Gönül Soyoğul sordu, Prof. Dr. Ali Saffet Gönül Alzheimer’ı anlattı...

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı'nda rastladım dikkatimi çeken afişlere. 'Alzheimer hastalığıyla savaşta sizin de bir payınız olsun' diyordu afiş. Hemen sordum soruşturdum; projedeki gönüllülük rolüm, böylece başlamış oldu.

Kendimle ilgili endişelerimin, yakınları Alzheimer olan arkadaş çevremde hem hastanın durumu, hem de ona bakanların çektikleri maddi/manevi sıkıntıların büyüklüğünü gördükçe artmasının yanı sıra, hastalıkla ilgili haberler de dikkat çekmeyecek gibi değil.

2013'te vefat eden 'Demir Leydi' lakaplı Margaret Thatcher, Amerika Birleşik Devletleri 40. Başkanı Ronald Reagan, İngiltere eski Başbakanlarından Harold Wilson, İspanya eski Başbakanı Adolfo Suarez gibi devlet adamları; Charles Bronson, Rita Hayworth, Charlton Heston gibi Hollywood yıldızlarının, ünlülerin de pençesinden kaçamadığı bu hastalığa bir tedavi bulunamazsa, 2040'da dünyadaki Alzheimer'li hasta sayısının 80 milyon, 2050'de 107 milyon olacağı tahmin ediliyor. Çevremizde hızla sayıları artan Alzheimer'lı anne/babalar, arkadaşlar da aslında hepimize 'unutmayın, herkes günün birinde unutabilir' diyor.

Kökten düzeltecek bir tedavisi henüz bulunamayan bu hastalıkla ilgili tüm dünyada ciddi araştırmalar yapılıyor. Bu araştırmalardan biri de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde 'SoCAT Alzheimer Projesi' adıyla yürütülüyor.

Web sitelerinde 'Beynin gizemlerini keşfetmek için çıkılan bu heyecanlı yolda, yolcular arasında olmak bizlere büyük bir keyif vermektedir' diyen SoCAT ekibinin kurucu öğretim üyesi, Alzheimer projesinin yürütücüsü Psikiyatri Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Saffet Gönül ile hem bu gizemli yolculuğu, bu yolculuğun hangi menzile doğru gittiğini konuştuk; hem de kimlerin daha çok risk taşıdığını, Alzheimer riski/korkusu olanların bu projeye nasıl katkı koyabileceklerini ve daha pek çok soruyu…

Karşımdaki tanıdığım/sevdiğim/güvendiğim bir bilim adamı olunca; cevaplar kıvrak ve anlaşılabilir cümlelerle 'ürkütmeyen' tınılarla alınınca… Bu can yakıcı hastalıkla ilgili söyleşi de hayli uzun oldu. Unutmanıza fırsat vermeden, ardı ardına iki bölümde yayınlanacağını, son bölümünde de kendi şahsi deneyimimi/teşhisimi paylaşacağımı belirterek, başlıyorum bu gizemli yolculuğa...

GÖNÜL SOYOÐUL: Bilim beynimizi ne kadar tanıyor, beynin ne kadarına vakıfsınız?

ALİ SAFFET GÖNÜL: 2000 yılı öncesinde bilimin beyne hakimiyeti çok daha azdı. Yapısını biliyorduk, hücresel yapısını inceliyorduk. İşlevselliği hakkında fikrimiz vardı ama çok ayrıntısını bilmiyorduk. 90'lı yıllarda işlevsel MR dediğimiz biraz da 80'li yılların sonunda PET dediğimiz görüntülüme sistemleri gelişince 2000'li yıllarda bir bilgi patlaması oldu beyinle ilgili. 80'li 90'lı yıllarda bildiğimiz pek çok bilgi doğrulandı ya da yanlışlandı ve 2014'ten itibaren de yepyeni beyin modelleri üzerine bir sistem başladı. Hızla bilgimiz artıyor. Vücudun her organından daha fazla şey öğreniyoruz beyin hakkında.

-'Beynin ancak yüzde 10'unu ya da 20'sini çözebildik' deniliyor. Var mı bir oranı?

