Hürriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'le yazarımız Gönül Soyoğul'un keyifli söyleşisi...
BAŞLARKEN…
Sevseniz sevmesiniz, kızsanız hatta nefret etseniz bile yazılarına kayıtsız kalamayacağınız biri o.
Benim içinse… Köşesini okurken kimi zaman gülümsediğim, kimi zaman 'ilginç' bulduğum, ama çoğu zaman da bana İzmir'den İstanbul'a acilen uzanıp kafa atmayı düşündürten, içimi isyanla dolduran, 'bu da yazılır mı şimdi' dedirten biri.
Bunu kendisine söylediğimde, hınzırca, 'işte tam da istediğim bu' diye gülen biri o.
Narsist, provokatif, mazoşist.
Hürriyet gibi bir gazetede genel yayın yönetmenliği koltuğunu 20 yıl kapatmış, kimselere kaptırmamış, içinden heyecan fışkıran bir gazeteci.
Ertuğrul Özkök.
20 yıllık genel yayın yönetmenliği döneminde onunla röportaj yapmak için iki kez teşebbüste bulundum. İlki Diva'da çalışırken, Emin Çölaşan'ın Hürriyet'ten kovulmasından sonraydı. Çölaşan'ın hedefindeki isim olarak ne diyeceğini, merak etmiştim. Ama konuşmadı.
İkinci hamleyi, 'İstanbul'da son sözü söyleyen İzmirli gazetecilerle İzmir üzerine gerçekleştirdiğim röportaj dizisinde yapmıştım. O dönemde iktidarın Hürriyet üzerindeki korkunç vergi baskısı ve Hürriyet'te genel yayın yönetmeninin değişeceğine yönelik (ki sonrasında bu öngörü doğru çıktı) söylentiler; röportaj yapmama bir kez daha olanak tanımadı.
Üçüncü girişimim sonuç verdi; İzmir'de Hüriyet Ege'nin kokteylinde röportaj sözünü kendisinden aldım. Ama bir şartı vardı; Ayşe Arman'la bir röportaj yapmıştı, Tempo'da yayınlanacaktı ve üzerinden en az 15-20 gün geçmesi gerekiyordu.
Arman'ın 12 sayfalık röportajından sonra geriye sorulacak ne kalabilirdi?
O röportajda sorulmayan hemen hemen tek konu, çok şükür ki İzmir'di ve Ertuğrul Bey'in konferansı nedeniyle röportaj da İzmir'de gerçekleşecekti.
Grand Swiss'in lobisinde buluştuk ve Akvaryum Restoran'da 1.5 saate yakın konuştuk Özkök'le.
Ama sohbete girişimiz, İzmir'le ilgili olmadı.
Daha masaya oturmadan benim yöneldiğim yere kendisinin oturmak istediğini söyleyip 'sol tarafım daha iyi fotoğraf veriyor çünkü' dedi.
Buyurun bakalım!
Ben kadınım ama solumun mu yoksa sağımın mı daha iyi fotoğraf verdiği konusunda en ufak bir fikrim yok. Lakin, Ertuğrul Özkök'ün var. Şaşırmaz da ne yaparsınız?
Yerimizi değiştirirken, yüzümdeki ifadeyi görüp hemen açıklamasını da yaptı nitekim.
'Her erkeğin içinde kadınsı bir taraf vardır' dedi.
Bu sözün üzerine ne mümkün konuya 'İzmir'den' girmek?
Giremedik elbet.
Benim değil de, onun seçmiş olduğu 'erkek-kadın' meselesiyle girizgahı yaptık.
Sonrasında…
Sonrasını okuyun. Şaşıracak mısınız, kızacak mısınız, hak mı vereceksiniz? Kendiniz görün.
GÖNÜL SOYOÐUL: Her erkeğin içinde kadınsı bir taraf vardır dediniz.
ERTUÐRUL ÖZKÖK: Her erkeğin vardır. Kimisi bunu hayatı boyunca saklar, kimisi farkına bile varmaz. Mutlu olanlar farkına varırlar ve güzel güzel hayatları boyunca işlerler o duyguyu…
SOYOÐUL: Kadınsı derken… Nasıl?
ÖZKÖK: İnsanların yaratılışları itibarıyla zaten kromozomlarında kadınlık da vardır, erkeklik de. Her erkeğin içine bir kadın taraf vardır, kadının içinde de bir erkek taraf. Ben kadın tarafın farkındayım. Bunu saklamam da hiçbir zaman. Bunun gay'likle falan ilgisi alakası yok. Ve çok sevdiğim taraflarımdan biridir. Bu yanımla çok barışık yaşıyorum ben.
SOYOÐUL: Bakımla, süslenmekle de ilgisi var mı bunun?
ÖZKÖK: Hayır hayır, süslenmek değil. İçinde naiflik var, gerektiğinde tırnaklarını çıkarmak var, gerektiğinde kıskançlık var, tezahürleri çok çeşitli onun.
SOYOÐUL: Yeni bir operasyon geçirdiniz. Saç ektirdiniz.
ÖZKÖK: Saç ektirdim demiyorum ben ona. Saç nakli diyorum. Çünkü insanın bir tarafından alıp (saçının enseye doğru bölümünü gösteriyor) bir tarafına naklediyorlar.
SOYOÐUL: Peki, saç naklettirdiniz diyelim. Bu, kadın tarafınız mı?
ÖZKÖK: Yok, erkek tarafım o. Tam erkek tarafım o.
SOYOÐUL: Nasıl oluyor o?
ÖZKÖK: Niye derseniz, bakın şu. Ben bunu daha önce de yazdım. Saç nakli düşünüyorum dedim.
SOYOÐUL: Evet doğru, yazmıştınız.
ÖZKÖK: Şimdi, benim 18 yaşında saçlarım dökülmeye başladı. Yataktan kalktığımda saç arardım ve bulurdum. Çünkü düşünün Beatles dönemiydi. Saç hayatımın en önemli şeylerinden bir tanesi, tamam mı? Ve sabahları kalkıyorum, 20-25 tane saç teli yastıkta. Panik başladı bende, saçlarım gidecek diye. O zamanlar bir takım losyonlar var kullanıyorum ama işe yaramıyor. Her yıkandığımda, bazen lavabo tıkanırdı. Babama sordum, oğlum dedi, benim de çok genç yaşta döküldü. Merak etme, kalıyor dedi. Kaldı hakikaten. İdare edecek bir saç. Bir de Allah razı olsun bu Bruce Willis'ten kafa kazıtma işini çıkarttığı için! Ve saç artık erkeklerde eskisi kadar önemli değil o kadar. Hatta bana bir sürü kadın arkadaşım niye yaptırıyorsun bu işi falan dedi.
SOYOÐUL: O kadar da önemli değilse, niye gerçekten?
ÖZKÖK: Tamamen kendimle ilgili bir şey. Elimi attığım zaman saç gelmeli. Ben mesela çok kısa kestiriyorum, hiç fark edilmiyor zaten. Fark edilmeyecek de zaten benim saç nakli yaptırdığım falan. Fakat şunu anlatmak istiyorum insanlara. Hayatta bazı şeyleri artık doğallaştırmayı öğrenmek lazım. Bakıyorum ben Türk basınındaki insanlara, saç nakli yaptırıyorlar ve saklıyorlar bunu. Hatta bana bunu yapan hanım doktor, 'bir iki ay kimseye söylemeyin bunu' dedi. Niye dedim. 'Çünkü kameralar geliyor oraya odaklanıyorlar.' E, alsınlar, ne olacak, ayıp bir şey mi yapıyorum ben dedim. Alt tarafı saç nakli. Nasıl bir insanın dişi çürüyünce çekilip yerine yeni diş takılıyorsa, benim saçımın arka tarafından aldılar, buraya tekrar koydular. Bu peruk değil, şu değil, bu değil. Ben bunda utanacak bir şey de görmüyorum.
SOYOÐUL: Kendinizi iyi hissetmek için yaptınız.
ÖZKÖK: Evet iyi hissetmek için. Nasıl kadınlar gözlerinin altını aldırıyorsa, artık erkekler de aldırıyorsa; gerekirse onu da yaptırırım ilerde, ihtiyaç duyarsam kendime de yaptırırım. Niye derseniz? Ben çünkü insanların kendilerine bakmalarına gerektiğine inanıyorum. Herkese tavsiye ediyorum; her sabah aynanın karşısına geçip kendinizi çırılçıplak seyredin diyorum. İnsanın içinde dozu ayarlanmış bir narsizm olduğu zaman, insan kendini daha mutlu hissediyor. Allah herkese çok güzel gövde vermiyor ama o gövdeyi daha güzel tutmak, insanın elinde. Ben hasta olup 10 gün spor yapamadığım zaman, rahatsız oluyorum. Ve spor yapmaya nasıl başladım biliyor musunuz? Bir sabah yataktan kalktım giyiniyorum, karım da yatakta kahvesini içiyor. Bana baktı ve dedi ki, 'sen aramızdaki kontratı bozdun.' Ne kontratı dedim. 'Ben' dedi, 'böyle bir adamla evlenmedim. Göbeğin çıktı, bilmem ne oldu. Evlendim artık tamam! Böyle mi bakıyorsun artık' dedi. Kendime baktım, hakikaten göbeğim çıkmış. Kızımı aradım, Tansu'nun söylediklerini anlattım. 'Baba gel' dedi ve Planet diye bir spor salonu vardı o zamanlar, aldı oraya götürdü. 1998 yılı. 1998'den beri spor yapıyorum ve kendimi çok iyi hissediyorum. Herkese de söylüyorum, genç arkadaşlarıma da söylüyorum. Mutlaka haftada en az 3-4 gün spor yapın diyorum. Ve hepsine tavsiye ettiğim şey, içinizdeki narsisti koruyun.
