Yazarımız Gönül Soyoğul, DTP'nin eşbaşkanı Ahmet Türk'le Kürtler ve siyaset üzerine konuştu.
BAŞLARKEN….
22 Kasım'da DTP eşbaşkanıyken, İzmir'de partisinin konvoyuna yapılan saldırı, tüm Türkiye'de 'İzmir faşist mi?' tartışması başlatmış; hatta bir köşe yazarı hızını alamayıp işi 'İzmir'i faşizmin merkezi' ilan etmeye kadar vardırmıştı..
Neredeyse tüm ulusal kanallar/gazeteler ekiplerini, en tanınmış kalemlerini İzmir'e yönlendirerek 'Türkiye'nin en hoşgörülü/demokrat ruhlu kentine neler oluyor' araştırması yapmaya çalışmıştı, hatırlayacaksınız.
Ülkede yükselen Kürt/Türk ayrışmasının izdüşümlerinin 'hoşgörünün başkenti' İzmir'de de boy verdiği tehlikesi üzerine dikkat çekmişti pek çok yazar/yorumcu… O günlerde…
O ve onu izleyen günlerde, gündem çok hızlı aktı Türkiye'de.
Ve bir süreliğine duran kan, yeniden gürül gürül akmaya başladı.
Yıkılacak diye beklediğimiz duvar, tekrar hızla örülmeye…
Açılımla dile getirilen barış istekleri, yerini bir kez daha savaş tamtamlarından yükselen seslere bıraktı.
Olanın bitenin izleyicisi olanlara,
Yurdun her yanından yükselen ağıtlara yürekleri katılarak, korkuyla/acıyla bakanlara da tek bir soru kaldı:
Neler oluyor? Neden?
Ben de bu soruyla gittim Ahmet Türk'ün yanına.
11 Aralık'ta DTP'nin kapatılmasıyla milletvekilliği düşen ve 5 yıl siyasetten uzak kalmakla cezalandırılan eski DTP Genel Başkanı'na.
Çünkü o, Kürt siyasetinin en tecrübeli isimlerinden.
Çünkü o, beyefendi bir insan,
Çünkü bana göre, ateşe körükle gitmeyen, burnu kırıldığında bile sükuneti elden bırakmayan,
Kimi Türk/Kürt siyasetçiler gibi, hançeresini parçalayarak, aleve benzin dökerek konuşmayan bir siyasi.
Söylemleriyle giderek 'şahinleşen' BDP yöneticileri gibi değil.
TBMM'ye 1973'te CHP'den Mardin milletvekilli olarak girip parlamentoda beş dönem milletvekilliği yapan, HEP'in kurucusu olan, DEP milletvekilliği ve genel başkanlığının ardından, HADEP ve DEHAP yönetiminde de aktif roller üstlenen Ahmet Türk; kişisel izlenimlerine göre, Kürt sorununda röportaj yapmak için muhatap alınacak en sağduyulu isimlerden biri.
Evlatların birer birer, annelerin her gün öldüğü, barış umutlarının diplere doğru sürüklendiği bu iklimde…
Kürt meselesinin silahla değil, diyalog yoluyla çözülebileceğini taa en başından itibaren ısrarla vurgulayan, uzlaşmanın konuşmayla mümkün olabileceğini bıkmadan tekrar eden, 'barıştan asla vazgeçemeyiz; açılım bitmedi, bitmemeli de' diyen birine sormayıp da kime soracaktım?
Sordum da.
Ankara'daki evinde yaptığımız görüşmede konuştuklarımız bunlar.
Röportajla ilgili izlenimlerim/duygularım ise ilerleyen günlerde…
GÖNÜL SOYOÐUL: Nasıl geldik bu sürece diye başlayalım. Hepimizde bir barış umudu doğmuştu. Her ne kadar açılımın içinin ne olduğunu bilmesek de elbette bir dolduran olacaktır diye düşünüyorduk. Sonuçta, barış gibi sihirli bir sözcükten söz ediliyordu…
AHMET TÜRK: Nasıl geldik bu sürece? Bugün dünyamız 1940'ların 50'lerin dünyası değil. Bugün ülkeler demokratik ülkeler olma iddiasında ve bu konuda çok önemli girişimleri de gerçekleştirdi. Geçmişte ulus devlet mantığı yerine bugün dünyamızda bir demokratik devlet mantığı var. Şimdi günümüz çağında, iletişimin, teknolojinin her türlü yeni bir dünyanın oluşmasından sonra siz ülkeyi eskisindeki gibi yönetemezsiniz. Dil üzerinde, kültür üzerinde, farklılıklar üzerinde, inkar ederek siyaset üretemezsiniz. Çünkü değişen bir dünya var. Dillerin, kültürlerin güvence altına alınmaya çalışıldığı bir dünya…
Avrupa yerel haklar sözleşmesine baktığımızda; yerellerin dilleri, kültürleri korunmaktadır. Şimdi Kürtler de tabii o dünyadaki gelişmeleri, çok yakından izliyor ve görüyor. Şimdi bu ülkede sayısı çok önemli değil, 20 mi dersiniz, 15 mi dersiniz; eğer bir dil, bir kültür varsa, bu dile, kültüre saygılı olmak gerekir. Ve bunu, kendini özgürce yaşatmanın koşullarını yaratmamız gerekiyor. Ama dünya değişti, Türkiye bu ulus devlet mantığından, demokratik devlete dönüşmedi. İşte sancılı süreç bu. Tabii ki bu tartışmalar sonuçta bizi bir noktaya getirdi. Bir açılım süreci ile karşılaştık. Açılım sürecine baktığımızda… Biz o gün de söyledik. Başbakan'la ilk görüştüğümüzde, 'hassas bir konudur, burada cesur ve kararlı davranılmazsa, kurtlar pusulu havayı severler, perişan ederler, eğer yapacaksınız doğru dürüst…' Ama 8 aylık süre geçmesine rağmen, gerçekten ne yapılmak istendiği, bir projelendirme, hangi adımların atılacağı konusunda bir şey ortaya çıkmadı.
SOYOÐUL: Siz o dönemde DTP'nin genel başkanıydınız. Kürt siyasetçileri olarak sizden bir yol haritası, barış süreci için herhangi bir öneri istediler mi?
TÜRK: Bütün sıkıntı burada. Birkaç kez görüşmelerimizde, iyi niyet ve temennilerin ötesine geçmedi. Yani 'siz ne düşünüyorsunuz, nasıl bir formül, nasıl bir proje, hangi hak ve özgürlükler konusunda tartışılması gerekir?' diye sormadılar. Bu süreçle ilgili biz bu konuda bir şeyler gelişirse destek vermeye, bu konuda düşüncelerimizi aktararak, sorunun barışçıl bir sürece evrilmesi konusunda neler yapmamız gerektiği konusunda da çok açık davrandık. Bize ne sorumluluk düşüyorsa, biz bu konuda bu rolü almaya hazırız dedik. Ama dediğim gibi içeriği dolu olan veya topluma yansıyan herhangi bir şey olmadığı gibi, bize de yansıyan bir şey yok! Birilerinin söylediği gibi, öyle pazarlıklar falan da yaşanmadı.