PROF. DR. GÖNÜL: O bilgi yanlış. Onu ilk söyleyeni kimse bilmiyor ama bu potansiyeli anlamında. Yoksa insanlar beynin her an her yerini kullanıyor. Bazı anlarda bazı yerleri daha fazla kullanıyor bazı yerlerini biraz daha az kullanıyor. Bu da milisaniyeler içinde değişiyor. 'Beynimin hiç kullanmadığım bir bölgesi var ya da sessiz bir bölgesi var' dememiz mümkün değil. Aktivasyonları yani kullanım zamanları değişmesine rağmen beyninizin aşağı yukarı her alanını gerekli oldukça kullanıyorsunuz. Zaten vücudun şeker kullanımının yüzde 40'ı beyin tarafında. Yani en fazla enerji tüketen organ. En fazla ısınan organı aynı zamanda. Beynimizin her alanını kullanıyoruz ve kullanma alanlarımız değişiyor. İlginçtir ki beynimizin önemli bir kısmını iş yaparken değil hayal ederken, dinlenirken veya bir sanatçının bir şeyleri yaratması sırasında kullanıyoruz. Standart bir işe odaklanıp yaptığımızdan daha fazlasını serbest düşünme sırasında harcıyoruz. Şu sıra en çok çalıştığımız şeylerden bir tanesi de bu.

-Beynin gizemi ne kadar çözüldü, yüzde verebilir misiniz?

PROF. DR. GÖNÜL: (gülümseyerek) Gönül hanım biz beynin nasıl çalıştığını her öğrendiğimizde zihnimizde bir açılma hissediyoruz! İkincisi, tamam öğrendik dediğimizde sistemi biraz daha anladığımızda, anlıyoruz ki üstte bir sistem daha var. Sistemlerin çalışması hakkında daha fazla şey öğreniyoruz. Ve özellikle bilinç, bilinçlilik düzeyi, bilinçle iş yönetme kısmı… Yani şöyle düşünün, beynin çalışma sürecinde teker teker topladığınızdan daha fazla iş yapıyor. Parçalardan daha büyük iş yapan bir organ. Hatta geometrik olarak artıyor. Dolayısıyla, evet gitgide beyni daha iyi anlıyoruz, bütün gizemini çözmüş değiliz. Belki her seferinde bu kadar büyük adımlarla çözmeyeceğiz daha farklı boyutlarını çözeceğiz. Belki bildiğimiz bazı şeylerin yanlış olduğunu anlayacağız ama hali hazırda benim için büyük bir heyecanla çözmeye devam ediyoruz.

-'Şu an aşağı yukarı bütün organlarla ilgili daha fazla bilgi/veri var' diye düşünüyorum. En bilinmezi beyin mi? Bir nevi Mars yani…

PROF. DR. GÖNÜL: Evet çok doğru. Çünkü kalbin nasıl çalıştığını biliyoruz. Yapayını yapabiliyoruz. Yapay eklemler bulabiliyoruz. Hatta yapay kan, kıkırdak… Yapay organ üzerinde çalışıyoruz ama beynin modellenmesinde daha bir sıra hücre, korteks kısmında bir sıra hücrenin ancak modellenmesi başarılırdı. 10 trilyon hücre var. Bu kadar büyük bir sistemi hali hazırda modellemek çok mümkün değil. Ama anlamıyoruz değil. Bazı şeyleri anlıyoruz. Siz de uzun süredir kedi besliyorsunuz, kedilerin davranışlarını anlıyorsunuz, yapabileceklerini görüyorsunuz. 'Hadi bir tane yap' deseler yapabilmek mümkün değil. Dolayısıyla, evet bazı şeyleri anlıyoruz ama modellemesine daha var.

-Vücudumuzdaki tüm organların ayrı ayrı önemi var ama bir anlamda bu beyni vücudun efendisi mi yapıyor?

PROF. DR. GÖNÜL: Nispeten efendisi yapıyor. Ama beyin enteresan şekilde çalışıyor. Beyin tek başına çalışmıyor, vücudundan durmadan geribildirim alıyor. En son Las Vegas'ta büyük bir yayın organizasyonuna davet edildik, gittik. Orada bize 3 boyutlu gözlüklerle sanal gerçeklik demo gösterimi yaptılar. Bana ayaktayken taktılar, düştüm. Çünkü ayağınızı göremediğiniz için beyninizin oryantasyonu bozuluyor. Bunu oturarak yapmak lazım. Sadece beyni alıp başka yere koymak, beynin hayatta kalması ya da ona uyum sağlaması anlamına gelen bir şey değil. Beynin kola da ihtiyacı var, göze de ihtiyacı var, mideye de ihtiyacı var. Sanal gerçeklik gitgide artan bir şey. Vücudunuz olmadan oradaymışsınız gibi oluyor ama hali hazırda onunla ilgili de adımlar atılıyor. Mesela ilginçtir, beyni biz doktorlardan fazla bu alanda çalışanlar, Bilişim alanında olanlar inceliyor.

-Bilinmezlikleri çok olan bu organla ilgili hastalıklar neler? Bu kadar bilinmezlik arasında teşhis ve tedaviler nasıl mümkün olabiliyor?

