Müzeyyen abla, bizim kapıcı Bekir amca ile Raziye Hanım teyzenin gelini. Bekir amca ile Raziye Hanım teyze, çocuklarını da yanlarına alıp, Kastamonu'nun bir köyünden, altmışlı yılların başında İstanbul'a taşı da toprağı da altındır deyip göç etmişler. Sene 1973. Bir gece aniden Müzeyyen ablanın doğum sancısı tuttu. Kocası Salih abinin bir gözü, askerlikte sınıra çekilen tele değdiği için kör kalmıştı. O kadar da güzel ki göz rengi. Çağla yeşili. Ne yazık ki askerlik sonrası gözünden dolayı iş bulamadı. Üstelik askerden döndüğünde karısı hamileydi. Anneme, 'Halime abla' diye hitap ederdi. En nihayetinde benim ailem de Elazığ'ın bir köyünden İstanbul'a göç eden köylü bir aile. Günümüzde 'apartman görevlisi' olarak adlandırılan, oysa çocukluğumda 'kapıcı' demekten yüksünmediğimiz ama 'kapıcı' derken asla aşağılama maksadı taşımadığımız, apartman sakinlerine 'bey, hanım' gibi unvanlarla hitap etmesini saygı ifadesi olarak zorunlu görmeyip, tam tersine, ailemizin üyeleri gibi kabul ettiğimiz bizlerden birilerinin apartman sakinlerine 'bey ya da hanım' yerine 'abi ya da abla' diye hitap etmesinde bir beis yoktu ki…

Salih abi, gecenin bir yarısı heyecanlı haykırışlarla 'yetiş Halime abla, Müzeyyen doğuruyor, yanımda para yok' diye kapıya dayanınca, annemin hemen cüzdanında ne kadar parası varsa üstüne babamdan da aldığını ekleyip verdiğini hatta vermekle kalmayıp, gecenin o vakti taksi çağırıp İstanbul'daki Haseki Hastanesine beraberce koşuşturduklarını o kadar canlı hatırlıyorum ki… O sırada annem de en küçük kardeşime hamile. Karnı burnunda ha doğurdu ha doğuracak. O gece, Müzeyyen ablanın bir erkek çocuğu oldu. Adını Sami koydular. Bir aya kalmadan da en küçük erkek kardeşim Devrim doğdu. Devrim ile Sami sonraki yıllarda en iyi arkadaş oldular birbirlerine. Ta ki Müzeyyen ablalar apartmanımızdan taşınıncaya dek.

Bunları niye mi anlattım? 1960'lı yıllarda doğanların buna benzer hikayeleri çoktur; o günkü komşuluk ilişkilerinin bugün nerelere geldiği gerçeğini gözler önüne sermek istedim. Bu kısa öykü, tam olarak o günkü komşuluk ilişkilerini betimlemede yetersiz kalsa da kısa anekdotlarla konuyu zenginleştirerek anlatmayı deneyeceğim.

1970'lerin İstanbul'unda mahalle yaşamı hem iyi hem de kötü günlerde komşular arasındaki güçlü dayanışmayı öne çıkaran bir toplumsal yapıya sahipti. Komşular, yalnızca güzel günlerde değil, zor günlerde de birbirlerinin yanında olur, acıyı ve yükü paylaşarak hafifletirlerdi. Bugün, aynı apartmanda oturan komşularımızın çoğunu tanımıyoruz bile. Tanıdıklarımız varsa da bazılarına selam bile vermekten imtina ediyoruz. Hele ki çok katlı apartman ve sitelerde oturanların çoğu, birbirlerinin varlıklarından dahi tamamen habersiz yaşıyorlar.

Oysa 1960-1970'lerde; diyelim ki bir mahalle sakini ya da apartmandaki komşumuz hastalandığında, bu yalnızca o kişinin değil, tüm mahallenin bir sorunu olurdu. Komşular, durumu öğrenir öğrenmez yardıma koşarlardı. Kimi hastaya çorba yapıp getirir, ev işleri ile ilgilenir kimi de varsa, evin çocuklarına göz kulak olurdu. Mahallede biri vefat ettiğinde, taziye süreci adeta kolektif bir destek mekanizması haline gelirdi. Cenaze evine her komşu bir katkıda bulunur, cenaze hazırlıklarında el birliği ile çalışırdı. Bu süreçte yas tutan aileye destek olunması, acılarının bir nebze hafifletilmesi amaçlanırdı. Mahallede 'komşunun derdi bizim derdimizdir' düşüncesiyle hareket edilirdi. Taziye günlerinde mahallede sessizlik hakim olur, çocuklara bu dönemde gürültü ve şamata yapmamaları, uslu durmaları öğütlenirdi. Maddi zorluklar çeken bir komşunun durumu, tüm mahalle tarafından bilinir ve herkes bu durumu çözmek için elinden geleni yapardı. Örneğin, işini kaybeden bir mahalle sakinine destek olmak için komşular arasında bir yardım toplama faaliyeti organize edilirdi. Kimi zaman bu yardım gizli yapılır, yardım yapılan kişinin onurunun kırılmaması için kimlerin destek verdiği bile söylenmezdi. Kadınlar evde hazırladıkları yemeklerden paylaşır, bazen kıyafet veya ev eşyası yardımı yapılırdı. Mahallede herkes, kendini bir ailenin parçası gibi hisseder ve dayanışma bir zorunluluktan çok, içten gelen bir istek olurdu.