SOYOÐUL: Yaşanan gelişmeler, şiddetin yeniden dile gelmesi, 'Kürt açılımı bir dayatmaydı AKP iktidarına. Açılım, hükümetin kendi özgün isteği değildi. Amerika istedi, iktidar gönülsüz işe koyuldu' iddialarını doğrulamıyor mu bir anlamda?
TÜRK: Bakın, bu senaryolardan kendimizi kurtarmamız lazım. Türkiye'de Türkiye'nin yurttaşlarıyız, bu Türkiye'nin sorunudur. Türkiye kendini yenilemek, bir zihniyet devrimine gitmek durumundadır; yani çağdaş bir bakışla, bir anlayışla sorunları önüne koymak durumundadır. Şimdi siz bunları bazı yerlere havale ederek, sorunun altından kalkamazsınız. Bir halkın talebi var mı? Var. Bu inkar, asimilasyon politikası eleştiriliyor mu halk tarafından? Eleştiriliyor… O zaman burada devletin görevi, toplumsal uzlaşı ve diyalogu sağlamak için yolları, kanalları açmak, bunu çok ciddi biçimde tartışmaktı.
Bizim ihtiyacımız var, Amerika'nın değil. Türkiye'nin yenilenmeye değişime, dönüşüme ihtiyacı var. Bu dönüşümün nasıl olacağı konusunda, önce bizim tartışmamız lazım. Meseleleri Amerika'ya… Şimdi bir olay oluyor, 'efendim Amerika, İsrail bize destek vermedi, istihbarat vermedi.' E şimdi birileri sorarlar. E hani ülke devletsin? Başka zaman eleştiriyorsun, başka zaman da niye istihbarat vermedi diyorsun?
'Efendim Barzani sınırları niye kontrol etmedi, gidiş gelişleri?' Bir milyonluk güvenlik gücün var, 50 bin Peşmerge bunu nasıl yapacak? Meseleye farklı varmak lazım. Bu, kendi sorunumuz. Bu sorun ne olacak? Silahla çözülmeyeceği ortadadır. Yani silah, bir hak arama yöntemi olmaktan çıkmalıdır diyoruz. Devlet de Kürt meselesini sadece silahla, inkarla çözmeyeceğini görmelidir. Önce bunda ortaklaşmamız gerekiyor.
O zaman ne yapmak lazım? 30 yıldır uygulanan politikalar yerine, toplumsal uzlaşıyı sağlayacak politikalar ortaya çıkarmamız lazım.
SOYOÐUL: Bunun formülü nedir?
TÜRK: Gerçekten herkesle diyalog oluşturarak; sivil toplum örgütleriyle, kanaat önderleriyle, Kürtlerin talepleri konusunda, ancak bu şekilde mesafe alabilirsiniz. Şimdi bugün Genelkurmay Başkanı diyor ki, '300 bin kilometrelik sahadır' diyor. 'Bunu gelin görün, eleştirilerinizi ondan sonra yapın' diyor. Doğrudur. Bir insanı siz istihbaratınız ne kadar güçlü olursa olsun, 70 milyonluk Türkiye'yi, bir insanın yürüyüşünü kontrol edemezsiniz, bir yerde mutlaka patlak verir. Hatta güvenlik güçleri ne kadar özverili çalışsa bile, dünyada hiç kimse sorunsuz olan bir dünya görmüş müdür? Bırakın bunu, siyasi şiddetin dışında… Amerika bugün en şey ülke değil midir? Adam bakıyorsun giriyor okulun içine, bilmem kaç kişiyi öldürüyor. İstihbarat eksiktir diye bir eleştiri var mı?
Şunu söylemeye çalışıyorum; sıfır bir şiddeti hiç kimse, hiçbir dünya gerçekleştiremez. Bugün Afganistan'da, Karzai'ye rağmen, Amerika'ya rağmen, Nato'ya rağmen, durabiliyor mu? E her türlü istihbarat yok mu orada? Var. Burada meselelerin çözümünü farklı bir noktada… Ki bizim öyle değil ki! Bin yıl birlikte yaşamış iki halk… Niçin yani kendime istediğimi, kendi yurttaşımın da hakları var, onu görmeyeyim? Ona da öyle bir yaklaşım göstereceksiniz.
SOYOÐUL: Bu noktada Ece Temelkuran'ın yazdıklarını hatırlıyorum. Ece sık sık yazılarında/konuşmalarında, 'Bu ülkeye Kürt açılımı kadar Türk açılımı da gerekiyor' görüşünü dile getiriyor. Çünkü Türkiye'nin Batısı 'e Kürtlere bir sürü hak verdik, daha ne istiyorlar ki' diyor; Doğudaki de 'Türkler bizi niye anlamıyorlar' diyor.
TÜRK: Böyle bir şeyi tartışmak bile doğru değil. Türklerin hakları, Kürtlerin hakları… (derin nefes alıyor) Biz Türklerin demokrat olmasını, özgürleşmesini, demokrasiden yararlanmasını, çağdaş dünya ile bütünleşmesini istiyoruz. Bu bizim de menfaatimize. Bizim verdiğimiz demokrasi mücadelesi sadece Kürtler için değil ki? Türkiye'nin demokratikleşmesiyle, Kürtler kadar Türkler de özgürleşecek.
SOYOÐUL: Ama bunu iyi anlatamıyorsunuz ki!
TÜRK: Anlatıyoruz ama Kürt hakları geldi de Türk hakları ne olacak? Ana dilinde eğitim yapabiliyor musun? Kendi kimliğinle iftihar edebiliyor musun? Kendi kültürünü geliştirebiliyor musunuz? Burada inkar edilen bir kültürün, bir kimliğin kabulü konusunda bir istek var. Şimdi bunu nasıl karşılaştırabilirsiniz? Şimdi Kürt dediğim için yargılanıyorum. Kürtçe konuşma yaptığım için yargılanıyorum. Düşüncelerimi devlet ideolojisinin dışında farklı tespitler yaptığım için hakkımda davalar açılıyor. Hangi Türk'e, 'ben Türküm' dediği zaman veya 'Bir Türk dünyaya bedeldir' dediği zaman dava açılıyor mu?
SOYOÐUL: Bu dediklerinizden açılmıyor belki ama siz de biliyorsunuz ki, iş demokrasi mücadelesine gelince Türk/Kürt dinlenmiyor! Hapishanelerimiz ortada.
TÜRK: Hak ve özgürlükler meselesi… Şimdi biraz da dürüst olmak lazım. Şimdi bakıyoruz. Ben Bulgaristan'daki Türk'ün hakkını savunurum. Çünkü bir dili var, bir kimliği var. Eğer ben insansam ve bunu gerçekten bir insan için önemli görüyorsam, onu da savunurum. Yunanistan'dakini de savunurum. Türkmen'i, Irak'taki Kürtlerle ilgili de savunurum. Irak'taki Türkmenlere baktığınız zaman… Kendi partisi var, televizyonu var, okulu var, ama bugün Türkiye'de 'Türkmenler baskı altında' diyebiliyoruz. Peki 20 milyon insan, bu Türkmenlerin sahip olduğu haklara sahip olduğu zaman, bu sorun gene çözülmüyorsa, bu sorunun hesabını bize sorun derim.