PROF. DR. GÖNÜL: İki çeşit hastalığı var. Birisi biraz daha kaba hastalıklar. Mesela damar tıkanmış, inme gibi. Belirli alanlardaki beyaz madde dediğimiz bir yağ maddesinin azalması gibi. O zaman beyni elinize aldığınızda, kişi vefat ettikten sonra açıkça o hasarları görüyorsunuz. Bununla genel anlamda nöroloji ilgileniyor. Ama biz psikiyatristler, beynin çalışmasıyla ilgili sistemlerdeki problemlerle ilgileniyoruz. Arabanın motoru var, karbüratörü var gazı var vs. ama performans bir türlü yükselemiyor. Psikiyatri bununla ilgileniyor. İnce işlevsel hatalar oluyor ve bir anda geleceği olumsuz görmemize neden oluyor. Hepimiz yaşadığımız ortama bakıp olumlu ve olumsuz muhakemesi/yargısı yaparken sistemde öyle bir problem oluyor ki, gelecek size hep olumsuz gözüküyor. İşte depresyon diyoruz. Hepimiz kendimizi zaman zaman suçlarız yanlış yaptığımız işler için ama öyle oluyor ki bundan dolayı büyük suçluluk duyuyorsunuz, o zaman da intihara kadar giden bir yol oluyor. Ya da şizofrenide gördüğümüz halüsinasyonlar. Hepimizin iç sesi vardır düşünürüz ama bu sesin bize ait olduğunu anlayan sistem devreden çıkarsa, ses dışarıdan geliyor. O zaman da halüsinasyon diyoruz. Herkes bir başkasının bakış ve davranışından etkilenebilir ya da düşmanca olup olmadığına bakar. Bir kez bunu ayırt edemez hale gelirseniz o zaman da herkesi düşman olarak görüyorsunuz. Ama bu kişilerin beynini açıp, MR'da bakayım dediğinizde normal gözle bir şey yakalamanız neredeyse mümkün değil.

-Buradan Alzheimer'a geleceğim. Alzheimer niçin psikiyatrinin konusu oldu? Sadece psikiyatri de değil. İçinde çeşitli bilim dalları da var ve birlikte çalışıyorsunuz. Psikiyatrinin de konusu olması neden?

PROF. DR. GÖNÜL: Bu enteresan bir durum. Alzheimer tanısını patolojik olarak koyan kişi Alois Alzheimer, bir psikiyatrist. Psikiyatrinin hep konusuydu, çünkü insanlar bunuyorlardı ve o dönemde şizofreni de 'erken bunama' olarak yorumlanıyordu. Ve sonuç olarak da insanlar bunama, unutkanlık, davranış problemleri yaşayanları getirip o zamanki tımarhanelere koyuyorlardı ve biz psikiyatristler de onlarla ilgileniyorduk. Nörologlar da daha çok dejeneratif yani gözle görülebilir işleri, inmeden tutun, MS, frengi gibi hastalıklarla ilgileniyorlardı. Zaman içinde çok uzun bir süre nörologlar da biz de ama o dönem nörologlarla psikiyatristler çok ayrı değil. Mesela Freud nörolog. Zaten ortada çok da bilgi yok. Nöropsikiyatr olunuyordu. 70'li yıllarda bu biraz daha ayrıldı. Zannediyorum 90'lı yıllara kadar hiç kimse bunama hastalarına çok fazla sahip çıkmadı. Bunun en önemli nedeni bir, yapacak bir şeyiniz yok. Yapacak bir şeyiniz olmadığı vakit hekim de çaresiz kalıyor. İki, hastalık kötü gittiği için doktorların da bu hastalığı takip etmesi çok keyifli olmuyor. Özellikle Reagan'da bu tanı konulduktan sonra, insanlar arasında popülarize olmasının nedeni bir Reagan. Üç, yaşlı nüfus artmaya başladı. Yaşlı nüfus artınca parası olan, emekliliklerine kadar para biriktirmiş insanların da bir şekilde hizmet alması söz konusu haline geldi. O yüzden de bir anda bu alana ilgi artmaya başladı. 90'lı yıllarda da ilaçlar ortaya çıkınca hem nöroloji hem de psikiyatri, ama dünyada da bizde de nöroloji ağırlıklı olarak bu alana gider.

