Bir değişimin daha nitel dönüşüm sancıları toplumu sarıyor. Evrimin çarkları ağır ağır dönüyor. Değişim sürecinde bir dişli atması bazen bir ömür, bazen bir asır... İşte o dişlilerden birinin daha atacağı an yaklaşıyor.
Devleti islam normlarına göre yeniden inşa etmek amacıyla gerçekleştirilen yapısal dönüşümlerin yol açtığı sosyal çalkantılar ve bu bağlamda ortaya çıkan deneyimler, 17 Aralık sürecinde, toplumu akıl çağına taşıyacak değişimin dinamiklerini işletmeye başladı.
Türkiye'nin akıl çağına gireceğine dair iyimserliğe kapılmam, bu toz duman arasında tuhaf karşılanabilir. Ama ben iyimserim.
Çünkü kamusal alana yapılan müdahaleler, değişimin dinamiklerini harekete geçirmişti ve bu hareketlenme birçok çevrede olumlu karşılanıyordu; ancak ortaya çıkan sonuçlar bir süredir mütedeyyinleri de tedirgin ediyor. Bunu istediklerinden artık emin değiller.
Toplumda ortaya çıkan hoşnutsuzluk ve çözümsüzlük, yeni toplumsal mutabakatın yolunu açabilir. Ve bu yol, 'akıl çağına giden yol' olabilir.
'Neden akıl çağı?'
Seksenli yıllardan itibaren, yeni dünya düzeni bağlamında, İslamcı hareket güçlenmeye başladı. Türkiye, İslamcılar ile Kemalist elitler arasında oluşan gerilim hattında öyle gerildi ki toplumsal uzlaşmanın koşulları ortadan kalktı.
'Cumhuriyetçi Türkler' merkezde yer alırken, çevrede yer alan 'ötekiler' sınırlı siyasal temsil imkanlarıyla yetinmek zorunda kaldılar.
Özgürlüklerin askeri vesayete dayalı rejim altında sınırlandırıldığı dönemde, yapılan her şey Atatürk'e ve Atatürk ilkelerine bağlanıyor; böylece ceberut yönetim anlayışına meşruiyet kazandırılıyordu.
Atatürk kült kişiliğe büründürülmüş, Cumhuriyet'in kuruluş felsefesi tartışılmaz ilan edilmişti. Tek bir soru bile, o soru sahibini bir anda Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı yapmaya yetiyordu. İdeolojik körlük, Cumhuriyet devrimine yapışıp kalmıştı. Geniş kitleler Atatürk ile sorunlu hale getirilmişti.
Öte yanda, Cumhuriyet devriminde de sapmalar ortaya çıkmıştı, Batı öykünmeciliği, Cumhuriyet devrimi gibi algılanıyordu. Her gün camiye giden bir insan kolaylıkla gerici ilan edilebiliyordu. Büyük ölçüde, kent çeperlerinde ve kırsal kesimlerde yaşayan dindarlar ve Kürtler, birinci sınıf yurttaş değildi; sınıfsal konumları itibarıyla merkez onlara kapalıydı.
Bütün bu olan biten, yurttaşlık hakları anayasa güvencesinde olan eşitler arasında, Beyaz Türklerin daha eşit olmasıyla açıklanıyordu.
Toplumun kıyısına itilmişlerin başkaldırısı, binyılın başında, AKP'yi iktidara taşırken, BDP'yi de etkili bir siyasal konuma taşıdı.
Bu iki siyasal yapı, biri iktidarda, biri muhalefette, 11 yıldır ülke gündemini oluşturuyor. AKP, üç dönemdir tek başına iktidarda.
Ve AKP iktidarında geçen 11 yıl boyunca değişim adına kamusal yaşama yapılan müdahaleler, islam normlarına uygun bir sistem inşa edemedi ama İslamcı otoriter yönetim anlayışını cesaretlendirdi. 'Eski rejim'in vesayetçi anlayışına son veren iktidar, neredeyse eskisini aratacak yeni bir vesayetçi anlayışla ülkeyi yönetmeye başladı.
AKP iktidarının büyüsü geçen yıl bozuldu. İktidarın yaldızları dökülmeye başladı.
İktidarın yönetemez durumda olduğu gün be gün açığa çıkıyor.
Bugün ortaya çıkan tabloda, liberallerin ve kimi muhafazakar çevrelerin İslamcı vesayetten tedirgin oldukları, kendilerince de ifade ediliyor.
Laisite bu çevrelerce yeniden sorgulanıyor. Din ve etnisite grup haklarını önceleyen anlayışın kamusal alanda nasıl büyük sıkıntılara yol açtığı görüldü.
Demokratik yönetimlerde, salt din normlarına dayalı kamusal yaşam olamıyor.
Bütün sosyal grupları barış içinde bir arada tutan ve demokrasiyi mümkün kılan ilkeler, laisite ve çağdaşlık olmadan hayata geçemez.
Laisite, yapılmaması gerekenleri işaret eder; çağdaşlık olarak anladığımız sekülarite ise, yapılması gerekenleri…
Her türlü vesayetçi anlayışa karşı çıkarak, yeni toplumu ve kurumlarını tartışmanın koşulları olgunlaştı. Çelişkiler uzlaşmaz değil. %45/%55 ayrışmasını, dönüşü olmayan yol gibi görmenin kimseye yararı yok.
Akıl çağına giden yol önümüzde uzanıyor; Toplumsal mutabakatın kapılarını açmak gerek.