Yazı yazmanın dayanılmaz hazzını tatmış/yaşamış kalem arkadaşlarımın da son dönemlerde en çok yazmaktan şikayet etmeleri gibi tuhaf bir durum var.
Çalakalem, her fırsat ve koşulda, sessiz bir odaya kapanmaya gerek duymadan -konsantrasyon düşmanı her ses/her istek arasında- içinden geçenleri, düşündüklerini rahatlıkla dile getirip her gün yazabilenlerde dahi bir isteksizlik, bir iştahsızlık, bir bıkkınlık…
'Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil' ikilemi arasında gidip gelen ruhi debelenmeler…
Suya/buza yazıyorum hissi.
Duruma, 'Öğrenilmiş çaresizliğin' yazı insanlarını da vurması hali de diyebilirsiniz…
Yıl 1969. Berkeley Üniversitesi'nden Prof. John Watson, üç aylık bebekleri özel bir beşiğe yatırıyor. Başlarının altına sensörlü yastıklar koyuyor; önlerine de kendilerini rahatsız eden bir aparat asıyor. Bebekler kafalarını hareket ettirerek yastığa komut veriyor ve bu aparatı hareket ettirmeyi öğreniyor.
Başka bir grup bebeği de aynı beşiklere ama sensörsüz yastıklara yatırıyor ki, çocuklar ne yaparlarsa yapsın, aparatı hareket ettiremiyor.
Böylece birinci grupta 'kontrol bende' duygusu, ikinci grupta ise 'ne yaparsam yapayım, durum değişmeyecek' duygusu yaratıyor.
Daha sonra ikinci grubu sensörlü yastıklara yatırıyor Prof. Watson. Bu defa bebeklere aparatı kontrol etme şansı vermesine rağmen, birçoğu aparatı hareket ettirmeyi denemiyor. Yani bu bebekler çaresizliği öğreniyor!
Ve bütün bunlar, bir beşikte 15 dakikalık bir deneyle oluyor.
Bir toplum benzer bir muameleye ömrü boyunca maruz kalırsa ne olur?
Google Amca'ya soruyoruz, sıralıyor…
Öğrenilmiş çaresizlik yaşayanlar önce tutkularını kaybederler. İstediğini elde etmenin kendi ellerinde olmadığını gören insanlar, kendi isteklerine karşı ilgisizleşirler. İsteyerek yaptıkları davranışlar azalır, mecburi oldukları için yaptıkları davranışlar artar.
Öğrenilmiş çaresizlik yaşayanların akılları ve düşünme yetenekleri de zayıflar. Bunun nedeni olaylar karşısında akıllarını kullanmanın sonucu değiştirmeyeceğine inanmalarından dolayı, sorunlarını çözmek için beyinlerini fazla kullanmamalarıdır.
Öğrenilmiş çaresizlik psikolojisinde uzun süre yaşayan bir kişinin davranışları ile sonuçlar arasındaki bağlantıyı görme yeteneği zayıflar. Bu yüzden davranışlarının sonuçlarına karşı özensizleşirler. Bu kişiler kendi iradi seçimlerine değer vermezler. Müebbetten hapis yatanların kendilerine kader kurbanı demelerinin de, gazetelerde okuduğumuz incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerle işlenen cinayetlerin de nedeni 'seçimlerinin sonuçlarını' görememektir.
Öğrenilmiş çaresizlik durumunda yaşayanların duyguları da zayıflar. Uzun süre acı çeken, ondan kurtulmak için çabaladığı halde başaramayan insan, o acıyı kabullenir, onunla yaşamayı öğrenir. Yaşama sevincini kaybeder.
Durumun özeti bu…
Susurluk'ta 'karanlığa karşı 1 dakika' deyip ülkeyi tava tencere sesleriyle çınlatanlar,
Hrant için 'hepimiz Ermeniyiz' diye sokakları/caddeleri dolduranlar,
Gezi'de 'ehh, yetti! Bıktık dayatmalarınızdan' deyip meydanlara koşanlar…
Zaman zaman durup birbirlerine 'ne değişti/neyi değiştirebildik' diye sorabiliyorlar. Yazı insanları da dahil buna.
8 yıl önce bugün öldürülen Hrant Dink'in ardından binlerce insanın bir yazı insanının hunharca katline karşı gösterdiği tepki ile hem acıyı, hem umudu yaşamış biri olarak…
Yargı utançları, pervasız manipülasyonla geçmiş 8 yıldan sonra, ortaya yargının gerektiği gibi çalışacağına dair kırıntıları okurken buluyorsam kendimi… Türkiye'nin bir hukuk devleti olabileceğine ilişkin inancım da tükenme noktasına doğru iniş yapıyor, yazı yazma isteğim, iştahım da elbet…
'Boşa kürek çekmek' deyiminin yerli yerine oturduğu zamanlarda insanın kendini her gün zindeliğe kurması, her gün mücadele azmiyle yenilemesi, her gün sular seller gibi çağıldayıp, bendi çiğneyip geçecek ruhta hissetmesi… Hakikaten çok zor.
Yenildikleri her maçtan sonra 'iyi oynadık ama olmadı, önümüzdeki maçlara bakacağız artık' diyen futbolculara benziyoruz bazen. Üstelik bizi motive edecek, umut vadeden doğru dürüst bir (antrenörümüz) muhalefetimiz de yok! Çaresizliğimizin boyutunu en çok artıran da sanki bu. Deniz Baykal'a bile İzmir'de 'kurtarıcı' gibi coşkulu davranılmasını başka nasıl izah ederiz ki?