Örneğin, bizim evde ne pişerse mutlaka aynı yemekten bir tas da kapıcı dairesine götürürdük. Çocukluğumda büyüklerin 'Bekir Efendi' ve 'Raziye Hanım' diye hitap ettiği 'apartman görevlilerimiz' hem bizim evimizden eksik olmazlardı hem de biz onların evinden… Raziye Hanım teyze ve gelinleri de ne zaman Kastamonu'nun o meşhur mantı ve pidelerini yapsalar 'komşuda pişer bize de düşer' misali, mutlaka bizi de sofralarına davet ederlerdi. O zamanlar henüz yemek masası ve sandalyelerde oturup yemek yeme usulü yaygın değildi. Kapıcı dairesinin bir göz odasındaki orta yere kurulu tahta yer masasında diz çökerek, çoğu zaman aynı kapa kaşık sallayarak, o tadı doyulmaz sofraları paylaştığımız zamanların lezzeti hala damağımdadır. Sonradan annem mantı yemeğini yapmasını Raziye Hanım teyzemden öğrense de hiçbir zaman onun yaptıkları kadar güzelini yemediğimi itiraf etmeliyim… Zor günlerde yardımlaşma deyince, benim için unutulmaz bir dayanışma örneği olan bir anımı da paylaşmadan geçemeyeceğim! Kapıcımızın genç kızı Şaziye ablanın yaşı annemin yaşına çok yakındı ve Şaziye abla annemin en yakın arkadaşı/sırdaşı idi. Benim de anne öfkesinden korunmak için kaçıp sığındığım koruyucu meleğim. Bazen bu öfkenin şiddetinden kurtulmak için Şaziye ablaların bodrum katındaki kapıcı dairesine gidip saklandığım olurdu. Uzun aramalar sonu, nihayet annem beni bulduğunda ise Şaziye abla 'Halime abla, daha o çok küçük, ne olur, ona kızma, bir daha yapmayacak' diye beni arkasına alır, annemin siniri yatışıncaya kadar beni ona teslim etmezdi. Şaziye abla bizim 'kapıcının' ya da bugünkü tabirle 'apartman görevlisinin' kızı değil, adeta benim gerçek ablam gibiydi. Bir gün Şaziye ablam, Almancı bir ailenin oğlu Reşat adındaki bir gençle evlendi. Düğününü bütün apartman hep beraber yaptık. Şaziye ablam evlendikten sonra Almanya'ya göç edip bizden çok uzaklara gittiyse de kalbimdeki yeri hiç değişmedi ve bugün hala aynıdır… Günümüz Türkiye'sinde apartman görevlileri ile/veya apartman sakinleri arasında bu türden bir ilişki ve bağlılık kaldığını ise hiç zannetmiyorum.