Biraz dürüst olmak lazım. Efendim, 'Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklere kavuşması Türkiye'nin bütünlüğüne zarar verir!' Tam tersine, Türkiye'nin bütünlüğünü daha da güçlü hale getirir. Halkların sevgiyle kucaklaşmasını sağlanacak. Bugün en büyük tehlike nedir? Bu ayrışma politikaları, halklar arasında kin ve nefretin büyümesine neden oluyor. Biz buna izin vermemeliyiz. Her siyasetçi devreye girmeli, bu gidilen noktanın ne kadar riskli, tehlikeli olduğunu ve burada hepimizin siyasi, insani, vicdani sorumluluğumuzun olduğunu, artık görmemiz gerekiyor.
SOYOÐUL: Deniyor ki, 'Kürtlere karşı değiliz. İşte benim Kürt komşum var, alışveriş ettiğim bakkal var, bizim aramızda bir sorun yok, bütün sorun PKK. Bu ayrışmayı yaratan PKK.'
TÜRK: PKK, Kürt sorunu olduğu için doğmuş. Oradaki haksızlığın, inkarın, zulmün verdiği bir tepkiden çıkmış. Sorunun esasına inmeden, nedenlerine inmeden, sonuçlarıyla uğraşırsak, başarılı olamayız. Sonuç olarak bu noktaya gelinmiş, ama nedenler nedir? Niye böyle bir şey çıktı? Bunu görmemiz lazım. Eğer gerçekten Kürtlerin makul, meşru, Türkiye'nin bütünlüğüne zarar vermeyen taleplerini, onun da eşit bir yurttaş olma hakkını sağlarsanız, o zaman PKK'ya ihtiyaç kalmaz. Bunu anlatmaya çalışıyoruz. Ama siz bu konuda açılımları yapmazsanız, önünü tıkarsanız, halkı demokratik bir sürecin içine katıp ve demokrat bir esas alacak bir gelişmenin öncüsü yapmazsanız veya onu tatmin etmezseniz, siz nasıl Kürtler olarak PKK'yi etkileyebilirsiniz? Etkileyemezsiniz. Ancak hak ve özgürlükler geldiği zaman, bir yerde halk tatmin olduğu zaman… Sonuçta PKK desteğini halktan alıyor.
SOYOÐUL: Konuşmak için öncelikle silahların susması gerekmiyor mu? Burada bir sorun yok mu?
TÜRK: Tabii ki mutlaka. Şimdi silahların susması için her çabayı gösterdik. Bugün de göstereceğiz, silahların susması için her çabayı göstermeye devam edeceğiz. Bakın, başında da söyledim. Artık günümüz dünyasında sorunları silahla değil, uzlaşı ile diyalog ile çözmek gerekir. Biz de bunu söylüyoruz. Ama sonuç olarak silahların susabilmesi için demokratik siyasetin güçlü olması gerekir. Türkiye'nin değişim süresinde güven verici adımların atılacağı konusunda bir inancın belirlemesi gerekir.
Şimdi baktığınız zaman 1993'te ateşkes yapıldı, 1998'ten 2004'e kadar hiçbir eylem olmadı. 2004'ten sonra tekrar bir şey oldu, tekrar sustu. Hep silahlar ateşlendiğinde bu tartışmalar gündeme geldi. Peki, 10 yıl silahlar sustuğunda kimse dedi mi ki 'gel kardeşim bu sorunu çözelim? Bak silahlar susmuş, biz konuşalım' dedi mi?
SOYOÐUL: Peki bu konuda Kürt siyasi hareketi yeterli çabayı gösterdi mi?
TÜRK: Şimdi hiçbir sorun, bizim söylemimiz üzerine çözülmüyor. Sonuçta bir devlet var, bir hükümet var. Hükümetin bu sorunu çözme konusunda bir iradeyi ortaya koyması gerekir ki, ben de bu iradeyi gördüğüm zaman her türlü desteği sunmak için de çaba gösteririm. Siz kendi kendinize… Biz her gün gündeme getirdik. Mutlaka bunun çözülmesi gerekir dedik. Şu 8 aydan beri tehlikeleri gösterdik. 'Açılımın içi gittikçe boşalıyor, halkın güveni kalmadı, kimsenin güveni kalmadı, tehlikeli bir noktaya geliyoruz, aman buna fırsat vermeyelim' dedik… Bunları söylediğimiz için de hep suçlu duruma düştük, yargılandık.
SOYOÐUL: Neden peki bu uyarıları yapmanıza rağmen… Ki basında da bu tür uyarılar oldu; 'Nedir bu açılım, açın bu konuyu, bilelim biz de destekleyelim' diyenler de oldu. Niye hükümet buna yanaşmadı, geniş bir mutabakat sağlamak istenmedi?
TÜRK: Bu öyle bir mesele ki, sadece hükümetin de… Ben samimiyetini sorgulamıyorum. Samimi midir, değil midir, onu sorgulamıyorum. Bu bir Türkiye meselesidir, başında da söyledim. Türkiye meselesinde hükümet her şey demek değildir. Bir devlet meselesi. Devletin kurumları var. Devletin kurumları arasında ortak bir düşünce, çözüm konusunda ortak bir irade çıkmazsa, olmuyor. Şimdi muhalefet farklı bir noktada. Ve bunu siyasi bir rant olarak kullanırsanız, tabii ki bu bir yerde tıkanır. Ha, ben tabii bunu birileri samimiydi de birileri bırakmadı anlamında söylemiyorum. Samimi bile olsa, bir mutabakatın önce sağlanması lazım kurumlar arasında. Şimdi Anayasa Mahkemesi farklı noktada, Yargıtay farklı noktada, askerler farklı, muhalefet farklı noktada. Tüm bunları görmek lazım. Biz de diyoruz ki, bu Türkiye'nin meselesi. Yani bunu çok büyük bir proje olarak görmek gerek. Ve bu projede muhalefetiyle, iktidarıyla, yargısıyla askeriyle oturup ortak bir şey hazırlanması gerekiyor. Şimdi bu yok. Ben çözerim diyor ama çözeceği zaman da en ufak bir şey gelişmedi, ne muhalefetten, ne…
SOYOÐUL: Herkesin üzerine düşen bir sorumluluk var, bu konuda haklısınız.
TÜRK: Mesela bir şey söyleyeyim, açılım söylemleri konuşulmaya başlandıktan, 4 Nisan'dan yerel seçimlerden ve açılım tartışması başladıktan sonra, 1680 yöneticimiz ve belediye başkanımız, şu anda tutuklu. Hem bir yandan 'açılımı yapacağım, dağdan indireceğim' diyeceksin, hem de demokratik siyasetin içindekileri de tutuklayacaksın. Ve bir yıldan beri daha mahkemeye çıkmadılar. İddianame yeni hazırlandı. Daha iddianame bile sanıklara, avukatlara verilmeden Türkiye kamuoyuna medyaya yansıtıldı.
SOYOÐUL: Bu durum, sadece Kürt davalarında değil, kamuoyuna mal olmuş hemen tüm davalarda böyle oluyor artık maalesef, biliyorsunuz. Sanıktan önce, tüm Türkiye, gerekli/gereksiz her bir ayrıntıyı öğreniyor.