SOYOÐUL: Evet, yazılarınız da söylüyor zaten narsist olduğunuzu.
ÖZKÖK: Narsist olun diyorum, çok önemli.
SOYOÐUL: Yalnız dozu da çok önemli; o doz kaçtığı zaman da patolojik bir hadise oluyor.
ÖZKÖK: Her şeyin dozunu kaçırdığın zaman kötüdür. Alkolün dozunu kaçırdığın zaman, kötüdür. Yüzünü yaptırmanın dozunu kaçırdığınız zaman kötüdür, ortaya ucubeler çıkıyor görüyorsunuz. Ama bunun bir ayarı var. Ben suni olarak genç görünmeye çalışın falan demiyorum. Ama artık hayat çok uzadı. Şimdi ben 63 yaşına girdim ve hala canlıyım. Hayatımda eksilen bir şeyim yok. Hayat zevklerim, hayat tadım, keyfim, yaşama arzum, bir şey yok. Diyorum ki kendi kendime, ben daha yaşarım böyle yani. Dolayısıyla kendime iyi bakmaya çalışıyorum.
SOYOÐUL: Sırada saç naklinden sonra başka, ufak botokslar falan gelir mi?
ÖZKÖK: Onu yapmam. Botoksu sevmiyorum. Ben suni şeyleri sevmiyorum çünkü. Ama mesela son zamanlarda erkeklerdeki güzellik ürün satışlarına bakıyorum. Müthiş bir pazar oluştu. Bu operasyonu yapan cerrahlarla konuştum, erkek müşteri sayısında büyük artış varmış. Normal karşılıyorum bunu ben. Erkekler de bakıyorlar kendilerine artık. Bakacaklar.
Göz kapağınız düşmüş, aldırırsınız. Bana garip gelen, bunun saklanması.
SOYOÐUL: Siz 'fotoğraflarımı solumdan çekin' deyince, söyleşi ister istemez light bir konudan başladı. Oysa benim önceliğim İzmir'di. Biliyorsunuz, İzmir dizisi yaparken, sizinle de konuşmayı çok arzu etmiştim ama vaktiniz olmadı. İzmir'deki bu duraklamanın altında ne olduğunu sormak istemiştim size de. Çünkü aynı zamanda bir sosyologsunuz. Neden sizce?
ÖZKÖK: Şimdi bakın. Benim hep söylediğim bir şey var. İzmir'den gidip İstanbul'da kendisine bir hayat seçmiş, başarılı olmuş insanların hemen hepsinde, tekrar bir gün İzmir'e dönme duygusu vardır. Bu benim arkadaş çevremde, bende, herkeste var. Fakat hepimizde şöyle bir duygu da var. Gelip 3 gün kaldığımız zaman tekrar dönmek istiyoruz geriye. Böyle de bir duygu var. Ben Urla'da küçük bir ev aldım, karım aldı daha doğrusu. Karım İzmir'i çok seviyor. Burada kendini çok iyi hissediyor. İki dönüm içinde, bir zen evi yaptırıyor kendisine. Ne demekse zen evi? İlk defa onun ağzından duydum ben.
Şimdi bana göre, Türkiye'nin en modern, en Avrupa hayat tarzı olan şehri burası. Geçenlerde Aydın Bey'le geldik, Aydın Bey dedi ki, 'bu şehirde ben kendimi iyi hissediyorum.' Yalnız hak ettiği canlılığı kazanması bu şehrin yaşaması lazım. Bu şehrin yaşaması yalnız İzmir için değil, Türkiye için de lazım. Çünkü burası, Türkiye'nin bir showroom'u. Burada Verheugen'in lafını biliyorsunuz, ben yazdım onu. Geldiği zaman dedi ki, burası yüzde 100 Avrupa şehri. Benim İzmir'le ilgili gördüğüm şu. İzmir çok ilerici bir şehir ama aynı zamanda çok muhafazakar bir şehir. İzmir sivil toplum örgütleri muhafazakar. Çivi çaktırmıyorlar şehre. Yeniliklere izin vermiyorlar. İki, İzmir'de şöyle bir yanlışlık da var. Çok hoşuma giden, hayat tarzını koruyan bir şehir İzmir. Fakat hayat tarzını artık, varlığının tek nedeni haline getirmiş görünüyor şehir. Tamam biz buyuz. Şimdi, biz buyuz yetmiyor. 'Biz buyuz'un arkasını getirmek lazım.
BİR BELEDİYE BAŞKANI HER ŞEYİ DEÐİŞTİREBİLİR
Geçen hafta Eskişehir'deydim. Yılmaz Büyükerşen ile gezdik şehri. Biz gezerken baktım, Burhan Özfatura da orada, şehri geziyor. Ve bir şey dikkatimi çekti. Çok sayıda turist gelmiş. Yerli turist. Çok büyük kısmı İzmir ve İstanbul'dandı ve kadındı. Niye gelmiş biliyor musun? Yılmaz bey ile arabadan iniyoruz, herkes geliyor. Nasıl bir coşkuyla, nasıl bir sevgiyle geliyorlar, resim çektiriyorlar. 'Siz burada bir şey yarattınız, siz burada bir şey yarattınız.' Neyi arıyor burada insanlar biliyor musunuz? Kendileri gibi modern Türkiye'nin insanlarının başarı modelini arıyorlar, başarılı modellerini arıyorlar. Yani burası başardı, bak! Demokrat Sol Parti'den, hayat tarzı Atatürk ilkelerine bağlı bir insan. Çünkü bir kompleks yarattı insanlarda, sadece AKP'liler başarılı olurlar yerel yönetimlerde; sosyal demokratlar başarılı olamazlar görüşü. Halbuki çok başarı modelleri var. Fethiye'de MHP'li bir belediye başkanı var. Harikalar yaratmış Fethiye'de. Kendimi İtalyan şehrine geldim zannettim Fethiye'ye gidince. O kadar değişmiş. Bir belediye başkanı her şeyi değiştirebiliyor. İzmir'in bence bir kere, kendisine benzeyen rol modeli şehirleri çok iyi incelemesi lazım. Nice, Cannes, bu şehirler. San Francisco. Gidip buralara ne yapmış diye bakması lazım. Ama her şeyden önce bir mantaliteyi değiştirmesi lazım. Buraya insan çekmek lazım. İnsanlara göstermek lazım. 'Bak kardeşim ya, burası nasıl bir şehir' demesi lazım?
SOYOÐUL: Peki insanlar niye 3 gün kalıyorlar, sonra sıkılıp dönmek istiyorlar. Neyle bağlantılı o sıkıntı?
ÖZKÖK: O bir duygu. O duyguyu atmak… Bakın ama size bir şey söyleyeyim. Her ay bir hafta gelip kalsa burada, bence bir hayat tarzı bu. Çünkü insanlar artık bir şehirde yaşamıyorlar. Mesela, benim idealim Paris, İstanbul ve İzmir'de yaşamak. Üçünde de yaşamak istiyorum. İmkanım olursa eğer, yılda en az bir iki ay Paris'te yaşamak istiyorum. İstanbul bana çok heyecan veren bir şehir. Dünyada hiçbir şehir bana İstanbul kadar heyecan, enerji vermiyor.
SOYOÐUL: İzmir'de ne buluyorsunuz?
ÖZKÖK: Birincisi çocukluğumun şehri… İki, bu şehir, Atina'ya gitmiş kadar, Cannes'a gitmiş kadar, Nice'e gitmiş kadar güzel bir duygu veriyor bana.
SOYOÐUL: İzmir hangi duyguyu veriyor size? İstanbul heyecan diyorsunuz mesela…
ÖZKÖK: Çok güzel burası, insanlar güzel, kadınlar güzel. Erkekler güzel. Dün Yaşar Üniversitesi'nde bir konferansa katıldım. İnanılmaz güzeldi. İnsan formda hissediyor kendini. Karşınızda olağanüstü güzel kızlar, olağanüstü güzel oğlanlar… Rahat, kendinden emin, sorunları yok kendileriyle. İlla da siyasi olacağım diye bir zorlama yok. Ama bütün siyasi soruları da soruyorlar. Öğrencilerin yüzde 75'i İzmirliymiş. Butik üniversite. Çok hoşuma gitti. Radyo yayını yapan yere girdim, olağanüstü güzel çocuklar. Çok yaratıcı şeyler yapmışlar. İzmir bir lifestyle şehri. İnsanların buraya kaçamak yapmaya gelmesi lazım. Kaçamak derken, gizli bir ilişki için demiyorum, hayattan bir kaçamak yapmaya gelmeleri lazım. Burada şöyle kazağımı giyip çıkıp yürüdüğüm zaman iyi hissediyorum, rahat hissediyorum kendimi. Bu duyguyu anlatmak kolay değil. Ama bu şehre… Bakın, şimdi şirket yönetimlerinde, son üç dört yılda krizden sonra bir şey ortaya çıktı. Diyorlar ki, yöneticisi veya patronu iç dünyasını, ruh dünyasının renkliliğini şirkete yansıtmıyorsa; o şirketlerin ruhu olmuyor, başarılı olmuyor diyorlar. Halbuki şimdiye kadar hep tersiydi. Kendi iç dünyanla, şirketinin şeyini ayır. Araya duvarlar çek, bilmem ne. Ben Hürriyet'te 20 yıl boyunca hiçbir zaman kendime ait zaaflarla, kendime ait renklerle duygularla, odama kadar hiçbir şeyi ayırmadım. Hürriyet'le kendim arama, işimle kendi hayatım arasına bir duvar çekmedim. Odama gelip bakarsan, Hürriyet'teki odam, ev gibi. Hep öyle bir ortamda çalıştım. İnsanlara hep o rahatlığı vermeye çalıştım. O rengi vermeye çalıştım. Rahat olun. Rahat olun. Şimdi, ruh lazım şehirlere. Şehirlere ruhu da liderler veriyor. Ülkeye de şehre de artık ruh veren liderler lazım. İzmir'de çok güzel işler yapılıyor ama sivil toplum örgütlerinin çok engelleyici bir rol oynadığını düşünüyorum. Çeşme Yarımadası turizm bölgesi ilan ediliyor, 'Araplara peşkeş çektirmeyiz' diye kampanya başlıyor. Bunların dönemi geçti artık. Kim gelirse gelecek artık.
