İstanbul'da yoğun geçen 3 gün/2 gecenin ardından, onca yorgunluğuma, deşifre edilmeyi bekleyen bir dolu kasede, yazılması gereken onca yazıya rağmen, giyinip kuşanıp pazar akşamı AKM'nin yolunu tuttum/tuttuk... Ailecek.’¶
Her tür kutlamadan ziyadesiyle uzak biri olarak, AKP İzmir İl Teşkilatı'nın organize ettiği Cumhuriyeti kutlama konseri için üstelik.
Üstelik diyorum. Zira bu köşenin okuru bilir ki, Gönül Soyoğul AKP'nin bir hayli karşısında/uzağındadır, yazılarında/röportajlarında niye karşı olduğunun nedenleri sakınmadan dile getirir, hatta yakın zamanda il başkanı ile hatırı sayılır bir boks maçı yapmışlığı da vardır. "Sağlıkta devrim ha! Eğitimde devrim ha! Al sana devrim, bunlar da devrim şehidi" diye diye kan akıtmışlığı/kanı akmışlığı da vardır.
Buna rağmen bu yazar, vakti bunca darken, üstelik kutlamalardan zerrece hazetmezken, AKP'nin konserine niye arzı endam eylemiştir?
Öncelikle, 'TRT Genel Müdürü misali' uzatılan eli havada bırakmak gibi bir terbiyesizliği/saygısızlığı yapmayacağından.
AKP İl Başkanı Ömür Kabak ile aramızda geçen sıcak savaşın tanığı olan ya da birinci ağızdan dinleyen ya da okuyan, "İzmir'e özgü" AKP'lilerin, yaşananın geçmişte kalması için sarfettikleri çabalara saygı duyduğundan.
Fikir tartışmasını "kindarlık" olarak algılayanların aksine, insanların birbirini sevmese de, aynı fikirleri paylaşmasa da kesinlikle birarada yaşabileceklerine, tartışmaya/eleştirmeye/eleştirilmeye, "dürüst davranıldığı sürece" devam edilebileceğine, edilmesi gerektiğine inandığından,
Bu kentin temel harcının, tartışmasız hoşgörü olduğunu düşündüğünden...
Önce, AKP İzmir İl Başkanı Ömür Kabak'ın yazılı, ardından AKP İzmir İl Başkan Yardımcısı Bülent Delican'ın insanın içine işleyen nezaketiyle yaptığı sözlü/ısrarlı davete "hayır" demenin; bir insan konuşurken ona sırtını dönüp yürüyüp gitmek gibi görüneceğini, bu davranışın da içime hiç sinmeyeceğini hissedince...
Ve söz konusu davet, bir klasik müzik daveti olunca...
Kişisel tarihimde ilk kez "görevli" olarak değil, "misafir" olarak bir AKP etkinliğine katıldım.
Beni orada iki dirhem bir çekirdek/maaile görünce, yanındaki dürtüp "Ben sana bir gün herkes AKP'li olacak dememiş miydim?Nitekim oldu işte" diyen çıktı mı, bilemem.
Şahsımın ne olup ne olmadığımı çok net bildiğim ve kimin ne dediğini uzun süredir dert etmediğimden, İl Başkan Yardımcısı sevgili Bilal Doğan'ın bizi en ön sıraya, protokolun yanıbaşına oturtmasına da itiraz etmedim.
Konseri/gösteriyi, baştan sonra izledim/dinledim.
Sadece, 10. Yıl Marşı'nı dinlememek için, evsahiplerine "teşekkür etme/hoşçakalın deme" nezaketini göstermeden salondan ayrıldım. Onu da dinleseydim, kendimi ilkokul müsameresinde zannedecektim ki, bu kadarı da bünyeme fazla gelecekti. Üstelik, "İzmir'in dağlarında"yı tüm salon, sanatçılarla birlikte terennüm ederken, koltuklarımıza bırakılan bayraklardan birini tempoyla sallayıp, müsamereye kenar süsü olarak katılma gayretkeşliğini bile göstermiştim!
AKP'li arkadaşlar, oraya beni gazeteci kimliğimle davet ederken; elbet, şahsımın biraz eğlenip dinlenmesini amaçlamamıştır. AKP'nin İzmirliyle yakınlaşma gayretlerini kaleme alacağımı düşünmüşlerdir, beklentileri bu yönde olmuştur.. Ki, bir parti için bundan daha doğal ve dürüst bir talep olamaz.
Bir başka doğallık ise, benim bu daveti, ne hissettiysem aynen kaleme almamdır...
Öncelikle konser, bana nedense çok sevdiğim, hatta yılda bir kez gelen zamanı beklemeden sık sık anneme sipariş verdiğim aşureyi andırıyordu. İçinde nohut, fasulye, buğday, incir, üzüm, şeker, yemiş, fıstık, nar, ceviz gibi 40 çeşit, birbirinden değişik/bağımsız, her biri farklı lezzette yiyeceğin olduğu geleneksel tatlımızı...
Fasulye ve nohutla tek başına lezzetli bir yemek yapılırken, şeker ve diğer ürünlerle karıştırılınca ortaya bu kez bir tatlı çıkması nasıl şaşırtıcı ise, bu konserde de ortaya çıkan, işte tam da buydu.
Vivaldi, Mozart, Bethoven dinleyeceğimi, kulaklarımın pasının silineceğini, içimin "dört mevsim"le yıkanacağını düşünürken, ortaya çıkan "senfonik alaturka" karışımına doğrusu şaşırdım.
Vivaldi'den Dede Efendi'nin Gülnihali'ne, Urfa'nın etrafı'ndan Bozlaklara, Efe gösterisinden İzmir'in dağlarına uzanan yelpazede; o an, "konserden zevk almaya kendini şartlamış" biri olarak hoşlandım. Hatta zaman zaman mırıldanarak, zaman zaman alkışla tempo tutarak ortama katıldım da.
Ama konserden çıktığımda "neydi şimdi bu?" ikircikliği, içimin hiç de müzikle yıkanmadığını/arınmadığını duyumsattı bana...
Bir de...
AKP'nin sırf "İzmir dili"ni bulmak için gösterdiği bu senfonik çaba; AKP'li arkadaşlar alınmasın ama, biraz acıklı geldi bana..
Belki bu benim "net"likten yana olmamdan, (mış) gibi yaşamlardan/tavırlardan alabildiğince nefret etmemden, "neysen o ol, neysen öyle görün dili"nden daha etkili bir dil olmadığına inancımdan, elit müziğin insanı elit yapmadığından, insanı elit yapanın "kendisi gibi olmak" olduğunu şiddetle savunmamdandır...
Kaldı ki, "İzmirli olmak" da zaten bu değil midir?