TÜRK: E şimdi böyle bir şeyde nasıl bir açılımdan söz edebilirsiniz? Ha, ben açılım bitti falan gibi bir mantık içinde değilim. Bugün olmasa bile olmak zorunda. Çünkü biz bunu başarmak zorundayız. Başka bir yolu yok. Ama geldiğimiz nokta, bırakın biz siyasiyiz, siyaset de yaparız zaman zaman, ama halkın kendisi 'bu neyin açılımı' demeye başladı. Bu nasıl açılım demeye başladı.
SOYOÐUL: Şiddet, açılımdan sonra tırmandı diyenler de var.
TÜRK: İlgisi yok, olur mu öyle şey!
SOYOÐUL: Ben algıyı söylüyorum.
TÜRK: Biraz ortalığı karıştırmak isteyenler… 30 yıldan beri bir süreç yaşanıyor, zaman zaman silahlar susuyor, aydınlar çağrı yapıyor, kardeşliği güçlü hale getirmek için herkes sorumlu davransın diye devreye giriyor. 8 aydır birçok kesimin uyarıları oldu, Şimdi bunun açılımla ilgisi yok, açılım olmasaydı, belki bir yıl önce bu süreci yaşamış olacaktık.
SOYOÐUL: Peki nasıl olacak, bu kan nasıl duracak? Her gün ölüm haberleri alıyoruz. Elazığ'da PKK'nın açtığı ateşte arada kalan bir sivil vatandaş öldü bugün de. 70 yaşında bir kadın. Sinir uçları bu kadar açıktayken, nasıl beyaz bir sayfa açılacak?
TÜRK: Hepsi üzücü gelişmeler. Bir insan kim olursa olsun, bir yaşam sona erdiği zaman, ben de acı duyuyorum. Bunu yürekten söylüyorum. Acı duyuyorum. Ama olaylar oluyor diye gerçekten Türkiye'yi demokratikleşme ve sorunlarımızı çözme konusunda bizim günü erteleme gibi bir şansımız yok. Dünyanın her yerinde bunlar olmuş, İspanya'da da İrlanda'da da, Güney Afrika'da da silahlar konuşurken, o silahların susması için bütün ölümlere rağmen, acılara rağmen barış için çalışmalar yapılmış.
SOYOÐUL: Halktan, çok dipten bir barış çağrısı gelmiş ama oralarda.
TÜRK: Talep yine de var. Dün mesela TÜSİAD'tan tutun da Doğru Yol Partisi'nden milletvekilliği yapmış Sedat Aloğlu'na kadar ciddi bir şekilde bu konuyu ele almak gerekiyor diyen insanlar oldu. Yazarlar diyorlar. Halk diyor. Barış için talep yok mudur? Var. Ha bazen, ki istemiyoruz; silahlar susmadığı zaman da silahların susması için çaba göstermek lazım. Bir ölümden sonra, bir başka ölümün olmaması için çaba göstermek lazım. 'Ya işte bu durmadı, eh biz de vazgeçelim!' olmaz! Peki vazgeçtiğiniz zaman ne oluyor? Vazgeçmek daha fazla insanın ölümü demek. Uzun süreli bir sabır işçiliği, metanet işçiliği, bu olaya soğukkanlılıkla bakmak lazım. Evet, hepimiz üzülüyoruz, hepimiz acı çekiyoruz, ama gerçekçi olmak da durumundayız.
SOYOÐUL: Silahların susması ve Kürt sorununun çözümü için, devlet hangi konularda PKK'yı, hangi konularda BDP'yi muhatap almalı? Yoksa sorunun tek muhatabı, PKK ve Öcalan mı? En çok konuşulan, yazılıp çizilen de bu sanki…
TÜRK: Bakın bir sorun var, buna Kürt sorunu diyoruz. Biraz önce söylediğim gibi, mesele PKK'yi de aşmış, Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri konusunda bir şeyler yapmanın dönemi başlamış. Böyle bakmak lazım. Şimdi tabii ki, barışçıl bir sürecin gelişmesi için bazı çabaları ortaya koymak lazım. Biz elbetteki Barış ve Demokrasi Partisi veya siyasiler bu sorumluluğun farkındadır. Sonuçta eğer siyaset yapıyorsa, siyasetin içindeyse, ben karışmam, ben muhatap değilim deme hakkına sahip değildir. Ama bir gerçeği de görmek lazım. Bir siyasetçinin 30 yıldan beri bir örgütlülüğü sağlamış olan bir şey adına da tamam ben bitiriyorum deme gücünüz var mı, deme şansınız var mı? Yani mutlaka ikna edilmesi gerekir. Yani sonuçta siyasinin elinde silah yok ki! Sonuçta o kesimi ikna etmek gerekir. Diyalog kurmak gerekiyor. Biz bunu söylediğimiz zaman, mesela siz bunu yazdığınız zaman, hemen bir dava açılır. Biz meseleyi bir yere havale etmiyoruz. Gerçeği söylüyoruz. Gücümüz yetmez ki? Elindeki silah olan insan ikna edilmeden, size söz versek de yalancı çıkarız. Bunu anlatmaya çalışıyoruz. Yoksa biz bu işin içinde değiliz, muhatabı değiliz gibi bir mantığımız yok ki! Ha biz diyoruz ki, böyle bir durum var, şimdi elinde silahı olan insanları ikna etmeden, bizim ortaya çıkıp bu iş bize aittir, biz durdururuz dediğimizde yarın biz yalancı çıkmış olmaz mıyız? Biz bunu anlatmaya çalışıyoruz.
SOYOÐUL: Durduramıyoruz diyorsunuz.
TÜRK: Bizim çabamız yetmiyor diyoruz. Bunu söylediğimiz zaman, vay efendim işte başka adresleri gösteriyorlar! Peki, ben yarın kalksam şunları şunları söylüyorum, durduruyoruz desem… Olmadığı zaman yarın hükümet, devlet demez mi ki, yalancısınız, yalan söylediniz! Şimdi Başbakan'ın hesabına geldiği zaman diyor ki, 'ya bunların zaten yapacakları bir şey yok.' Hesabına geldiği zaman da bizi adres gösteriyor. Bizi adeta işte halka şikayet ediyor.
SOYOÐUL: Aslında siz, benim imkanım olsa, beni dinleyen olsa silahları sustururum diyorsunuz.
TÜRK: Şimdi mesele beni dinleyen değil, bir de halkın talepleri var. Onu görmek lazım. Evet benim devletim beni kucaklamaya hazır, benim devletim bir şeyler yapacak inancında olması lazım. Başından beri bunu söylüyorum. Sonuçta dünyanın hiçbir hareketi, halkın desteği olmadan bu kadar yıl yaşayabilir mi? Demek ki bir halk var, ama halkın burada 'evet benim devletim beni kucaklamak istiyor, benim devletim benim farklılığımı artık inkar etmiyor, bu farklılıklarımı rahatça özgürce kullanmamın kanallarını açıyor' dediği zaman… O zaman güven olur, siyaset de etkili olur, birileri de kendini gözden geçirir. Ama burada güven verici bir şey olmadığı zaman, vallaha ben işte böyle yapacağım derseniz, sizin halkınız bile sizi ciddiye almaz. Sizin halkınız bile…
SOYOÐUL: BDP'nin taleplerinden biri de koruculuğun kaldırılması. Bu talebin gerçekleşmesi durumunda 20 yılı aşkın süredir devletten maaş alarak elinde devletin silahıyla dolaşan 60 bin korucu ne olacak? Onların toplumsal hayata kazandırılması konusunda önerileriniz nedir?