SOYOÐUL: Sizce tek sorun sivil toplum örgütleri mi?
ÖZKÖK: Değil elbet. Yerel yöneticileri de öyle. Ama insanlarında da… Şimdi İzmirlilik gururu diye bir şey oluştu. Özellikle genç çocuklarda falan. Fakat bu laf hayati derecede önemli. Kendi hayat tarzıyla övünmek… Kendi hayat tarzını korumak… Çok güzel bir özelliği şehrin. Hayat tarzını savunan bir şehir. 'Kardeşim biz böyle yaşıyoruz. Biz haklıyız.' Bana göre Türkiye'nin geleceği bu. Türkiye adını koysa da koymasa da er veya geç federatif bir sisteme gidecek. Adını koysa da koymasa da! Ve ilk kurulacak yer de Güneydoğu olmayacak, İzmir olacak. Ben bunu iddia ediyorum sosyolog olarak ve herkese de anlatıyorum. İçişleri Bakanı'na da anlattım. Çünkü İzmirli hayat tarzını… Bir Güneydoğu var, Güneydoğu etnik kimliğini farklılaştırma olarak ortaya koyuyor. İstanbul kozmopolit. İstanbul'un ortaya koyacağı bir karakteri yok. İstanbul, şehir olarak kendini ortaya koyan bir şehir. İzmir de hayat tarzını, ruhunu, kendisini bir farklılık olarak ortaya koyuyor. Ve çok güzel. Ben seviyorum bu duyguyu. Ama bu duyguyla yetinmemek gerekir. Bu duygunun üzerine yaratıcı fikirler, yaratıcı uygulamalar eklemek gerekiyor.
İZMİR'İN ROL MODELLERİNİ İYİ TANIMASI LAZIM
Urla mesela. Parlıyor Urla. Bakıyorum. Çok adı geçmeye başladı Urla'nın. Birilerinin Urla'da bir şey hayal etmesi lazım. Bir farklılık. Buraya gelecek emekli olacak, parası olan insanları çekeceksiniz. Mesela birisinin orada oturup Disneyland gibi bir yürüme parkuru yapması lazım. Paralı değil, açık. Özel şelaleler olacak, köprüler olacak. Yani monoton bir yürüyüş yapmayacak kişi orada. Biri hayal edecek bunu. Yılmaz Büyükerşen şimdi plaj yapmış Eskişehir'e. Gittim. Bir plaj yapmış 4 futbol sahası büyüklüğünde. Ortaya adalar yapmış, kumsalı var plajın. Fakat şimdi diyor ki, bir yanlış yapmışız. 'Bütün altını kum yaptık, deniz gibi olsun diye fakat kum yapınca, suyun rengi azur renginde görünmüyor. O yüzden suyu boşalttım, kumu bir yere kadar getiriyorum, ondan sonrasının altını özel bir taşla döşeyeceğim ki, su Maldiv adalarındaki gibi görünsün' diyor. Şimdi adam artık bu ayrıntılara gidiyor. Birisinin çıkıp demesi lazım ki, 'kardeşim Çeşme Yarımadası'na bir tek çirkin ev yapılmasına tahammülümüz yok.' Evler çirkin. Ben zaman zaman Toscana'ya gidiyorum, ev kiralıyorum bir hafta kalıyorum. İnan bana Toscana'dan çok daha güzel bir tabiat, Toscana'dan çok daha güzel hayat tarzı olabilecek bir rahatlık var. Ama çirkin! İzmir'in zenginlerinin yaptığı evler çirkin. Site kavramını artık yasaklamaları lazım.
Bakın ben size bir şey söyleyeyim, Türkiye'nin en başarılı projelerinden biri hangisidir biliyor musunuz? Alaçatı Port. O kadar üzerine gittiler, durdurmaya çalıştılar… Niye başarılı biliyor musunuz? Çünkü bir doku yarattılar, bir köy dokusu yarattılar orada. Anladınız mı? Şimdi artık Disney ve Dubai kavramı bütün dünyayı etkiledi. Artık dünyada dokular yaratacaksınız. Site yapılmayacak artık. Biri site yapmayı isteyecekse, diyeceksiniz 'kardeşim, buraya güzel bir köy inşa edeceksin.' Birisi oturacak çizecek, bir meydanı olacak, bazı yerlerde köprüler, üstten geçişler olacak. İki evin arasında avlusu olacak. Birisi tasarlayacak bunu. Ve orada artık yaşam, o estetiği ile olacak. Bakın o zaman bu bölgenin kazanacağı değer, çok daha fazla olur. İzmir'in rol modellerini iyi tanıması lazım.
Dün akşam ben Lucien Arkas'ta yemekteydim. Evine gittim. Size bir şey söyleyeyim, ben dünyayı geziyorum. Dünyada böyle bir estetik, böyle bir kültürel zenginlik görmedim. Zenginlikten bahsetmiyorum size. Böyle bir estetik dokunuş, böyle bir bahçe düzenlemesi, evin içinde yaşayan bir kültür, ben görmedim… Hatta şaka yaptım, 'sizin eve yakın bir yerde ev alarak, çok iyi bir yatırım yapmışız' dedim. Çünkü tek başına o, bir bölgeye değer katacak bir şey. Emin olun, Türkiye'de böyle başka bir ev olduğunu ben zannetmiyorum.
SOYOÐUL: Çok merak ettim şimdi, öyle anlattınız ki…
ÖZKÖK: Bakın ben zenginlikten söz etmiyorum, estetik ve kültürden söz ediyorum. Bunun altını çizin lütfen. Köklü bir burjuvazinin ne olduğunu görüyorsunuz orada. Köklü bir burjuvazinin.
SOYOÐUL: İzmir'e dönersek…
ÖZKÖK: Heyecan verici projeler bekliyorum İzmir'den. Bunların hepsinin her zaman parayla ilgili yok. Ama sivil toplum örgütlerinin, herkesin bir araya gelip bu şehirde artık çirkinliğe izin verilmemesi lazım. Bir heyecan lazım İzmir'e, bir heyecan! Birisi gelecek buraya heyecan verecek. Anlatacak, abartarak anlatacak İzmir'i. Dün sırf tanışmak için 15 dakikalığına, Seferihisar Belediye Başkanı'na gittim. Niye gittim biliyor musunuz? İstanbul Kitap Fuarı'nda bu yıl baktım Seferihisar Belediye Başkanlığı. Orada stant açmış. Baktım, orada kitap yok, kitabı yok adamın. Adam sadece cittaslow'u anlatmak için stant açmış. Gittim Seferihisar'a, 20 dakikada adam bana enerji verdi ya…
SOYOÐUL: Çok heyecanlıdır, müthiştir Tunç Soyer.
ÖZKÖK: Nasıl heyecanla anlatıyor öyle, nasıl bir heyecan. Ben bunu istiyorum, tamam mı? Bu heyecanı. Anlatacak. Turgut Özal'ı çok seviyordum bu yüzden. Uçağı kaldırırdı, bize gittiğimiz yerlerde havada tur attırırdı, durmadan anlatırdı. Durmadan anlatırdı.
SOYOÐUL: İzmir için heyecan duyan bir insansınız. Bir gazetecisiniz. Birincisi İzmir'de görmek istediğiniz heyecanın oluşmasında medyanın payı ne olabilir? İkincisi, bir gazete yöneticisi olarak, İzmir'e ne katkıda bulundunuz?
ÖZKÖK: Şimdi bak hayatım, ben medyada şunu öğrendim. Bir medyayı suni olarak yaşatamazsınız.
SOYOÐUL: Doğru.
