Son zamanlarda kendime hep aynı soruyu soruyorum; Yazmayı yeniden anlamlı kılacak söz nasıl oluşacak, umutsuz arayışların hangi beklenmedik anında beliriverecek?
Sadece yoksulların değil, varsılların da umutsuz, tedirgin ve karamsar olduğu, gri bulutların bütün renkleri örttüğü bir dünyanın alacakaranlığındayız.
Dünya meselelerine aklı erip de mutlu olan insan kalmadı; delileri ve geri zekalıları saymazsak…

Dünyada olan bitenin ülke ekonomisine ve siyasetine etkileri bir tarafa, içinden geçtiğimiz şu zaman diliminde ülkede yaşadıklarımız başlı başına bir vakadır. Bu defa, alıştığımız üzere, dış dinamiklere bakarak olanları anlamak pek mümkün olmuyor. Ağırlıklı olarak iç dinamiklerin yarattığı bize özel koşulların yol açtığı değişim bir kabusa dönüştü dönüşecek.

Dünyada ve yurtta övgülere mahzar olan AKP patentli değişim sürecini anlamakta hep zorlandım. Liberaller, muhafazakarlar ve kimi solcular bu değişimden medet umuyordu; ne görmüşlerdi de Erdoğan'ın peşine takılmışlardı, benim hala meçhulümdür.
Ayrıca, özellikle son altı yıl içinde, Erdoğan'ın kendi yoluna gideceği apaçık ortaya çıkmışken öncülleri görmezden gelen veya göremeyen ve fakat sonradan sırf Erdoğan'a karşı çıktıkları için eski yandaşların sözüne itibar ediliyor olması, iflah olmayacağımıza dair endişelerimi enikonu artırıyor.

Yeni Türkiye'de değişim giderek görünür hale geliyor; Meğer değişim dedikleri, dengeleri bozulmuş, yapısal olarak çökertilmiş bir yapının üstüne İslami bir düzen inşa etmekmiş. Fakat görünen o ki bunu bile beceremeyecekler. Ülke, kelimenin tam anlamıyla, ahlaken çökmüş durumda.
Önce aklın, sonra da ahlakın çöktüğü -bir değişim değil de- çöküş sürecini yaşıyoruz. Ve nihayet gerçekle yüzleşmeye başladık. Dibe doğru yuvarlanıyoruz.
Laik Cumhuriyet karşıtı kadroların içinde bile beğenmedikleri o Cumhuriyet'in değerlerini döne döne arayanların sayısı hiç az değil. Fakat malum yüzde ellinin tutumunda bir değişiklik olacağına dair hiçbir emare yok. Tam da sorunun vahametinin ortaya çıktığı yer…

Toplumda yarılma çok derin. Asıl büyük yarılma, Kürtler ile Türkler arasında değil, islamcılar ile toplumun diğer yarısı arasında yaşanıyor. Dikkatler Kürt sorununa yönelmişken iktidar tarafından kotarılan işlerin, göstere göstere sürdürülen İslamlaştırma faaliyetleri olduğu ayan beyan ortada.
Modern toplum adeta 'yapıbozumcu' bir anlayışla dağıtılıyor. Ne ki, bozarak ortadan kaldırdıklarının yerine savundukları yeni yapıyı kurmak için bel bağladıkları teori ve pratik o boşluğu doldurmuyor. Aksine toplumsal alan darmadağın olmuş durumda. Toplumun geneline hitap eden bir değerler sistemi getirmiyorlar. Bu yüzden, otoriter yönetim altında herkese boyun eğdirme yoluna gidiyorlar.

Türkiye artık güvenli bir ülke değil. Bu baştankara gidiş durdurulamazsa, halk, bir diktatörün önünde diz çökmek zorunda kalacak. Ve o günler uzak değil. Durum, korkmamızı gerektirecek kadar vahim.
2002'de icazet aldığı ABD'de, 14 yıl sonra, bir televizyon söyleşisinde tam karşısına yerleştirilen Atatürk fotoğrafı Erdoğan'a ne ifade etti bilemiyorum ama ABD'nin bile gidişattan bu denli endişe duyuyor olması, vahametin uluslararası boyutu hakkında bir fikir veriyor.

Moral değerlerin din adına yerle bir edildiği tuhaf bir ülkede yaşamanın ağırlığı altında eziliyoruz. Böyle gitmez; bunu biliyoruz. Ama nasıl gideceğini de bilemiyoruz. Sıkıntı burada.
'Nerede kalmıştık?' diyerek kaldığımız yerden devam etme ihtimali yok. Öyle bir yer kalmadı. Kamusal alanda ağır hasar var. Yeni bir toplumsal mutabakatın koşullarını oluşturmak, bu derin yarılma sürerken hiç kolay olmayacak.
Elbet de bunu söylerken Cumhuriyet kazanımlarını yok saymıyorum. Cumhuriyet aydınlanmasına sırt çevirerek bir çıkış bulmak olası değil.
Çok sık tekrarlıyorum; yeni bir dil kurmak ve yeniden söylemek gerek. Bunun bir zorunluluk olduğunu anlamadıkça yeniden ayağa kalkmak mümkün değil.