TÜRK: Koruculuk gerçekten amacını aşan bir noktaya geldi. Elinde silah olanın, elinde silah olmayanın üzerinde tahakküm kuracağı noktaya geldi. Bu silahların birçok olaylara, birçok şeylere karıştığını da biliyoruz. Sonuçta devlet böyle bir sistemi oluşturmuş. Sonuçta tabii devlet bu konuda bu kesimlere işte devletime hizmet ediyor gibi bir mantıkla yaklaşıyorsa, yarın onu farklı alanlarda da çalıştırabilir, maaş bağlayabilir. Ama silahını elinden alır, farklı alanlarda istihdam edebilir. Koskoca devlet 40 bin 50 bin kişiyi mi istihdam edemeyecek? Hele hele bugün devlet dese ki, bugün isteyen bıraksın diye… Bu 40 bin 60 bin kişi, 15-20 bine iner. Birçok insan bırakmak istemesine rağmen bırakamıyor. Bu gerçeği de görmesi lazım. Ha bu konuda, ben bırakmıyorum, bana bir iş bulun diyen insanın sayısı da 15-20 bini bulmaz. Devlet onu da istihdam edebilir. Biz bu insanlar aç kalsın, perişan olsun demiyoruz, bütün şeye rağmen. Sonuçta onlar da bizim insanlarımızdır.
SOYOÐUL: Toprak ağalarından en yoksul Kürt köylüsüne kadar hem farklı sosyoekonomik sınıfların, hem de çok farklı siyasi görüşteki Kürtlerin aynı partide bir arada olmasının anlamı ne? Nasıl olabiliyor bu?
TÜRK: İşte aslında bunu bilmeniz lazım. Biz diyoruz ya, bu bir işsizlik, yoksulluk sorunu değil, kültürel kimlik, hak ve özgürlükler sorunudur diyoruz. Şimdi burada değişik kesimlerden insanlar aynı partide, oyunu aynı partiye veriyor, aynı mücadele içinde. Bu biraz da Sayın Kılıçdaroğlu'nun o söylemini boşa çıkaran bir durumdur. İnsanlar işsizlik yoksulluk sorunu olduğu için mi Alevi felsefesini, inancını bugün hala korumaya çalışıyor? Ben Aleviyim diyor, benim felsefem budur, kültürüm budur diyor. Değil. Biraz gerçekçi olmak lazım. Dünyadaki kültürlere, kimliklere sahip çıkılıyor. Şimdi bugün Türkiye'de hangi Türk kendi kültürüne, kimliğine sahip çıkmıyor? Kültürü kimliği inkar edildiği zaman bunu kim kabullenebilir? Değil mi? Veyahut Yunanlı, veyahut Amerikalı, veyahut İngiliz? Sonuçta bir insanın annesinden babasından, toplumundan, geleneğinden göreneğinden aldığı bazı değerlerdir bu. Değerlerin hiçleştirilmesi, çürütülmesi politikasının hiçbir anlamı yoktur. Tam tersine, bir tahrik nedeni olur. Şimdi sizin değerlerinize, kimliğinize bir inkar veya aşağılama mantığıyla yaklaşırsan, elbette tepki refleksini gösterirsiniz, kabullenmezsiniz yani.
Evet işsizliğin, yoksulluğun toplumsal olaylarda etkin bir rolü vardır. Mutlaka yani işsiz aç, yoksul olan insanın yaratıcı olma, demokrasinin gelişmesine katkı sunma, toplumsal değişim dönüşüm konusunda rol alma imkanı olmaz, kolay kolay olmuyor o kesimlerde. Sonuçta her şeyi sadece işsizlikle yoksulluğa bağlarsak, yanlış olur. Belki güçlü bir demokrasi veyahut adil bir dağıtım, bir istihdam, bir yatırım politikası uygulanırsa, o insanlar daha farklı meseleleri, ya da meseleleri daha farklı bir boyutta tartışır. Daha medeni bir boyutta tartışır. Yine kaybolmaz kimlik. Ama tartışma şekli değişebilir. Bu önemlidir. Bunu söylerse bu kabulümdür. 'İşsizlik yoksulluk olmazsa, sorunlarımızı daha medeni bir şekilde tartışırız' derse, ben anlarım. Ama 'Kürt meselesi bir işsizlik yoksulluk meselesi' dediğiniz zaman, bu bir inkar politikasıdır. Öyle görmek lazım.
Bakın, iki şeyi birbirinden ayırıyorum. İşsizlik yoksulluk ortadan kalktığı zaman daha medeni bir tartışma, daha akli bir tartışma, daha insanların yaşamına belki zarar vermeyecek bir tartışma üslubu ve mantığı gelişmiş olur. İşte medeni ülkelerde budur. İspanya'nın en zengin olan, güçlü olan bölgesi neresidir? Barselona'dır, Katalan bölgesidir. Peki Katalanlar, kimliklerinden, kültürel haklarından vaz mı geçtiler? Eğer işsizlik yoksulluk sorunu olsaydı, Katalanlar'da böyle bir şey olmazdı, çünkü İspanya'nın en zenginleri. Ama Katalanlar bugün anayasasıyla, demokratik otonomisiyle, özerkliğiyle, meclisiyle, ispanyanın bir parçasıdır.
SOYOÐUL: Geçmişte Kürt arkadaşlarla ülke sorunlarını tartışırken, etnik kimlik bu denli öne çıkmazdı. Halkların kardeşliği derdik, işsizlik, yoksulluk, demokrasi hepimizin meselesiydi. 70'li yıllarda, 80 öncesi biz sol kuşak, Kürt sorununu böyle tartışmazdık aramızda.
TÜRK: (gülümsüyor) Şimdi sosyalizm bir ideolojidir. Biz hepimiz sosyalist değerler üzerinden büyüdük. İşte Devrimci Doğu Kültür Ocağı'ndayken, geçmişte mesela sosyalistlere karşı bir şey geliştiği zaman, biz bu eylemlerin içindeydik. En azından öyleydik.
SOYOÐUL: Evet, beraber yürüyorduk o zamanlar.
TÜRK: Şimdi sosyalizm eşitlik üzerine kurulan bir sistem. Herkes eşit, kimlikler özgür. Ama öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye'deki sosyalist hareketi, Kemalist hareketle bütünleşen bir noktaya geldi. Evet, tabii ki bazı sosyalistler, dürüst namuslu kaldı. Mesela bizi etkileyen şeylerden biri, bir gün bir sosyalist gençlik örgütünün toplantısında bir doçent konferans veriyor, biz de dinliyoruz; işte Cezayir'deki gerilladan bahsediyor. 'Peki Kürtler?' Kürt yoktur dedi. Şimdi böyle sosyalist olur mu?