ÖZKÖK: Yaşatırsınız, bir yerden paranız varsa… Bana göre, Türkiye'deki televizyonların, yüzde 70'inin 80'inin ekonomik olarak yaşayabilir fizibilitesi yok. Bir yerlerden paralar harcanıyor oralara. Belli bir amaçla harcanıyor paralar oralarda. Bizim grubun dışındaki gazetelerin; samimi söylüyorum bunu, ekonomik olarak taşıyabilirlik fizibilitesi yok. Yok ama yaşatılıyor. Şimdi zorla yaşatılan medyadan hayır gelmez ülkeye. Bir şehrin değişmesini medyadan beklemek de doğru değil. Ne yapabiliriz? Suni yazı yazarız. Yazmaya başlarsınız, 5. yazıdan sonra zaten ukalalık olarak görülmeye başlar bu iş. Ama bir yerel liderlik heyecanı lazım bu şehre. Ben o yüzden federatif sistemleri savunuyorum. Niye biliyor musunuz? Türkiye'de 6-7 tane bölge olsa, 6-7 tane heyecanlı yarışan insan çıksa, başbakan bunların içinden en başarılısı olsa; Türkiye çok daha iyi yerlere gelebilir. İzmir'in, burasının bir heyecanı yönetmesi lazım. Bu bölgeyi alacak… Nasıl Kaliforniya'yı Kaliforniya Valisi alıyor, adam sallaya sallaya götürüyor…
SOYOÐUL: Evet zorlamayla olmaz ama medya da bir itici güç değil midir sonuçta?
ÖZKÖK: İtici güç ama ne yapabiliriz? Sonuçta siz benim yerimde olsanız, ne yapabilirsiniz?
SOYOÐUL: Kendimi sizin yerinizde hissetmediğim için, bilemiyorum.
ÖZKÖK: Ben İzmir'i… Çok eleştirildim hatta zaman zaman. Çok İzmirlilik yapıyoruz diye Yılmaz'la (Özdil) beraber eleştirildim. Fazla İzmirlilik falan yaptığım yok ama İzmir'e önem veriyorum ben. Türkiye için önem veriyorum. Türkiye'nin showroom'u olacak şehirleri var. Ankara showroom değil, İstanbul showroom. Dünyada patlamış gidiyor şu an İstanbul. Ama İzmir de ikinci showroom'u Türkiye'nin. Antalya turizm bölgesi ama İzmir bir showroom. İzmir'de başka bir şey var, pazarlanacak çok güzel 3-4 tane malzemesi var. Efes var. Başka şehre bırakılır mı Efes? Efes İzmir. Bergama İzmir. Atina şuradan 17 dakika uçuş. Ve Yunanistan nüfusunun neredeyse dörtte biri, köken olarak buralarda. Artı, Çeşme Yarımadası bence işlemeye, Türkiye'de yerleşim olarak gelişmeye en açık yer. Türkiye'nin en parlayacak yerlerinden birisi. Ben görüyorum bunu. Sığacık'ı, Urla'sı, şurası burası. Dün akşam Lucien Bey'e de söyledim; sizler farkında değilsiniz bu işin ama, İzmir bu yıl kaliteli şarapta Trakya'nın önüne geçti. Tutulan şaraplarda şu anda Trakya'nın önüne geçti. Torbalı, Çeşme yarımadası, Urla buraların. Kayra'nın Şirazı bitti restoronlarda, bulunmuyor. İzmir bunu da işlemeli mesela. Bunlar hep lifestyle işler. Burası, insanların Miami gibi yaşamaya geleceği şehir olacak. Sanayi belli ki çok gelişmeyecek çünkü interlandı dar şehrin. Ama zaten Manisa var yanda. Manisa İzmir artık. Şu liman. Hala halledilmedi, hala halledilmedi yani.
Buradan başlayan Karşıyaka'ya kadar devam eden o çevre, oturulup dizayn edilir. Yani yeni bir alan olarak dizayn edilmeli. Yeni mahalleler yaratılmalı İzmir'de.
Bak ben size bir şey söyleyeyim. U2 konseri, devlet yardımıyla yapılıyor. Ben İzmir'in yerinde olsam, yatarım kapısında devletin, bu konseri İzmir'de yapın derim. Çünkü U2'nun müşterisi gelir. İstanbul gelir buraya. İstanbul'un ihtiyacı yok o konsere. İzmir'de yaptırırım ben o konseri. Bütün dünyayı da çekerdim. Bu heyecanı duyacak, bunları görecek insanlar lazım. Expo'lar falan değil. Onlara bir Mesih gibi bakmamak lazım, daha yaratıcı formüller bulmak lazım.
SOYOÐUL: İzmir için hep tartışılır, kongreler kenti mi olsun, turizm kenti mi olsun vs. gibi. Siz de lifestyle bir kent olsun diyorsunuz.
ÖZKÖK: Özgürlükler şehri olsun İzmir. Eşcinseller de en özgür hayatı burada bulsun, kadınlar da en özgür hayatı burada bulsun, erkekler de en özgür hayatı burada bulsun. San Francisco nasıl San Francisco oldu? 60'larda Hippi hareketi ile oldu. Özgürlüklerle oldu.
SOYOÐUL: Genel yayın yönetmenliğini bıraktıktan sonra, diyorsunuz ya 'nehrin kıyısında oturdum akan nehre bakıyorum' diye… Ben bir nehrin kıyısında oturuyorsam eğer, bundan içe bakmayı, sakinliği, kendimi bulmayı algılarım. Önümden hızla akıp geçenlere bakarken, aslında kendi içimdeki fırtınaları görürüm. Ama siz hiç de sakin bir hayat içinde değilsiniz gördüğüm kadarıyla. Genel yönetmenlikte hayat çok hızlı akar, tempo yüksektir. Siz o tempoyu hiç düşürmediniz. Durmadan konferanslar, kongreler, o şehir, bu şehir… Yani kendinize hiç es vermemiş gibisiniz… Ben karşımda nehrin kıyısında dalgın, düşünceli oturan, içine bakan bir adam göremiyorum…
ÖZKÖK: Doğru söylüyorsunuz ama bakın.
SOYOÐUL: Az önce söylediniz işte, bir saat vaktim var, buradan emniyet müdürüne gideceğim, oradan başka bir yere, akşam İstanbul'a… Dün konferanstaydınız…Yeni bir hız var hayatınızda…
ÖZKÖK: Var. Evet, var.
SOYOÐUL: Niye bu hız?
ÖZKÖK: Bakın şimdi, ben yöneticilik hayatımı kapattım. Olmam bir daha. Bir daha yöneticilik yapmam, istemem. 20 yıl çok uzun bir süre. Ben 20 yıl, Türkiye ile temasımı kestim. Yani üniversitelerle temasımı kestim. Bir de bir şeyi göstermek istiyorum insanlara. İlk gittiğimde, daha gitmeden önce İstanbul Üniversitesi'ne, 'Sen nasıl gidiyorsun oraya? Ayakkabı atıyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar, konuşturmuyorlar' diye uyardılar. Ben yüzleşmek istiyorum dedim. Yüzleşmek istiyorum insanlarla. Bana dediler ki, yok sana saldırırlar, çok yıpratıldın, şudur budur. İnsanlara, çocuklara bir hayat tecrübesini anlatmak istiyorum ben. Anlattığım şeyi dün gelip görseydiniz Yaşar Üniversitesi'nde…
SOYOÐUL: Hata ettim gelmemekle evet, düşünemediğim için kızdım kendime.
ÖZKÖK: Ben onu büyüklerin izlemesini isterim. Ben orada çocuklara ne yaptım biliyor musunuz? Cesur olmayı anlatıyorum. Önyargılardan kurtulmayı anlatıyorum. Karar verirken illa da rasyonel davranmanız gerekmiyor, içinizden gelen sesi dinleyin diyorum. Ve bir film gösteriyorum başlamadan önce. Kahramanlar'da benim doğduğum mahalleden bir araba geliyor böyle, oradan tren yolunu geçiyor, Tenekeli Mahalle'ye geliyor. Tenekeli Mahalle'ye gelince oraya Yılmaz Erdoğan'ın Organize İşler filminden bir parça koyuyorum. O film orada çekildi biliyorsunuz. Çocuklara diyorum ki, benim hayatım işte buradan başlıyor. Sonra burs aldım, Paris'e gittim… Bütüüün başarılı hayatlar, Türkiye'nin özelliklerinden bir tanesi bu; böyle mahallelerden başlıyor. Hayal kurmayı öğreniyorsun. Hayal ediyorsun.
DİNCİLERLE BİZİM ARAMIZDAKİ EN BÜYÜK FARKLILIK…
Dincilerle bizim aramızdaki en büyük farklılık… Bana dini bilgileri çok kuvvetli bir arkadaşım, dedi ki bir gün. 'Biz hayal kurmuyoruz, çünkü hayal kurmak, hedef koymaktır. Çünkü hayal kurarken kötü, günahkar bir hayal kurarsan, onu da hedef koyarsın.' Ben de çocuklara dedim ki, günahkar bile olsa, hayal kurun. Kanunlara uymamazlık yapmayın ama kanunları da sorgulayın. Hatta ahlakı sorgulayın; ahlakı sorgulamak ahlaksızlık değildir dedim. Bunları anlatıyorum çocuklara. Cesaret vermek için yapıyorum. Ben daha önce öğretim üyesiydim, üniversite hayatından geldim. Bir de bazı programlarda görüyorum, saldırgan bir üniversiteli tipi çıkıyor programlara hep. Bağırıyor, çağırıyor. Halbuki ben üniversitenin başka bir kanadıyla temas kurmak istiyorum. Bağırıp çağıran değil. Daha önce çocuğun biri bana dedi ki, siz buraya gelmeye korkmuyor musunuz? Ayakkabı atıyorlar dedi. Bak dedim, kurşun atılmadığı sürece korkmam dedim. Ayakkabı insanı öldürmez. Ama bakın ayakkabıdan daha yaralayıcı bir şey var, yaralamak istiyorsanız bir insanı, laf atın dedim. Laf atın, laf çok daha yaralayıcı bir şeydir dedim. Şimdi bunları anlatıyorum ben. Ve heyecanlanıyorum. Şimdi 'Tavşan Kardeş Gazetecilik Atölyesi' kurdum. Önümüzdeki hafta, başlıyor benim odamda. 10'ar kişilik gruplar halinde bölüm bölüm yapacağız.
