözü vermişti. Ancak, ABD'nin sağlık sistemi hala pahalı ve çoğu vatandaş için erişilmesi zor bir durumda. Kamala Harris, bu konuda reform vaat etse de henüz somut adımlar atılmadı. Alt ve orta gelirli vatandaşlar için daha erişilebilir bir sağlık sistemi yaratma vaadinin yerini bulamaması, Demokratların bir diğer hayal kırıklığı yaratan politikası olarak görülüyor.
Biden yönetimi döneminde, Ukrayna ve diğer ülkelere yapılan askeri yardımlar, dış müdahaleci bir yaklaşım olarak yorumlanıyor. Amerika'nın iç sorunları çözülmeden başka ülkelerle askeri iş birliklerine öncelik verilmesi, özellikle Demokratların önceliklerini sorgulayan seçmenlerde huzursuzluk yaratıyor. Ayrıca, Demokrat Parti, insan hakları savunuculuğu ve barışçıl diplomasiye vurgu yapmasına rağmen, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarında, İsrail'e verdiği desteği kesintisiz sürdürmesi, birçok Demokrat seçmende derin bir hayal kırıklığı yarattı. Demokrat Parti'nin ilerici kanadı, özellikle 'Squad' olarak bilinen Alexandria Ocasio-Cortez, Ilhan Omar ve Rashida Tlaib gibi milletvekilleri, Gazze'de yaşanan sivil ölümlerine karşı güçlü eleştiriler yöneltse de Demokrat Parti'nin İsrail'e yönelik destek politikası, Amerikan'ın çıkarlarının, insan haklarının önüne geçtiğine dair oluşan algıyı önleyemedi. ABD'nin stratejik müttefiki olan İsrail'e gösterilen hoşgörünün diğer ülkelerle ilgili benzer durumlarda gösterilmemesi, çifte standart olarak görülüyor. Bu da Demokrat Parti'nin insan hakları savunuculuğunda seçici davrandığı yönünde eleştirilmesine neden oluyor. ABD'de Müslüman Amerikalılar ve azınlık gruplar, Demokrat Parti'ye daha yakın olsalar dahi Gazze'ye yönelik tavrından dolayı partiye olan güvenlerinin azaldığını söylemek mümkün.
Cumhuriyetçi Parti'ye gelince, bu parti, bireysel özgürlük, düşük vergiler ve daha sınırlı devlet müdahalesi savunusuyla bilinir. Ancak bu politikaların getirdiği bazı sonuçlar, sosyal adalet, çevre ve bireysel haklar açısından ciddi endişeler doğuruyor. Cumhuriyetçilerin getirdiği vergi indirimi politikaları genellikle yüksek gelir gruplarındaki marjinal vergi oranlarını düşürür. Örneğin, 2017'deki 'Vergi İndirimi ve İstihdam Yasası', en yüksek vergi diliminde olan bireylerin ödediği vergi oranını düşürdü. Bu indirim, çok kazanan kişilerin ödediği vergi miktarını azalttı. Zenginlerin gelirinin çoğu, yatırımlardan, temettülerden veya sermaye kazançlarından geldiğinden, bu gelirlerin düşük oranlarla vergilendirilmesi, zenginler için daha büyük bir vergi indirimi sağlarken, toplumun geri kalanı üzerindeki ekonomik baskı devam etti.