SOYOÐUL: Kötü örnek, örnek olamaz.
TÜRK: Sosyalizm kimlikleri inkar etmez ki? Rusya'da Stalin kimliklere, kültürlere düşmanca yaklaştı. Kürdü Sibirya'ya sürdü, Azeriyi bilmem nereye sürdü, Yahudileri yerinden etti. Şimdi sosyalizm bu mudur? Farklı kültürleri, halkları farklılığından dolayı baskı altına aldığınız zaman, bu sosyalizm mi olur? Gerçek reel bir sosyalizm gelişmedi ki? Yani kimliğine bakmadan insanların, ama bütün kimlikleri özgürleştiren bir sosyalist anlayış mı hakim dünyaya? Hayır, böyle olmadı. Çin'e baktığınız zaman da böyle. Sosyalizmin ruhunda ırk, milliyet kavramı en geridedir. Elbetteki insanların bir kimliği olacak. Kimliğinin olması bir milliyete sahip olması doğaldır, doğal karşılanması lazım. Ama kimlikleri üzerinden birinin kimliği üzerinden diğerlerini yönetirken, o kimliği de kendi kimliği gibi sosyalistler görmediği zaman; o bir ayrışma nedeni olur, sosyalizmden de bir sapma olarak değerlendirmek lazım.
SOYOÐUL: Niye sosyalist bir Kürt partisi yok, olmuyor?
TÜRK: Sosyalist Kürt partisi nasıl yok yani? (sesi yükseliyor, parlıyor) zaten Kürtlerin tamamı sosyalistlerden geliyor. Sol bir harekettir. DTP de sol bir hareketti.
SOYOÐUL: Ama hep etnik kimlik ön plana çıkıyor! İşsizlik yoksulluk, eğitim, sağlık gibi Türkiye'nin genel meselelerinde çözüm önerileri değil de hep etnik kimlik?
TÜRK: (sinirleniyor) Efendim etnik kimlik ön plana çıkmıyor, etnik kimliğin inkarının karşısında bir tavır sergileniyor. Ben etnik milliyetçi bir mantığın gerçekten kınayan bir insanım. Etnisite (Etniklik) üzerinden siyaset yapılmaz. Ama bu demek değil ki bir kimliğin inkarı! Şimdi sen benim kimliğimi inkar ettiğin zaman, sen bana etnik siyaset yapıyorsun deme hakkına sahip misin? Biz bunu anlatmaya çalışıyoruz. Etnisite üzerinden siyaset yapmak, hepimiz için büyük bir felakettir! Bunu çok açık söylüyorum. Ama bir kimlik, bir kültür, bir değer varsa, bunu inkar etmek aslında o ırkçılık.
SOYOÐUL: Önce orada eşitlenelim diyorsunuz…
TÜRK: Tabii. Hem benim kimliğimi, kültürümü, varlığımı inkar edeceksin, hem bana etnik siyaset yapıyorsun suçlaması yapacaksın. Bu haksızlıktır, bu yanlıştır. Ben etnik siyaset yapmıyorum. Ben halklar arasındaki kardeşliği savunan bir insanım. Partim de öyle. Siyasi anlayışımız da böyle. Etnisitenin Ortadoğu'da halkları ne kadar felaketlere götürdüğünü de biliyorum. Mezhepsel çatışmalara götürdü. Burada bir özgürlük, eşitlik, adalet duygusunun gelişmesi lazım. Ben sizi nasıl kabul ediyorsam, sizin de beni o şekilde kabul etmenizi istiyorum. Bu etnik bir talep değil ki! İnsani bir talep. Bir de inkara karşı bir duruştur. Burada Kürtlerin inkara karşı bir duruşu var. Veya benim veya partimin.
SOYOÐUL: Kürtlerin taleplerini, durumunu, herkes sizin gibi açıklayıcı üslupla ifade etmiyor. Siz siyaset içerisinde en ılımlı isimlerden kişiliklerden biri olarak biliniyorsunuz.
TÜRK: Siz öyle diyorsunuz, birçok arkadaşınız dostunuz, Türk aydını, demokrat böyle değerlendiriyor. Ama baktığınızda da 20 kişinin içinden milletvekilliği düşen, siyaset yasağı getirilen benim! Bunu da o zaman düşünün! Demek ki, şahin/güvercin, bunların bir anlamı yok. Burada hak, özgürlük, adalet duygusundan kopmamak lazım.
İkincisi hep kardeşiz diyoruz. Bırakın kardeşliği bir tarafa. Sonuçta bu ülkenin yurttaşlarıyız, kader birliği etmişiz. Adil, eşit, özgürlükçü bir anlayışla kendi yurttaşını kucaklamadığınız zaman, her zaman sorun çıkacaktır. Bugün PKK var, yarın PKK olmasa da sorun çıkacaktır. Mesele o değil ki, inkar mantığı, yok sayma mantığı, hak ve özgürlükleri tanımama mantığı. Artık Kürtler de kabul etmez, dünya da bunu kabul etmiyor. Ha, dünyadaki ilişkiler, devletlerarasındaki ilişkiler halen savundukları düşüncelerin arkasında durmuyor, o ayrı bir şeydir. Yani bugün AB kriterlerine baktığınızda çok farklıdır. Kopenhag kriterlerine baktığınız zaman, yerel diller ve kültürlerle ilgili ortaya koyduğu temel ilkeler çok farklı. Ama gerçekten bunu gereği gibi devletler üzerinde bir diyalog oluşturuyor mu? Hayır. Çünkü uluslar arası ilişkilerde ulusların menfaatleri ön plana çıkmaz. O ayrı bir şey. Ama genelde dünyanın gittiği yer, her dilin, her kimliğin, her kültürün, her farklılığın inkarına karşı bir düşünce var. Bir kriter oluşmuş. Ha bugün ne kadar uygulanıyor, o ayrı bir şey.
SOYOÐUL: Siz bir röportajınızda Hasan Cemal'e, 'vesayetle velayetle siyaset üretemeyiz artık. Türk aydınlarına güven veremedik. Kurduğumuz bütün partilerde inandırıcılık eksikliği vardı. Parti içi demokrasi açısından olumlu bir şey söylemek güçtü' diyorsunuz. Bunu açar mısınız? Şimdi BDP'de olan biten ne? Durum farklı mı?
TÜRK: Vesayet rejimi… Tabii ki iktidarların, parlamentonun, hükümetin, statükocu güçlerin etkisinden Türkiye'nin kurtulmadığını söylüyorum. Biraz da Ortadoğu karakteri budur. Yani hükümet var ama iktidar değil. Parlamento var, parlamento etkin değil. Çünkü devlet kurulurken, cumhuriyet kurulurken çok farklı kurulmuş. Cumhuriyeti kuranlar, 'cumhuriyetin sahibi biziz, cumhuriyeti koruyacak ve kollayacak olan biziz' demiş. Halk yok bunun içinde. Bunun için bir vesayet rejimi var. Şimdi bu mantık, ister istemez her tarafta yaygınlaşmış. Birbirimize benzeşen insanlarız, topluluklarız bu bakımdan. Demokrasi mücadelesinde eksiğimiz yok mu? Tabii ki var. Ha bunu, eksikleri gidermek için çok fazla çaba da gösteremedim. Tabii o çabanın gösterilmesi için de sizin donanımlı olmanız gerekiyor. Ekonomik olarak donanımlı olmanız gerekiyor, siyaseten donanımlı olmanız gerekiyor, ama siyaseten güçlü hale getirilmesi, evet siyasetin bir aktörüdür, siyasetin bu aktörlerinin güçlenmesi konusunda da bir bakış yok.