Benim anlatmak istediğim. Hayatta bir şeyi değiştirmeyi istiyorsanız, dayak yemeyi göze alacaksınız. Aşağılanmayı göze alacaksınız. Hırpalanmayı göze alacaksınız. Yalnız kalmayı göze alacaksınız. Ve bunlardan kendinize mazoşist bir haz çıkarmayı öğreneceksiniz; çünkü yaşayamazsınız başka türlü. Anladınız mı? Anlatmak istediğim bu. Korkmamayı öğretmek istiyorum, yoksa gazetecilik dersi vermek istemiyorum.
SOYOÐUL: Dediniz ki, 20 sene uzak yaşadım, koptum bir anlamda Türkiye'den.
ÖZKÖK: Ben zaten yalnız yaşayan bir insanım. Çok fazla…
SOYOÐUL: Ama gazeteci olmak için, kopmamak gerekmiyor mu? Zaten böyle bir eleştiri de var medyaya… Plazalara kapandılar, sadece üst düzey insanlarla görüşüyorlar, halkı anlamıyorlar diye. Politikacılar da böyle eleştiriliyor. Bu anlamda bir eksiklik hissediyor musunuz? Kendinizi eleştirebilen bir insan olduğunuz için soruyorum, '20 yıllık süreçte bazı şeyleri görememişim' diyor musunuz mesela? 'Halka daha yakın olabilseydim, daha iyi gazetecilik yapardım' diyor musunuz?
ÖZKÖK: Şimdi bakın, benim hayat tarzım çok açık bir hayat tarzı değil. Ben şarap yazıyorum, onu yazıyorum, bunu yazıyorum ama benim gece hayatım yok. Ben işimden evime giden bir insanım. Ama dünyada olup biteni, belki Allah vergisi çocukluğumdan beri; benim ileriyi gören bir yapım var. Mevcutla ilgilenmiyorum. Şunu diyebilirsiniz, gazetecilik mevcudu da vermektir diye. Herkesi mevcut ilgilendiriyor. İkincisi, siyaset beni ilgilendirmiyor. İlgilendirmiyor. Benim hayatımın merkezinde siyaset yok. Benim hayatımın merkezinde insanları daha iyi yaşamaya teşvik etmek var. Ben provokatörüm..
SOYOÐUL: Kesinlikle öylesiniz!
ÖZKÖK: Benim içimde provokatör yaşıyor. Ben insanları provoke etmek istiyorum. Bak Ayşe Arman'da vardır bu. Çok sevdiğim tarafıdır Ayşe'nin. Çok çocuksu sorar soruyu. Korkmak yok. Ben insanları, biraz ezberlerini bozmaya zorlamak istiyorum. Çünkü ezber bozmazsanız, hayatta hiçbir şey değişmiyor. Ezber bozmaya ihtiyacımız var. İzmir'le ilgili de aynı şeyi söylüyorum. İzmir'in de ezber bozmaya ihtiyacı var.
SOYOÐUL: Ama ezber bozduğunuz zaman yerine yeni bir duygu/düşünce koymazsanız da o zaman da bir boşluk ya da kaos ortaya çıkıyor.
ÖZKÖK: Ama herkesin de bir işi var. Başkaları da onu düşünsün!(gülüyor) Şimdi bakın, geçen gün bir arkadaşım dedi ki, yeni bir Duygu Asena yaratalım. Dedim ki, yeni Duygu Asena, zaten Ayşe Arman. Dedim ki, bakın hep aradığınız modeller zaten mevcut. Sex and the City devri kapandı. Şimdi yeni bir romantizm geliyor. Eğer kadın yazar arıyorsanız, romantik bir kadın yazar bulun dedim. Romantizm geliyor dedim. Nereden geliyor bu? Vietnam savaşı hippi hareketini yarattı. Hippi hareketi isyankar bir romantik hareketti. Körfez Savaşı… Şimdi Brooklyn'de… San Francisco'daydı, şimdi New York'ta, Brooklyn'de bir müzik akımı başladı. Ben görüyorum bunu. Yeniden naif, Beach Boys tarzı müzikler çıkmaya başladı tekrar. Yeni bir romantizm, yeni bir Hippi çağı başlıyor şimdi. Bu modadan, her şeye kadar etkileyecek. Eğer bugün için istiyorsanız bulun bir tane. Ayşe Arman'dan daha iyisini bulamazsınız şu anda. Çıkar, çıkabilir, her zaman daha iyisi çıkabilir. Ama onun taklidi olur. Ama yeni bir insan istiyorsanız, romantik bir kadın arayın. Sahici, romantik. Çiçek böcekli değil ama. Felsefesiyle. Şimdi bu kadının dönemi açılıyor. Bu erkeğin dönemi açılıyor. Ben böyle bakıyorum. Ama bu ne zaman olacak? 3 yıl sonra olacak. Ama üç yıl sonrası için birinin bugünden başlaması lazım. Yavaş yavaş oraya gelecek.
Şimdi insanlardan kopuk yaşamak… Yalnız şu var. 20 yıl önce bana hep 'gerçek gazeteciler kahvelerde oturur, otobüslere biner' diyen adamların hepsi tasfiye oldular. Çok dışarıda kaldılar.
SOYOÐUL: Yok öyle değil ama…
ÖZKÖK: Ben sokağı dinleyerek Hürriyet gazetesinde şarap yazarı yapamazdım…
SOYOÐUL: Şimdi kahveye gitmeden, otobüse binmeden de anlarsınız bazı şeyleri. İnternette haberlerin, köşe yazılarının altındaki yorumlara bakın, o kahvelerde konuşulanların neredeyse tamamını görebilirsiniz. Ben o anlamda demiyorum ki zaten. Bir bakışı oradan görürsünüz, bir başka bakışı bir işadamından… Kaldı ki, halkın bakış açısını görmek istiyorsanız, gazetenin içinde yaşayan insanlara kulak vermeniz bile çok şey. Çünkü orada çalışanların tamamı özel araçlarıyla işe gidip gelmiyorlar. Para sıkıntısı çeken bir sürü insan var o plazalarda. Uzayda yaşamıyor ki gazeteciler… Ben 20 yılda halktan koptum dediğiniz için sordum o soruyu…
ÖZKÖK: Ben halktan koptum demedim. Ben hiçbir zaman halkla iç içe olmadım. (o gayet ciddi, ben kahkaha atıyorum!) Ben ne zaman halktan koptum biliyor musunuz? Anlatayım mı size hikayesini? Lise ikinci sınıfta İzmir'de Konak-Hatay otobüsünde koptum halktan. Ve o günden itibaren de ben toplu taşım araçlarına mümkün olduğunca binmedim; çünkü hayatımın en büyük travmasını yaşadım!
SOYOÐUL: Nedir o?
ÖZKÖK: Buradan otobüse bindim, gidiyorum eve. Hayatta en korktuğum şey otobüslerde, fordçuluk diye bir şey vardır. Kızların arkasına geçerler, bilmem ne… Ben çok korkarım, çok utangaç bir insanım çünkü. Hep giderken otobüste kimseye dokunmamaya, hep bir ruh hastası gibi dikkat ederim. Tamam mı? Gidiyorum. Kalabalık. Üçyol durağına gelmeden, bir iki durak önce falan, hep de arkamı dönüyorum ki, bir şey zannedilmesin. Kızın biri bağırmaya başladı. 'Sapık, terbiyesiz herif' bilmem ne! Bağırıyor çağırıyor. Ben kime bağırıyor diye arkamı döndüm baktım, üzerime falan alınmadım ben. A, kız bana bağırıyor! Ve kıza arkam dönük benim. Herkes bir anda otobüste bana döndü, sapık gibi. Düşün. Bir an yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Otobüsten atladım ve kaçtım. Ve kaçtığım için de herkes beni gerçek sapık zannetti! O gün bugün dedim ki, bir daha otobüse binmem. 3 kilometreden uzak olmayan mesafelerde de binmedim zaten. Ben kalabalık yerleri sevmiyorum. Çok temas sevmiyorum. Bunu övünerek söylemiyorum. Bu benim karakterim. Ama şunu söyleyeyim, halk ruhunu çok iyi biliyorum. Ben halk ruhunu çok iyi biliyorum ama halk ruhu her zaman çok iyi bir şey değildir. Gerektiğinde halk ruhuna karşı durmayı bilmek lazımdır. Bakın ben Hürriyet'te, Abdullah Öcalan asılmasın diye kampanya yaptım. Yazı işleri masasındaki arkadaşlarım dedi ki, yarın bizi taşlarlar. Biliyorum, taşlayabilirler; o ruhu ben biliyorum dedim. Biz asılmasın diye kampanya yaparken, diğer gazetelerin manşetlerini bilmem hatırlıyor musunuz? Gözcü gazetesi, asın diye manşet attı mesela. Şimdi gerektiğinde halkla beraber olmak, gerektiğinde de halkın karşısında durmak lazım. Aydın tavrı budur. Biz ne her dakika halkın karşısında durduk, ne de her dakika halkla beraber yürüdük. Çünkü halk ruhu, gerektiğinde en tehlikeli ruh haline de gelebilir. Halk ruhunu tanımak gerekli bir şey, ama halk ruhuna ben her dakika uyacağım demek, o çok tehlikeli bir şey. Siyah kurdeleyi yazdım bugün ben. O semboller bazen Mecliste yazılan kanunlardan çok daha etkili şeyler yapıyorlar. Radyolar böyle açıldı Türkiye'de. Bütün arabalara siyah kurdeleler asıldı.