Donald Trump, 2016 başkanlık seçimleri sırasında geniş bir vaat listesi sunarak birçok Amerikan vatandaşının dikkatini çekmişti. Ancak, başkanlığı döneminde bazı vaatlerini yerine getiremedi veya söz verdiği şekilde gerçekleştiremedi. İşte o vaatlerden bazıları:
Trump, ABD'nin ulusal borcunu sekiz yıl içinde sıfırlayacağına dair vaatlerde bulundu. Ancak başkanlık dönemi boyunca borç, özellikle vergi kesintileri ve askeri harcamalar nedeniyle, önemli ölçüde arttı. Başkanlık süresi sona erdiğinde ABD'nin ulusal borcu 21 trilyon dolardan 27 trilyon dolara yükselmişti. Trump, tüm Amerikalılara sağlık sigortası sunacağını vaat etti. Ancak yeni bir sağlık sistemini hayata geçirmekte zorlandı. Özellikle düşük gelirli ve güvencesiz bireyler için daha iyi bir sağlık sistemi sunma sözü yerine getirilmedi. Trump'ın en büyük kampanya vaatlerinden biri, Meksika sınırına bir duvar örmek ve bu duvarın maliyetini Meksika'ya ödetmekti. Ancak, Meksika, maliyeti hiçbir şekilde karşılamadı. Trump yönetimi, bu duvarın bazı bölümlerini inşa etti, ancak tamamlanmamış olarak kaldı ve maliyeti ABD bütçesinden karşılandı. Trump, imalat sektörünü canlandırmak ve Çin'e giden işlerin geri gelmesini sağlamak için büyük bir çaba göstereceğini iddia etti. Ancak ticaret savaşları ve gümrük tarifeleri nedeniyle birçok sektör olumsuz etkilendi ve önemli bir geri dönüş sağlanamadı. Özellikle otomotiv sektöründe birçok fabrika kapanmaya devam etti.
Bunların dışında, Cumhuriyetçi Parti'ye getirilebilecek diğer eleştireler şunlardır:
Cumhuriyetçi Parti'nin, kürtaj hakkını sınırlayıcı politikaları, kadın hakları savunucuları tarafından yoğun eleştirilere maruz kalıyor. Kadınların kendi bedenleri üzerindeki karar verme haklarını savunanlar için Cumhuriyetçi Parti'nin bu konudaki tavrı bir sorun olarak öne çıkıyor. Cumhuriyetçiler, çevre politikalarında daha az düzenlemeyi savunuyor ve fosil yakıt kullanımına dayalı bir enerji politikasını destekliyor. Bu politika, iklim değişikliğiyle mücadelede, ABD'nin sorumluluklarını yerine getirmesini zorlaştırırken, çevre koruma önlemlerinin eksikliğine de neden olabiliyor. İklim krizine karşı önlem alınması gerektiğine inananlar için bu yaklaşım, Cumhuriyetçilerin oy almalarını zorlaştırıyor. Cumhuriyetçi Parti, LGBTQ+ hakları konusunda daha muhafazakar bir çizgi izliyor. Eşcinsel evlilikler, trans bireylerin hakları ve genel olarak toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konularda ilerici bir tavır sergilemekten uzaklar. LGBTQ+ hakları savunucuları, bu yaklaşımların bireysel özgürlükleri kısıtladığını düşünüyor. Cumhuriyetçi Parti, devlet okulları yerine özel okullara daha fazla yatırım yapılmasını destekliyor. Bu durum, eğitimde fırsat eşitliğini tehlikeye atıyor ve düşük gelirli ailelerin çocuklarının kaliteli eğitime erişimini zorlaştıran bir etken olarak görülüyor.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım her iki partiye dair olumsuz etkenler dışında benim için, hem Amerikan halkının dezavantajlı, yoksul ve göçmen kesimleri hem de Amerikan'ın emperyalist çıkarları karşısında duran dünya halklarının lehine; gerçekçi adımlar atan, köklü reformlar isteyen ve bu toplumların çıkarlarını da gözeten bir aday veya parti göremediğim sürece, hiçbir partinin değişim vaatlerine inanmam zor. Bana göre, gerçek değişim, seçim sandıklarından değil, emekçilerin, ezilenlerin, azınlıkların, göçmenlerin ve halkların kendi mücadelesinden, dayanışmasından ve adaleti arama iradesinden geliyor. Bu irade, belki de bazen seçimlere katılmayarak kendisini gösterir.
Benim bir tek oyum, yaşadığım eyalet 'salıncak eyalet' denilen ve seçimi belirleyecek eyalet sınıfına girmediği için sonucu değiştirmeyecekse de 'oy vermeme hakkımı' kullanacağım için müsterihim! Çünkü 'oy vermeme' kararı, duyarsızlık değil, sistemin çelişkilerini göz önüne seren bir duruş; değişim talebinin başka yollardan, belki sokakta, belki topluluklarda, belki dayanışma ağlarında filizlenmesi gerektiğine olan bir inançtır. Çünkü gerçek demokrasi, yalnızca bir pusulada değil, toplumsal mücadelenin, tüm yönleriyle ete kemiğe büründüğü bir yaşamda hayat bulur…