Devletin de bir bakışı yok. Demokratik siyaset güçlenirse, daha iyi olur diye bir bakışı yok. Seçimlere gidiyoruz, yüzde 10 barajı. E geçmişte grupta devlet yardımı yapılıyor, size yapılmıyor. Şimdi sizin donanımlı güçlü olmanız için, herkesin yararlandığı haklardan sizin de yararlanmanız lazım. Şimdi böyle yoksul, böylesine dar bir alanda siyaset yapıyorsunuz. Bu bakımdan eksiğimiz de var, her şey var.
Bakınız eskiden bağımsız adaylarla girdiğiniz zaman, eskiden bağımsızlar bir pusulayla giriyordu. Şimdi şeyin altında 15-20 kişi küçük yazılarla gidiyorsunuz. Şimdi insanlar seçmene gidip benim ismim şu sırada diye anlatmak zorunda kalıyorsunuz. E yüzde 10 barajını koyuyorsunuz, niçin koyuyorsunuz? Kürtler parlamentoya bir grupla girmesin diye. E güçlü bir grupla girmediğin zaman, ne kadar etkili oluyorsun? Şimdi benim potansiyelim, partimin potansiyeli 50-60 milletvekiliyken, 20 kişiyle girmek zorunda kalıyorsunuz. Demokratik siyasetin önünü tıkamak için her şey yapılıyor. Yapıldığı zaman, siz de demokratik siyaset içinde etkin, gerçekten araştıracak, tahlil edecek, büyütecek, bunu öne çıkaracak bir şansa sahip olamıyorsunuz. Şimdi parlamento yüzde 10 barajını kaldırdığı zaman ne olacak? Güçlü bir siyaset olacak. Güçlü bir siyaset daha etkin olacak toplum üzerinde, halk üzerinde.
Benim önümde yüzde 10 barajı olmasaydı, ben kendi listemde, 30 tane Kürdün yanında 30 tane de Türk demokratını, Türk aydınını, Türk sosyalistini de gösterirdim. Biz Türkiye partisi olurduk o zaman. Ama yüzde 10 barajı konduğu için, ister istemez bugüne kadar benimle birlikte yürümüş, emek vermiş dar kadromla adaylarımı çıkarmak zorundayım. İşte Türkiye partisi olamamamızın nedenlerinden biri bu! Eğer baraj olmasaydı, Demokratik Toplum Partisi, Barış ve Demokrasi Partisi, bir Türkiye partisi olurdu. 50 kişiyle, 60 kişiyle geldiğiniz zaman, çok saygın isimler, bu listede yer alırdı. Parlamentoya girerdi.
SOYOÐUL: Peki, Doğu ve Güneydoğu'da Kürt oylarının yaklaşık yarısını alan DTP/BDP, neden aynı başarıyı metropollerde gösteremiyor. Kente gelen Kürtlerin neden çok azı Kürt siyasal hareketine oy veriyor? Sizce nedeni ne bunun?
TÜRK: Tabii yüzde 10 barajı olunca, halk üzerinde olumsuz bir etki yapıyor.
SOYOÐUL: Tek neden bu mu?
TÜRK: Tabii ki nasılsa aşamaz, boşa gitmesin deyip CHP yakınsa CHP'ye, AK Parti yakınsa Ak Parti'ye veriyor oyunu.
SOYOÐUL: Batı'ya göç eden insanların zaman içinde asimile olmaları söz konusu olmuş olamaz mı?
TÜRK: Hayır. Tabii ki insanlar asimile olabilir zamanla ama bunun asimile ile ilgisi yok, çok iyi biliyorum. İzmir'de mesela CHP güçlüdür. Kürtlerin çoğu oraya gitmiş oturmuş, 'e CHP'nin etrafında dolaşırsam, bir büfe alırım, işe girerim' mantığı var. Böyle de bir gerçek var. İnsanların doğasında olan bir şey bu.
SOYOÐUL: BDP'li 100'e yakın belediye başkanının Diyarbakır'da talep ettiği 'yerel yönetimlere demokratik özerklik'te düşünülen çerçeve nedir? Bu özerklik yalnızca Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgeler için mi düşünülüyor, yoksa tüm Türkiye'de böyle bir model mi öneriliyor?
TÜRK: Hayır, demokratik özerklik projemiz, bütün Türkiye içindir. Yani katı merkezi anlayış yerine ademi merkeziyetçiliğin yaygınlaşmasıdır. Yine farklı kültür ve kimlikler olan bölgelerde de oradaki yerel güçler; diyelim ki meclisler, buradaki sosyal, kültürel, ekonomik alanlarda yapacağı çalışmalarda, yönetime katılması ihtiyaçlarını tespit etmesi, kendileri proje hazırlaması. Demokratik özerklik, aslında demokratik bir ekonomidir. Şimdi bu otonomik şey sadece Kürt bölgesi için istenmiyor. Karadeniz'de de kendi koşulları, kendi meclisleri, ihtiyaçları taleplerini… Orta Anadolu'da.. Yani değişen bir Türkiye, demokratikleşen bir Türkiye, kendi yurttaşını yönetime katan bir Türkiye mantığı var burada. Elbette Kürtlerin de kimliği var, kültürü var, farklılıkları var. O farklılıklarını da rahatça kullanabilecek, yahut o farklılıklarını güçlendirecek yahut onun önünü açacak, onun kültürel eğitim konularında da bu konularda çalışma imkanı yapma veya kararlılığını verecek bir yönetim anlayışını düşünüyoruz. Diyelim ki, Mardin'de insanların talebi var, Kürtçeyi öğrenmek istiyorum, Kürtçe eğitim yapmak istiyorum diyor. İhtiyaç duyuyorsa onu yapar. Yani demokratik özerkliğe böyle bakmak lazım.
SOYOÐUL: Peki bu talebin tam da şu noktada ortaya atılması uygun bir zaman mı? Tam da sinir uçlarının açıkta olduğu bir dönemde, Kürtler özerklik istiyor türü başlıklar, zamanlama olarak ne kadar doğru? Bu durumda nasıl soğukkanlılıkla tartışabilir ki insanlar?