SOYOÐUL: Siz solculuktan, sosyalizmden ne zaman vazgeçtiniz Ertuğrul Bey?
ÖZKÖK: Özal geçirdi beni solculuktan. Kolumu tuta tuta, anlata anlata, anlata anlata beni ikna etti. Ama ben bir şey söyleyeyim size, ben hiçbir zaman Cengiz Çandar'ların anladığı, Hasan Cemal'lerin olduğu gibi darbeci solcu olmadım. Hiçbir zaman olmadım. Siz bakmayın, ben sosyalisttim falan ama sosyalistler bana haber gönderiyordu; Siyasal kantinine girmesin, döveceğiz diye. Saçım uzun diye.
SOYOÐUL: Onların içindeyken de aykırıydım diyorsunuz.
ÖZKÖK: Ben provokatiftim hep, hayatım boyunca provokatif kaldım ben yani. Bana tipik bir solcu diyemezsiniz o bakımdan.
SOYOÐUL: Anlattıklarınızdan/yazdıklarınızdan anlıyorum zaten. Şimdi nasıl tarif ediyorsunuz kendinizi? Liberal mi?
ÖZKÖK: Ben kendimi tarif etmiyorum hayatım. Ben kendimi, durumları değerlendiren bir insan olarak tarif ediyorum. Benim karım mesela komünist. Karım mesela özelleştirmeye karşı. Karşı. Ben 20 yıl Hürriyet'in genel yayın yönetmenliğini yaptım ama karımın evde okuduğu birinci gazete Cumhuriyet oldu. Başka bir tarz. Ben gerçek anlamda demokrat bir insanım. Gerçek bir demokratım ben. Gerçek demokratlık nedir biliyor musunuz? Gerçek demokratlık her şeyden önce, başka insanların fikrini de dinlemeyi bilmektir. Onlarla beraber yaşamayı öğrenmektir.
SOYOÐUL: İyi de ekonomik sistem olarak neyi savunuyorsunuz?
ÖZKÖK: Ekonomik sistem olarak serbest piyasa ekonomisini savunuyorum. Ama artık şirketlerin sosyal sorumluluk konusunda, çok daha fazla görev almaları gerektiğine inanıyorum. Artık hiç kimse, kendi malını sadece 'ben bu kahveyi iyi yapıyorum, Hürriyet gazetesini iyi yapıyorum alın' diyemez. Bunun yanına bir sosyal sorumluluk kampanyasını insanlara sunacaksınız. Ayşe'yi son zamanlarda yaptıklarından dolayı çok beğeniyorum. Hakikaten gidiyor, basın toplantısı yapacağım, bana 20 bin lira verir misiniz diyor. Yarım kalan hayatlar projem var diyor. Biriyle kör bir çocuğun dağa çıkması için sponsor oluyor. Birini, bacakları mayında kopmuş bir subaya veriyor, hayatını yeniden kursun diye. Bence bunu artık, her şirketin yapması lazım. Şirketler gibi, şehirlerin yapması lazım. Belediyelerin yapması lazım. İnsanların tek tek yapması lazım.
SOYOÐUL: Sistem yerine bunu öneriyorsunuz yani…
ÖZKÖK: Devletin görevidir diye bakmamak gerekiyor. Artık bu çağın, vahşi liberal kapitalizm dönemi kapandı. Geriye gelmemek üzere bitti. Sosyalizm de bitti ama. Sosyalizm de geri gelmez artık. Çünkü çok kötü örnekleri oldu. Yürümüyor. Kolektif ekonomi yürümüyor. Bir sahiplik ekonomisi olacak şirketlerin. Ama şu var, devletin denetim mekanizmalarının iyi çalışması gerekiyor. Bankalar üzerinde, şurada, burada. Kuvvetli bir kamusal denetimin olması gerekiyor. Ama asıl büyük görev burada bence, şirketlerin her birinin kendilerine sosyal sorumluluk yüklemesi gerekiyor. Hem personeline karşı, hem tüketiciye karşı, hem de içinde yer aldığı bütün dünyaya, bütün ülkeye karşı…
Bakın mesela, Türkiye bir kültür rönesansı yaşıyor. Yayıncılık… Bunu herkes küçümsüyor Türkiye'de ama kitap yayıncılığı şu anda dünyanın en canlı ülkelerinden biri. Fransa'dan daha hızlı çevriliyor kitaplar Türkiye'de artık. Dünyadaki yeni kitaplar, Türkçe'ye Fransa'dan daha hızlı çevriliyor.
SOYOÐUL: O anlamda öyle olabilir ama ya okuma oranı?
ÖZKÖK: Çok iyi. Gazete okuması da kitap okuması da çok iyi…
SOYOÐUL: Kitap için bir şey diyemiyorum bilmediğim için ama gazete tirajlarını biliyoruz… Nasıl iyi diyebiliyorsunuz?
ÖZKÖK: Ama bak hayatım, siz gazete tirajlarını hep Türkiye'ye bakarak değerlendiriyorsunuz. Şimdi dünyada gazete tirajları hep şöyle hesaplanır. 18 yaş üzeri, her bin kişiye satılan gazete hesaplanır. Şimdi 18 yaşın altında olanlarda eve gelir gazete. Şimdi Türkiye'de bin kişiye satılan gazeteye baktığınız zaman, Yunanistan'la baş başa. Avrupa'nın birçok ülkesiyle baş başa. Çünkü Türkiye'de çok canlı bir gazete satış rekabeti var. Tabii bizim sorunumuz şu, çok büyük bir ülke. Yunanistan'ı düşünün, Yunanistan'da nüfusun yarısı Atina'da yaşıyor. Gazeteyi bastıktan 15 dakika sonra yüzde 50'sine ulaştırıyorsunuz. Biz 770 bin kilometreye 6 ayrı yerde basılan gazeteyi taşıyoruz. Bazı yerlerde kamyonla 8 saat gitmesi gerekiyor. Bu nasıl meşakkatli bir iş biliyor musunuz? Nasıl bir masraf? Fedakarlık bu. Televizyon yayıncılığımız çok canlı, internet yayıncılığımız çok canlı. Bunlar çok önemli. İnternette Türkiye çok dikkati çekecek şekilde gelişen ülkelerden bir tanesi. Ve Türkiye'nin çok müthiş bir girişimci potansiyeli var. Bana göre Avrupa'nın en iyi girişimci potansiyeli olan ülkelerinden bir tanesi. Fransa duruyor yerinde. Yunanistan'a bakın! Bundan 20 yıl önce Türk ekonomisi Yunanistan'ın beşte biriydi, şimdi yarısı oldu. Ve ben iddia ediyorum, Türkiye 20 yıl içersinde Yunanistan'ı geçecek bir kere. Kesin. Ama İngiltere Fransa, Almanya, İtalya'nın hemen arkasında yer alacak. Ben iddia ediyorum. Bu gelişmeyi, Türkiye'deki potansiyeli görüyorum. O bakımdan ben liberal ekonomiyi, ama sosyal sorumlulukları yüklenmiş bir ekonomiyi savunuyorum. Artık patronlar eskisi gibi 'ben kardeşim şirketimi iyi yönetirim'le yetinemezler. Şirket imajları önemli olacak. Artık insanlar mal alırken… Bakın Gap ne yapıyor? Diyor ki bütün mağazalarında 'ben çocuk işçi çalıştırmıyorum.' Başka bir tanesine gidiyorsunuz, diyor ki 'benim kullandığım her şey dönüşümlüdür.' Hayvan kullanılan Amerikan filmlerinin hepsinde film biterken bir yazı çıkar, hepsinde vardır. Animal protection bilmemne society tarafından denetlenmiştir diyor. Yani hayvana eziyet edilmemiştir diyor. Bunların hepsi, toplumda küçük küçük gibi görünen grupların artık nasıl önemsendiğini gösteriyor. Hayvan severler artık, istediği kadar küçük olsun, güçlü bir lobi. Ve toplumlar artık büyük şeylerden işçi sınıfından değil, toplumlarda etkili olanlar artık hayvan severler, insan hakları dernekleri, çevre kirliliği ile mücadele eden gruplar ve hepsi çok kuvvetleniyor bunların. Şimdi bunlar kuvvetlendikçe, şirketlerden talepleri artıyor. Kuvvetlendikçe, şirketlere karşı kampanya açabiliyorlar. 'Şu şirketin ürünlerini almayın' diyorlar. 'Çünkü çocuk işçi çalıştırıyor. Çocuk sömürüsü yapıyor' diyor. Bence şirketler bunun bilinciyle, şirket imajlarını korumak için bir şeyler yapmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu güzel bir şey. İnsanların, insan haklarının korunması, hayvanların, çevrenin, tabiatın korunması bakımından önemli şeyler bunlar. Bunları küçümsedik biz zamanında. Sıkıcı haberler falan dedik. Fakat baktık ki, o sıkıcı diye gördüğümüz şeyler çok güçlü baskı grupları haline gelmiş. Bence artık genel yayın yönetmenlerinin buna dikkat etmesi gerekir.
