Bir süredir günleri yüreğimiz ağzımızda kur, faiz, enflasyon oranları, değişen maliyetler gibi verileri takip ederek geçiriyoruz (dün buna bir de asgari ücret eklendi). Emeklisinden çalışanına, gencinden yaşlısına hatta çocuklara kadar herkesin konuyla ilgili bir fikri var. Umutlar, kaygılar, korkular arka planda sürekli çalan bir gerilim müziği eşliğinde ekranlardan takip ettiğimiz bu sayılara bağlı.Matematikle arası her daim iyi birisi olarak sayıların bana bu kadar kötü geldiği bir dönemi hiç yaşamamıştım. Sayılarla oynamak denilince de aklıma verilerin çarpıtılarak yanıltıcı sonuçlar çıkarılması değil en fazla bulmacalar gelirdi.
Pandeminin çalışanlar üzerindeki etkisi telafi edilemeden yaşanan bu ekonomik gelişmeler toplumsal bir yarayı, yoksulluğu her geçen gün biraz daha büyütüyor. Çalışan kesimin ülkede üretilen net katma değerden elde ettiği oran düşmeye devam ediyor. Türkiye'de en alt düzeydeki %50'lik kesim servetin %4'üne, üstteki %10'luk kesim ise %67'sine sahip.
Üstelik bu durum küresel ölçekte de geçerli. Dünya Eşitsizlik Raporu'nun verilerine göre 1990'ların ortasından bu yana biriken ek servetin %38'ini tepedeki %1'lik kesim alırken en alttaki %50'lik kesimin payına sadece%2 düştü. Yaşanan bu derin ekonomik eşitsizliğin yarattığı göç gibi krizler karşısında ülkelerin sınırlarına duvar örmek gibi yöntemlerin çözüm olmasını bekleyenler var. Sorunun bir sistem sorunu olduğunu, temeldeki bu eşitsizliğin giderilmediği müddetçe bu göç dalgalarının asla bitmeyeceğini inkar eden vahşi politikalar tam gaz devam ediyor.
JackLondon'ın 20. yüzyılın hemen başında yayınlanmış olan eseri Uçurum İnsanları, iş bulabilmekumuduyla Londra'nın doğu yakasına yerleşmişolan insanların derin sefaletini,yoksulluğunuve çaresizliğinianlatır. Kitapta okuduğunuz açlık ve sefaletin eski bir dünyada kaldığını, artık böylesine insanlık dışı dramlar yaşanmadığını düşünmek istersiniz ancak bu muhtemelen sadece Londra ile sınırlı kalan fazla olumlu bir düşüncedir.Yazar, hiçbir kitabım için bu kadar gözyaşı dökmemiştim dediği kitabının önsözünde de insanlığı bireylerden ziyade politik bileşenlerle değerlendirdiğinin altını çizer ve çok kötü yönetilen bu politik mekanizmaların bir hurda yığınına dönüşmesinden başka bir şey de öngöremediğini söyler.Zira bazılarının bireysel ve geçici bir sorunmuş gibi gösterdiği, adeta DNA'ya işlenmiş bir kod gibi nesiller boyu aktarılan yoksulluk politik bir sonuçtur.
Ülkede yaşanan derin yoksulluğun hikayelerine her gün bir şekilde eşlik ederken zedelenen insanlık onuruyla ezilmemek mümkün değil. Daha da yıkıcı olanı ise bu işten doğrudan sorumlu olanların tutumları. Bu derin kriz karşısında kaybedecek bir şeyimizin olmadığını, en fazla enflasyon altında ezileceğimizi açıkça söyleyenler belli ki aç kalmanın, soğukta kalmanın ne olduğunu hiç tecrübe etmemiş, sağlıklı beslenme veya barınma gibi en doğal insan haklarından mahrum kalmamış, çaresizliğin ateşiyle hiç yanmamışlar. Yaşamaktan anladığımız şeyin ölmemekten ibaret olduğunu düşünmemizi istiyorlar. Öğrenilmiş bir çaresizlikle bu durumu kabullenen, bunu bu dünyada aşılması gereken bir sınav olduğunu düşünen ama bu sınavı neden hep aynı kişilerin veresi gerektiğini düşünmeyen bir kesimin desteği ile insanca bir yaşam talebini tümüyle red ediyorlar. Kendi rahat yaşamlarında ahkam keserken alınması gereken ekonomik önlemlerin tümünü asgari ücretlilerden başlayarak bu ülkenin çalışan kesiminin omuzlarına yüklemeyi düşünenler bunu hiç utanmadan dile getirebiliyorlar.
Hepimizin aynı gemideysek de bir kısmımız kürek mahkûmluğundan hiç kurtulamadı. Başka bir kesim ise hızla kazan dairesine doğru yol alıyor. Güvertede oturup mavi gökyüzünü seyreden bir avuç insan için koca bir toplum karanlığa mahkum oluyor. Oysa biz biliyoruz ki aynı gemide olmak bir azınlık grup uğruna çoğunluğun kendi yaşamlarını feda etmesi değil, tüm farklılıklarıyla insanların bir arada olabilmesi demek. Bu gemi de ancak insanca bir yaşam inadı ve umuduyla yürüyecektir.
Neş'e Erdok, Hepimiz Aynı Gemide, 2011