TÜRK: Tabii ki bir şeyler yapılacaksa, başından beri dedim ya. Kısa vadede ne yapılacak, orta vadede ne yapılabilir, uzun vadede nelerin yapılması gerekir? Bu konuları elbette ki bir projeye, bir sisteme bağlamamız lazım. Her şeyin bir günde olmayacağını çok iyi biliyoruz. Ama sonuç olarak taleplerdir, bu talepler sürece, zamana yayılır. Ayrıca bir şey yaptığımız zaman Türk halkını da ikna etmemiz lazım. Yani bu talepler Türk halkına bir zarar vermeyecek. Gerçekten öyle. Ama ikna da etmemiz lazım. Yani bu bir projedir, bir süreç işidir. Bu projenin yaşama geçmesinin koşulları nasıl gerçekleşir, belki onu tartışmak lazım. Her şeyin başında uzlaşı ve diyalog projesini ortaya koymamız lazım. Bunun için ne yapılabilir? Ha, şu andaki bir projenin yaşama geçirilmesi çok erken olabilir. Ha bazı projelerin hemen olması gerekiyordur, acil diye. Sonuçta insanız, bunları tartışabilmemiz, aklı ortaya koymamız lazım.
SOYOÐUL: Siz siyasette sanki biraz geri plana çekildiniz. Bu sizin tercihiniz mi, yoksa şartlar mı sizi biraz pasif duruma çekti?
TÜRK: Şimdi partim var, arkadaşlarım var, grubum var, milletvekili arkadaşlarım var. Benim her gün kalkıp gevezelik yapmam… (gülüyor) sonuçta arkadaşlarımın başarılı olmasını istiyorum. Sık sık televizyonlarda görünmek çok da şık olmaz.
SOYOÐUL: Söylemlerini, üsluplarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben biraz BDP'de bir üslup sorunu olduğunu düşünüyorum.
TÜRK: 73'te parlamentoya geldim. Bugüne kadar 5 dönem milletvekilliği yaptım, bugüne kadar hiç kimse, bana karşı bir hakaret davası açmadı. Ha bazen insanlar sinirlerini de kontrol edemeyebilir ama gerçekten hepimiz barışa, bu sürece katkı sunmak istiyoruz. Çok da takılmamak lazım bazı şeylere. Elbette ki itina gösterilmeli, elbette hakaret etmek, insanların değerleriyle oynamak, akıl dışı davranmak doğru değil. Herkes için geçerli bu.
SOYOÐUL: Önce Milliyet'te Nedim Şener, dün de Eyüp Can Hürriyet'teki köşesinde 26 yılın kanlı bilançosunu yayınladı. 26 yılda polis ve koruculardan oluşan şehit sayısının 6 bin 653, öldürülen PKK'lı sayısının 29 bin 704 olduğunu yazdı. Diyor ki Can, 'İnsan hayatını rakamlar üzerinden anlatmak feci ama bir çarpıcı rakam daha var. 26 yılda öldürülen asker 6.653 iken teröre kurban giden 5.687 sivil vatandaş var. İşte bu yüzden PKK sadece şiddeti araç olarak kullanan bir isyan hareketi değil, sivil vatandaşları da hedef alan bir terör örgütü.' Bir siyasi hareket nasıl böyle bir şey yapar? Sivilleri nasıl hedef alır?
TÜRK: Tabii ki bir yaşama hakkına yönelmeyi biz doğru bulmayız. Sadece siviller değil, her ölen insan için de acı duyarız. Tabii ki bunların hiçbirinin yaşanmaması lazım. Ama buna takılıyorsunuz da fotoğrafın diğer tarafını da görmüyorsunuz. 15 bin tane sivil insan faili meçhul cinayetlerle ortadan kaldırıldı. Niye sormadınız devlete? Bunların hepsi sivildi.
SOYOÐUL: Soranlar oldu. Hiç sorulmamış bir soru değil. Bu kayıplardan acı duyan, utanan, bunları dile getiren aydınlar hep oldu.
TÜRK: Hayır, siz bana soruyorsunuz, bir de devlete deyin; 15 bin sivili öldürdüğünüz zaman adınız nedir diye sordunuz mu? Bakın, meseleye vicdanen yaklaşırsak çözeriz. Gözaltındayken alınıp Murat nehri kenarında kurşuna dizilen insanların hesabı soruldu mu? Muş'un bilmemne köyünde kapı kapalı, alev makinesiyle evin içinde çocukların bağırışına rağmen içinde yakılan insanların hesabı soruldu mu? Bu devlet görevi miydi, bu hukuk muydu? Yani şimdi burada karşılıklı suçlama yerine, karşılıklı yaşanan olayların, acı duyduğumuz olayların ortadan kaldırılması için bir refleks göstermemiz lazım..
SOYOÐUL: Evet bir refleks gösterildi, açılım dendi ve şimdi bu noktadayız. Ne dersiniz açılım bitti mi?
TÜRK: Sayın Başbakan açılımın devam ettiğini söylüyor. Açılım devam ediyorsa, önce Kürtleri anlaması gerekiyor. Bırakın her şeyi, Kürt halkı ne istiyor? Sivil toplum örgütleriyle, siyasi partilerle, sendikalarla, kanaat önderleriyle konuşup, nedir bu talepler sorması gerekiyor. Polis akademisindeki uzmanlarla bu iş olmuyor, bunu anlatmaya çalışıyoruz. Yani halkın talebi nedir, halk ne istiyor? Halk gerçekten bu açılımı destekliyor mu? Neyi eksik buluyor? Ha tabii ki bunu Türkiye halkıyla da paylaşırsın, aydın demokrat çağdaş insanları da getirirsin, bunu formüle ederken nasıl formüle edilir, bütün dengeleri göz önünde tutarsın. Ama açılım deyip de hiçbir formül, hiçbir proje, hiçbir söylem üzerinden bir çalışma yoksa, açılım olmaz. Getirirsiniz, eksiğiyle fazlasıyla insanlar tartışsın.
SOYOÐUL: Muhalefet partisinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nu nasıl değerlendiriyorsunuz bu meselede?
TÜRK: Kılıçdaroğlu yüzde 22'lerden, bir günde yüzde 32lere çıktı. Ve gerçekten bir umut olarak görüldü. Ben çıkan bu rakamları da boş bir rakam olarak görmüyorum. Şimdi bunu derken, Sayın Kılıçdaroğlu'nun bunu çok iyi hesaplaması lazım. Yani Baykal'dan daha iyi konuştuğu için mi birden bire oyları çıktı? Statükoya daha fazla sahip çıktığı için mi yüzde 32'ye yükseldi? Veyahut hamaset siyasetini Baykal'dan daha iyi yaptığı için mi? Hayır. İnsanlar farklı baktı. Sosyal demokrat bir yapıyı oluşturacak, kör aleni çelişkilerin üzerine gidilecek, bir umut oldu. Ama şu aşamadaki Kurultay konuşması, bugünkü söylemlerinden çok farklı bir şey yok. Belki dünkü konuşması… 'Kan kanla yıkanmaz' sözü; ki, bizim her zaman söylediğimiz sözdür bu. Yine kurumlar ve partiler arası diyaloga açık olduğunu belirtmesini, iyi bir gelişme olarak değerlendirmek lazım. Ama sorunları işsizlik yoksulluk meselesine bağlayıp diğer boyutları inkar mantığı, doğru değil. Böyle bir mantıkla giderse, sonuçta değişen bir şey olmaz. Şimdi sosyal demokrat bir parti, çağdaş demokratik değerleri esas alan bir partidir. Şimdi statükoyu savunmaktan çok, sosyal demokrasiyi savunacak bir açılım yaparsa, ki elbette Türkiye'deki değişim dönüşüme en önde katkıları sunmuş olacak.