SOYOÐUL: Sahip olduğunuz güçle ilgili Ayşe Arman'ın Tempo'daki 12 sayfalık röportajınızdan sonra bir şey sormaya cesaret edemiyorum. Çünkü orada, elinizde bir güç olmadığını, bu yüzden de genel yayın yönetmenliğini bıraktıktan sonra bir şey değişmediğini söylemişsiniz. Bu sözlerinizi deşmek için uzun zaman gerekiyor, oysa sadece 15 dakikamız kaldı.
ÖZKÖK: Güç, samimi söylüyorum, hayatta en sevmediğim kelime. Bakın bunu belki insanlar sahte diye değerlendiriyorlar ama…
SOYOÐUL: Sahte demeyelim de… İnsanın bazen kendi kendine bile itiraf edemediği, inkar ettiği duygular, gerçek zannettiği aslında öyle olmayan durumlar vardır. Siz şimdi gücü istediğiniz kadar inkar edin ama bakın.. Ben az önce siz odanızdan inmeden, resepsiyona söyleşi yeri ayarlamak için 'Ertuğrul Özkök'le röportaj yapacağım' dediğim zaman, insanlar neredeyse hazır ola geçtiler. Siz istediğiniz kadar ben güç kullanmıyorum deyin, bu bir güçtür. Güç böyle bir şey. Siz isteseniz de istemeseniz de etraf size onu atfediyor ama siz de o şemsiyenin altında olduğunuzu biliyorsunuz. Siz zeki bir insansınız…20 yıl o şemsiyenin altında olmak çok önemli bir şey. Ve bunu hissetmemiş olmanız, zekanıza hakaret olur. O gücün bir rahatlığı, bir keyfi vardır. Ha, azabı da vardır tabii iktidar olmanın…
ÖZKÖK: Güç nedir? Güç dediğinizi bir de benden dinleyin. Benim Bodrum'da 84 metrekare bir evim var. Kıyının tek tapulu evi.
SOYOÐUL: Evet, başınızın epey ağrıdığını ben de basından takip ettim.
ÖZKÖK: Neler geldi başıma, biliyorsunuz değil mi? Bir satır, bir satır yazı gazetemde yayınlamadım. Bir kişiye telefon etmedim. Dediğim gibi, hala uğraşıyorlar. Çevremdeki tapulu tek ev. Bak ne diyorum size? Tapulu tek ev. 84 metrekare. Geldiler dediler ki, iskele kaçak. Evet kaçak. Yasal değil. Ve o körfezde yasal bir tane iskele yok. Geldikleri gün peki yıkıyorum dedim, yıktım. Kendi ellerimle yıktım iskeleyi. Hala uğraşıyorlar. Havuz yaptın diyorlar. Havuz nerede peki diyorum. Ayrıca buraya havuz yapılır mı, manyak olması lazım insanın. Evde havuz yapacak yer de yok. Basit onarım izni aldım kurumlardan. Kadın geldi bir tane, ölçtü dedi ki, 10 santim kalın genişliği evin. Bakın bu kadar taş duvar var. Dünyada hangi manyak bir evin bu kalınlıktaki taş duvarlarını, 5 santim bu tarafa, 5 santim bu tarafa değiştirir. Bir mantık var mı? 5 santim. 5 santim ne kadar biliyor musun? Ben bu kadar (eliyle gösteriyor) taş duvarı alıyorum, 5 santim bu tarafa getiriyorum! Kazandığım ne? 10 santim. Bir metre dese anlayacağım, tamam mı? (gülüyor) Bak kardeşim bu sıva var ya dedim. Bu sıva bu tarafta da 5 santim, bu tarafta da 5 santim.
Şimdi güç nedir? Güç aslında nedir biliyor musunuz? Eğer onurlu bir insansanız, güç aslında en büyük güçsüzlüktür. Emin olun bakın kullanamazsınız o gücü. Ama aynı zamanda, zeka nedir güçte biliyor musunuz? Zeka teraziye çıkmamaktır. Anladınız mı? Ben güç konusunda, teraziye çıkmadım. Gücümü kanıtlamak için bir şey yapmadım. Çünkü yaparsan ve başaramazsan, bütün karizman da gider. O yüzden herkes atfetti, e peki tamam. Ama Hürriyet var arkamda, onu unutmayın bakın. Hürriyet diye bir marka var, güç o.
SOYOÐUL: Elbette! Ben Hürriyet'in şemsiyesi altında olmayı da kastettim size zaten.
ÖZKÖK: Tamam, ben de o markaya provokatif şeylerle bir şeyler kattım ama o marka güç.
SOYOÐUL: Siz güç kullanmadım deseniz bile, mesela kadınların bakışı dahi o şemsiyenin altında ve o koltukta otururken farklı olur. Bunu hissetmediğinizi söylemeyin lütfen. O gücü kadınların gözlerinden okumuşsunuzdur hiç değilse.
ÖZKÖK: Dün öğrencilere bir şey anlattım. Size de anlatayım. Ben genel yayın yönetmeni olmadan önce, genç bir öğretim üyesiydim. Kafamda Hürriyet'in genel yayın yönetmeni ile ilgili şöyle bir imaj vardı. Diyordum ki, bu adam Türkiye'nin en güçlü adamıdır. Eminim ki bütün devlet dairelerinde bunun bir tane adamı vardır. Oradan haber sızdırdığı... Ve Türkiye'nin en güzel kadınları bu adama aşıktır ve bu adam en güzel kadınlarla yatıyordur mutlaka. Bu bakımlardan Hürriyet benim için çok büyük bir düş kırıklığı oldu! (kahkahalar)
SOYOÐUL: O zaman sorayım. Siz bir yazınızda dediniz ki, her başarılı erkeğin arkasında, bir kadınlar mezarlığı yatar. Kaç mezar bıraktınız ardınızda?
ÖZKÖK: Öyle mi yazdım?
SOYOÐUL: Evet. Belki birinin sözüydü, alıntı olarak kullanmıştınız.
ÖZKÖK: 'Kendi mezarımı bıraktım çeşitli yerlerde' dedim ama söylediğiniz cümleyi hatırlamıyorum hiç. Her kadının içinde erkek mezarı vardır demek daha doğru olur. Bir veya birden fazla. Çünkü erkekler, öldürülmeye daha müsaittir. Ben her başarılı erkeğin arkasında bir kadınlar mezarlığı yatar diye bir cümlem olduğunu hatırlamıyorum. Yanılabilirim ama 'dünyanın birçok yerinde kendi mezarımı bıraktım' diye yazdım. Ama kadınlarla ilgili demedim onu. Kadınlarla erkeğin ilişkisi… Tabii ki her biten kadın erkek ilişkisinde bir cinayet vardır. Birinden biri ya kendisini, ya ikisini birden öldürmüştür. Bir cinayet işlenmiştir yani. Cinayet işlemeyi ahlaki anlamda söylemiyorum. Aldatma aldatılma anlamında değil. Bunlar benim için önemli şeyler değil. Önemli olan mutlaka geride öldürülmüş bir erkek veya öldürülmüş bir kadın bırakırsınız yani. Ama tabii kimse de gerisinde kadınsanız arkanızda bir erkek cesedi, erkekseniz ardınızda bir kadın cesedi bıraktığınızı kendi kendinize itiraf edemezsiniz. Bazen de iki taraf da kendisini öldürülmüş hisseder. Çoğunlukla da böyledir bu iş. Ama her insanın gönlü, bir mezarlıktır yani. Aydın Bey de 'Benim gönlüm Karacaahmet Mezarlığı gibi' der. Kadınlarla ilgili demiyor onu; çok kazık yemesiyle ilgili diyor.
SOYOÐUL: Madem kadın erkek ilişkilerine girdik, sorayım. Siz bir söyleşinizde eşinizle ilgili 'Ben Tansu'ya çok şey borçluyum' diyorsunuz. İnsan kendini sürekli borcunu hatırlatan birisiyle..
ÖZKÖK: Ama hiç hatırlatmadı bunu, ondan çok şey borçluyum ona…
SOYOÐUL: O hatırlatmamıştır ama ona borçluyum diye hissediyorsunuz.
ÖZKÖK: Ne demek istediğinizi anladım, hayır, hiç öyle hissetmiyorum. Ben çok seviyorum karımı. Hiç öyle hissetmiyorum. Benim içimdeki duygu… Bu yıl beraber 40. evlilik yıldönümünü kutluyoruz. Ve 42 yıldır beraberiz. Çok küçük tanıştık birbirimizle. Çok güzel bir kadınla evlendim, çok kişilikli bir kadınla evlendim. Yani birbirimizin hatalarına tahammül etmeyi öğrendik geçmişimizde. Kendimize hak gördüğümüz şeyi, karşımızdakine de hak gördük. Bu çok önemli bir duygu. Şöyle bir hayatımız oldu birbirimize karşı. Birbirimizi üzdük, üzüldük. Bazen ben hatalı oldum, bazen o hatalı oldu. O daha fevri oldu, o daha fevri benden. Anlattı zaten, kafama ütü fırlattı. (kahkahalar) ciddi bir ütü. Hala saklıyoruz hatırası olan o ütüyü, evimizin en güzel objelerinden biri olarak. (kahkahalar)
Hala güzel bir kadın, kendine bakan bir kadın benim karım. Spor yapıyor, kendine ait bir hayatı var. Bir bakan kızıydı, bakanlığın bakanlık olduğu dönemde bir bakan kızıydı. Ne babasının imajına sığındı, ne benim imajıma sığındı. Hep kendi oldu. Şimdi bu kadınla yaşanmaz da ne yapılır?