1960-1970'lerdeki komşuluk ilişkilerinde, komşuluktan ziyade yakın akraba ya da aile üyeleri gibiymişçesine daha ne çok dayanışma ve paylaşım örnekleri vardır ki saymakla bitmez: Mesela, yeni bir bebek doğduğunda, bu yalnızca bir ailenin değil, tüm mahallenin mutluluğu olurdu. Kadınlar sırayla doğum yapmış anneyi ziyaret eder, ona hem moral verir hem de fiziksel destek sağlardı. Komşular, bebek bakımında deneyimli olan annelerden öneriler alır, yeni doğan bebek için en iyi bakımı sağlamak üzere bilgi paylaşımında bulunurlardı. İlk günlerde yeni annenin yemek yapması, temizlikle uğraşması istenmezdi; komşular onun bu yükünü üstlenir, evin düzenini sağlar, çocuğun ihtiyacı olan giysi, battaniye gibi eşyaları temin ya da hediye ederlerdi. Bu şekilde anne, dinlenirken, bebek bakımıyla ilgili destek alır, onun lohusa dönemini kolay atlatması sağlanırdı. Doğum yapan anneler için hazırlanan lohusa şerbeti ise mahalle kültürünün sıcaklığını ve dayanışmasını yansıtan bir gelenekti. Bebek doğduğunda, annenin yakınları ve komşular, lohusa şerbeti eşliğinde bu yeni hayatı kutlamak için bir araya gelirlerdi. Lohusa şerbeti, tarçın ve karanfille aroma katılmış, kırmızı renkte bir içecek olup hem annelik mutluluğunu hem de yeni doğan bebeğin hayatını kutlamanın bir simgesiydi. Şerbet hazırlanınca, gelen misafirlere ikram edilir, tüm komşular sırayla anneye iyi dileklerini iletir, sağlıklı bir hayat ve bol bereket temennilerinde bulunurdu. Mahallede yaşayan kadınlar, bu gibi lohusa şerbeti buluşmaları sayesinde sosyalleşerek, aralarında güçlü bir dayanışma sergilerlerdi. Kış ayları geldiğinde, özellikle ekonomik olarak zorluk çeken ailelere durumu daha iyi olan aileler gıda ve yakacak yardımı yapardı. Kimi komşu fazla hazırladığı tarhanayı, salçayı, turşuyu diğerleriyle paylaşırdı. Örneğin, bizim apartmandaki komşularımızla, salça, biberlik dolma ya da reçel yapıp birbirimize dağıttığımızı hatırlıyorum. Mahallenin erkekleri ise kimi zaman birlikte çalışarak kışlık odun kesip yığardı.

Özellikle bayramlar, mahalledeki dayanışma ruhunun en yoğun yaşandığı zamanlardı. Maddi durumu daha iyi olan komşular, durumu olmayanlara bayramlık giysi veya ayakkabı alır, çocuklara harçlık verirdi. Bayram öncesi hazırlıklar sırasında kadınlar birbirlerine yardım eder, tatlı yapımı gibi işler birlikte yapılırdı. Mahallede yaşlı ve yalnız olanlar ziyaret edilir, onlar da bayramın sıcaklığını hissederdi. Bayram ziyaretlerinde her ev sahibi, misafirlerine özenle hazırlanmış kahveler ikram ederdi. Misafirler, ev sahibinin yaptığı yemekleri tatmadan ayrılmaz, bu ikramlar da uzun süren sohbetlere eşlik ederdi. Bu ziyaretler, yalnızca bayram geleneğinin değil, komşuluk bağlarının da bir parçasıydı. Biz çocuklar ise bayramlarda komşuların birbirlerine olan ikramlarını dağıtmaktan sorumluyduk. Bu bizim için bir angarya değil, bize kendimizi değerli hissettiren ve sosyalleşmemizi sağlayan keyifli bir eğlenceydi. İş bulma konusu da komşuların destek olduğu bir diğer konuydu. Mahallede biri iş arıyorsa, komşular birbirlerine haber verir, çevrelerinde iş arayanlara destek olurlardı. Bazen, bu süreçte bir mahalle sakini başka bir komşusuna referans olur, iş bulma konusunda yardım ederdi.

Geçmişin komşuluk ilişkilerinden en çok mutluluk ve haz duyduğum etkinlik ne diye soracak olursanız 'Kadınlar Günü' derim elbette! Haftalık veya aylık 'gün' toplantıları, kadınlar için bir sosyalleşme alanı olmanın ötesinde, aynı zamanda bir dayanışma platformuydu. Her ay farklı bir evde toplanan kadınlar, bu günlerde bir araya gelirken, yalnızca yemeklerini paylaşmakla kalmaz, mahalledeki güncel olayları, çocuklarının dertlerini, eşleriyle yaşadıkları sorunları da konuşurlardı. Günlerde ayrıca, herkes bir miktar para toplar ve ihtiyaç sahibi bir komşuya verilir, bir sonraki gün toplantısında da bu kez başka bir komşuya yardım edilerek, bu bir döngü halinde sırayla herkes için tekrarlanırdı. Bu tür yardımlar, mahalledeki dayanışmanın temel taşlarından biriydi. Her buluşmada ev sahibi kadın, büyük bir özenle hazırlık yapar; en sevilen tariflerini sunarak misafirlerini ağırlardı. İkram masasında börekler, kısırlar, mercimek köfteleri ve tatlılar eksik olmazdı. Çocuklar için de ayrı bir sofra kurulur ve bu tür gün toplantılarının tadını, oyunlar oynayarak/nefis kekler, tatlılar yiyerek en çok biz çocuklar çıkarırdık. Gün, aynı zamanda kadınların sosyal anlamda kendilerini geliştirdiği, gündemden haberdar olduğu, mahalledeki herkesin birbirini daha yakından tanıdığı bir buluşma noktasıydı.