SOYOÐUL: O borçluyum lafı bana o an batmıştı. İnsan sürekli borçlu hissettiği birine karşı…
ÖZKÖK: Değil değil, borçtan kaynaklanan bir şey değil. Doğru haklısınız ama öyle değil. Ben karımla çok mutluyum yani, iyi ki böyle bir kadın hayatımda diye…
SOYOÐUL: Bence de en büyük şansınız eşiniz olmuş.
ÖZKÖK: Ama bakın herkes de bana bunu söylüyor!
SOYOÐUL: Tansu hanımla konuşsaydım, belki sizin için söylerdim bunu, bilmiyorum.
ÖZKÖK: Şaka söylüyorum şaka. İyi bir evlilik oldu bizimki.
EMİN ÇÖLAŞAN GİBİ BİR YAZARI KAYBETMEKTEN ÇOK MUTSUZ OLDUM
SOYOÐUL: Emin Çölaşan ile ilgili hiç konuşmadınız. Hürriyet gazetesinden kovulduğunu, siz tebliğ ettiniz Emin Çölaşan'a İzmir'de.
ÖZKÖK: (yüzü asılıyor, canı sıkılıyor) Deniz Restoran'da…
SOYOÐUL: Çalışma arkadaşınızdı. Neler hissettiniz o gün, o an? Bu konuda suskunluğunuzu bozmayacak mısınız? Aydın Bey bile konuştu bu konuda biliyorsunuz. Ve Emin Çölaşan'ın 'ya ben, ya yönetim' dediğini söyledi. Yönetimde de siz vardınız o zaman.
ÖZKÖK: Ben Emin konusunda konuşmak istemiyorum. Niye konuşmak istemediğimi söyleyeyim bakın. Bu Emin'e hak verdiğimden, kendimi haksız gördüğümden falan değil. Emin, bu konuda adil davranmadı. Ben ilerde bunun konuşulmasını istiyorum. Başkaları konuşsun istiyorum.
Ama ben size sadece bir şey söyleyeyim. Emin Çölaşan'la burada yaptığımız konuşmadan bir konuşma önce, odasında yaptığımız bir konuşma var. Ben Emin'e bir şeyler anlatıyordum; Emin bana, sanki üzerinde bir teyp var da bana bir şeyler söyletmek istiyormuş gibi bir şey söylüyordu. Emin'e dedim ki, 'Emin, şuradan aşağıya söyleyelim, iki tane teyp getirtelim, teypleri buraya koyalım, bu konuşmayı teybe alalım. Kasetin bir tanesi sende dursun, bir tanesi bende dursun. İlerde bir şey olursa, sen de açıklarsın bu kasetleri, ben de açıklarım.' Emin 'ya arkadaşız' dedi, 'böyle bir şey olur mu' dedi. Pişman oldum, keşke teybe alsaydık o konuşmayı.
Benim Emin'le ilgili söylediğim tek şey şu. Aydın Bey'in kitabı yayınlandığı zaman göreceksiniz ki, Emin'den yediğim dayağın bir başka türlüsünü de Aydın Bey'den yiyorum aynı şekilde, kitapta o da beni suçluyor. Ama o şöyle suçluyor, '2.5 yıl oyaladı beni' diyor Aydın Bey. '2.5 yıl önce Emin'in işine son verecektim. Ertuğrul beni, 2.5 yıl oyaladı' diyor. Ben son dakikaya kadar da Emin'in gitmemesi için, elimden geleni yaptım. Fakat Emin bu konuda fair davranmadı. Bizim Emin'e söylediğimiz şey şuydu. Aynen söylüyorum size. 'Bu söylediğimiz şeyler sadece seninle ilgili değil. Beni de bağlayan, Oktay Ekşi'yi de bağlayan, herkesi bağlayan şeyler. Doğan Yayın Konseyi'nin ilkeleri var. 1. İnsanlara lakap takmayacaksın. Liboş, İ. Melih bilmem ne demeyeceksin. 2. İnsanlara hakaret etmeyeceksin. 3. İnsanların düzeltme-cevap haklarına saygı göstereceksin. 4. Bir konuda dava kaybediyorsan, ısrarla onun üzerine gitmeyeceksin.'
29 tane mi, 39 tane mi ne dava kaybetti Melih'e. (Gökçek) Şimdi ben size bir şey soracağım. Biri size hırsız dese, gidip mahkemeye, davayı kazansanız, adamın köşesi var, ertesi gün yine hırsız yazsa, yine gidip kazansanız, ertesi gün yine yazsa, yine gidip kazansanız; 29 kez… Buna hakkı var mı bir insanın? Şimdi buna hakkı yok insanın. Ha, şimdi ben size bir şey söyleyeyim, ben genel yayın yönetmeni olarak, Emin Çölaşan gibi bir yazarı kaybetmekten dolayı çok mutsuz oldum o dönemde. Çok korumaya çalıştım. Bakın bunun çok tanığı vardır gazete içinde.
SOYOÐUL: Kitabında da zaten sizin birçok uyarıda bulunduğunu yazmıştı Emin Bey.
ÖZKÖK: Ama bana ağır hakaretler etti. Çok üzüldüm. Şarapları getirtti diyor. Şarapları ben getirtmedim. Onun gittiği restoranın sahibi getirdi dizdi oraya şarapları, hangisini istiyorsunuz diye… Yok kral dairesi… Ben hayatımda kral dairesinde falan kalmadım. (üzerine basa basa bir daha söylüyor) Kral dairesi! Tipik Emin Çölaşan şeyleri. Bunlara ihtiyacı yok Emin'in. Beni eleştirilebilirdi. Ama ben söyledim Aydın Bey'e. O kitapta dikkat edin, Aydın Bey'e yok eleştiri, bana var eleştiri daha çok. Daha kitap yazacağı ortaya çıkınca ben dedim ki Aydın Bey'e, 'Aydın bey, merak etmeyin bu sizi eleştirmez' dedim. Niye? 'Burada tekrar görev alırım falan diye, bana vuracak' dedim. Emin'in tarzı budur. O dedim, 'kendine bir düşman yaratır, bana vurur' dedim. Ben Emin'le ilgili konuşmak istemiyorum; çünkü, kendimi o konuda o kadar rahat hissediyorum ki. Hayatta zaten kimseye cevap vermem. Bana Hrant Dink'i öldürdü diye yazılar yazdılar. Hrant Dink'i beraber yaptığımız haber yüzünden, beraber yaptığımız ortak haber yüzünden! Hala yazıyorlar! Bir gün insanlar görecekler bunları. Ben kimseye cevap falan vermek istemiyorum ama… Ben Emin'in yerinde olsam… O kitap Emin'in lehine olmadı bence. O kitap Emin'in aleyhine oldu. Çünkü hayat bana bir şey öğretti. Öfkenizi kontrol edemediğiniz, insanlara haksızlık yapmaya başladığınız zaman, bumerang gibi geliyor, sizi çarpıyor. Emin konusunda konuşmayacağım, hiçbir zaman konuşmayacağım.
SOYOÐUL: Emin Çölaşan ayrıldıktan sonra tiraj kaybettiniz mi? Samimi söyleyin…
ÖZKÖK: Tiraj kaybettik ama hemen aldık. Toparladık kısa sürede. Ama Sabah gazetesi toparlayamadı tirajını. Yeni sahibi aldıktan sonra 100 bine yakın tiraj gitti, toparlayamadı. Hürriyet toparladı ama.
SOYOÐUL: O dönemde tiraj düşünce, sizin kaleminiz sertleşince, 'Ertuğrul Özkök tiraj kaybını önlemek için muhalif oldu' yorumları olmuştu. Böyle bir dengeleyici duygu hissettiniz mi gerçekten?
ÖZKÖK: Hiç alakası yok. Bir takım insanlar çıkıyor, Emin Çölaşan'ın yerini aldı falan diye. Ya benden Emin Çölaşan olur mu Allahaşkına?
SOYOÐUL: Yok olmaz vallaha!
ÖZKÖK: Çünkü Emin'in sürekli düşmanları ve sürekli dostları var. Benim sürekli düşmanım, sürekli dostum yok. Yok benim.
SOYOÐUL: Düşmanlarınız değişiyor mu sizin?
ÖZKÖK: Hayır hayır, benim düşmanım yok. Ben düşmanla yaşayan biri değilim.
SOYOÐUL: Sizden çok nefret edenler de var ama.
ÖZKÖK: Benden nefret edenler olabilir ama o benim kontrol edebileceğim bir şey değil. Benim nefret ettiğim insan yok. Ben onu söylemek istiyorum. Benim düşmanım yok. Ben hayatımda hiçbir öfkemi altı aydan fazla yaşatmadım. Tutamıyorum kin. Tutamıyorum ne yapayım? Serdar (Turgut) bana neler yazdı? Ama en iyi arkadaşım. Buluşup ha babam içki içiyoruz beraber. Neler yazdı bana, neler yazdı! E seviyorum çünkü Serdar'ı. Kin tutamıyorum içimde. Ne yapayım? Ben Serdar'ın aleyhine bir tek kelime yazmadım. Bir tek kelime yazmadım.