Geçmişe dair bir başka unutulmaz komşuluk bağı simgesi ise 'komşuya anahtar bırakmadır'. Anahtar bırakmak, 1970'lerdeki mahalle hayatında güvenin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gösteren bir alışkanlıktı. Örneğin, bir aile yaz tatili için köye gittiğinde, evlerinin anahtarını komşuya bırakırdı. Böylece evin çiçekleri sulanır, posta kutusu kontrol edilir, evin güvenliği sağlanırdı. Bu tür güven ilişkisi, komşular arasındaki yakın bağların en somut göstergelerindendi. Eğer bir aile geceyi başka bir yerde geçirecekse, komşusuna 'Anahtarı size bırakıyorum, göz kulak olur musunuz?' demek son derece sıradandı. Hatta bazı kadınlar, çocuklarını komşuya bırakarak rahatça alışverişe çıkabilir ya da işlerini halledebilirdi. Biz çocuklar ise bu durumdan o kadar mutlu olurduk ki tarifi mümkün değil. Nasıl mutlu olmayalım! Komşu evinde şımartılmayı kim istemez?

Günümüzde şehirleşme, apartman yaşamının yaygınlaşması ve teknolojinin günlük hayatın içine girmesiyle komşuluk ilişkilerinde büyük değişiklikler yaşanmıştır: Bugünün Türkiye'sinde, modern kentleşme, mahalle kavramını ve ortak yaşam alanlarını sınırlamış durumda. Apartman dairelerinde yaşayan bireyler, aynı binada oturdukları komşularını dahi tanımakta zorlanıyor. Örneğin; günümüzde anahtar bırakma veya evdeki çocukları komşuya emanet etme gibi alışkanlıklar, oldukça nadir hale geldi. Güven kavramı yerini daha bireysel ve mesafeli bir yaklaşıma bıraktı. Mahremiyetin korunması ve güvenlik kaygıları, insanların komşularına duyduğu güveni haklı olarak sınırlıyor; sosyal medya platformları, insanları çevrimiçi ortamlarda sosyalleşmeye yönlendiriyor. Komşuluk ilişkilerinde yüz yüze iletişim azalırken, mesajlaşma uygulamaları veya apartman grupları üzerinden iletişim daha fazla ön plana çıkıyor. 1970'lerin samimi ve yüz yüze ilişkileri, yerini dijital bir mesafeye bırakmış durumda; bayram ziyaretleri gibi geleneksel buluşmaların yerini, çevrim içi kutlamalara, mesajlaşmaya bıraktığı gözleniyor. Ailelerin ve dostların bir araya geldiği bayramlar, artık eskisi gibi mahalle içinde geniş çapta yaşanmıyor; özellikle büyük şehirlerde cenaze veya taziye durumunda komşulardan gelen destek eskiye oranla daha sınırlı. Yardımlaşma daha çok aile ve yakın arkadaşlarla sınırlı kalıyor. Bu da dayanışma ağlarının giderek zayıfladığına işaret ediyor. Açıkçası, modern yaşamın getirdiği bireyselleşme, komşuluk ilişkilerinin zayıflamasına yol açmış gözüküyor. Özellikle büyük şehirlerde insanlar, daha yalnız bir yaşam sürüyor.

1970'lerde Türkiye'nin mahalle kültüründe komşular arasındaki yardımlaşma, güven ve dayanışma gibi unsurlar toplumsal yapının en önemli parçalarıydı. Zorluk anında komşuların birbirine koştuğu, mutlu günlerin paylaşıldığı bu dönemde mahalle adeta büyük bir aile gibiydi. Ancak günümüzde, şehirleşme, teknolojik gelişmeler ve bireyselleşmenin artması, komşuluk ilişkilerini azaltmış ve yabancılaştırmış durumda. 1970'lerdeki gibi bir bağlılık ve samimiyet, yerini daha bireysel bir yaşam anlayışına bırakmış durumda.

Günümüz Türkiye'sinde yaşanan değişimler, dünün Türkiye'sindeki toplumsal bağların dönüşümünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Geçmişin dayanışma dolu mahalle kültürünün, günümüzde azalan komşuluk ilişkileri ile kıyaslandığında, sosyal yaşamda ne kadar da önemli bir yere sahip olduğunu çok açık görebiliyoruz. İşte bu nedenle, günümüz Türkiye'sinden dünün Türkiye'sindeki mahalle ve komşuluk ilişkilerine baktığımda 'Lale Devri çocuklarıymışız. Zamanımız çoktaaan geçmiş' diyorum…