Bir demansın başlangıcında depresyon veya benzeri yaşlılık dönemi depresyonları sık görülüyor, dolayısıyla hastalar bir defa psikiyatrik olarak geliyor. İki, demans sadece unutkanlıkla giden bir hastalık değil. Davranış problemlerine de yol açabilecek bir hastalık. O da psikiyatristleri ilgilendiriyor. Ama belki daha ilginci hasta yakınlarının yüzde 60 ila 70'inde depresyon görülüyor. Bunama hastasına bakmak çok zor olan bir şey. Bu da beraberinde aileye de destek olmanızı getiriyor. Bir hasta var ilaç veriyorsunuz… ondan sonra orta safhada problemler başlıyor, son safhada yatalak bir hastanız var. Bir dönem sonra biz hastayı bırakıyoruz, aileyle ilgilenmeye başlıyoruz. Yakınının agresif davranışları, uygun olmayan davranışları hastanın bozulmasına neden oluyor. Bu sebeple bana göre her alanda psikiyatriyi ilgilendiriyor. Ama hastaların çok ciddi dahili problemleri var. Geriatrik dahiliye bizimle yakın temas içinde. Yine ayırıcı teşhislerde zaman zaman nöroloji devreye giriyor. Özellikle biz Emre Kumral hocamızla beraber çalışıyoruz. Her alanı psikiyatriye giriyor ama psikiyatri de sınırlarını ve diğer branşlarla çalışma alanlarını iyi belirlemeli. Keza demans hastasını nöroloji de takip ediyor. O da ihtiyaç duyduğunda bizimle çalışıyor.

- Demans ve Alzheimer, kafa karıştırıyor. Demans ile Alzheimer arasında fark var mı ya da ikisi de aynı şey mi?

PROF. DR. GÖNÜL: Demans dediğimiz şey ,kişinin o ana kadarki özellikle bilişsel yani zihinsel fonksiyonlarında kayba uğraması. Bu pek çok alanda olabilir. Alzheimer dediğimiz şey demansın içinde ama hastalık önemli ölçüde bellek, hafıza problemleriyle giden bir formu. En sık Alzheimer görüldüğü için, diğerlerine göre daha popüler. Yani bir kişi Alzheimer tanısını aldıysa bu onun demansının olduğunu gösterir ama her demans Alzheimer değildir.

Alzheimer'in en sık görüldüğü yaş konusunda kayıtlarda 60 yaş da var, 65 yaş ve üstü de. Bu doğru mu? Bugüne kadar bilinen en genç hasta kaç yaşında?

PROF. DR. GÖNÜL: 65 yaşın üstünde yüzde 5'tir görülme oranı. 80 yaşın üstünde yüzde 20'dir. Yani yaşla beraber risk artıyor. Ama 60 yaşa inerseniz yüzde 2'ye düşer. 40'lı yaşlarda da Alzheimer tanısını alanlar var. Benim bildiğim en genç Alzheimer hastası 15 yaşında, Amerika'da. Alzheimer tanısını biz patolojik yani beyindeki değişikliklere göre koyuyoruz. Halbuki Alzheimer'ın kendi iç, ufak formları var. Yani benzer değişiklik, benzer belirtiler yapıyor ama belki bunları ileride ayıracağız. Alzheimer değil de başka bir hastalık adını vereceğiz. Yani şu anda bundan tam olarak emin değiliz. Down sendromlu çocukların beyinlerindeki değişiklikler Alzheimer'la oldukça yakındır. Yani evet, çok genç yaşlarda görülüyor ama bu çok ender olan bir şey. Bizim asıl gördüğümüz 65 yaş ve sonrası. Ancak 65 yaş öncesi görülen bir de erken başlangıçlı formu var. Bu da daha agresif gidiyor. Diğer hastalık 8-10 senede yatalak hale getiriyorsa 65 yaş öncesi 3 ila 5 senede hastayı maalesef sona doğru götürüyor. Yaş ne kadar erken başlarsa, o kadar kötü. Birisi 80 yaşında Alzheimer olunca çok endişe etmiyorsunuz ama 55'inde bunu görüyorsanız o zaman elinizdeki her şeyle tedaviye yöneliyorsunuz.

-Genç/yaşlı o kadar çok unutkan var ki… Kapının önüne çıkıyor 'ben nereye gidecektim?' diyor 35 yaşında genç bir arkadaş. Eşyalarını kaybetmek/unutmak, gençler arasında sıradan… Bu unutkanlık korkutmalı mı insanları? Ne zaman korkmalıyız? Her unutkanlık Alzheimer olacağımızı gösterir mi?

PROF. DR. GÖNÜL: Normalin çok üstünde beynimizin işlevlerini kullanmayı arzu ediyoruz. Bir defa hepimiz belirli işleri zihnimizde tutmaya çalışıyoruz. Eve alınacak bir şeyi, eşimize alınacak bir şeyi, arkadaşımızla ilgili bir şeyi not almadıkça beynimizin bir bölgesi bunlarla meşgul olmak zorunda ki unutmayasınız. Bir kişi bir anda 5-7 maddeyi hatırlayabilir. Siz bundan fazlasıyla beyninize yüklendiğinizde belli şeyleri o da eliyor. Ya da aklınızdaki belirli sıkıntılar, sizin dikkatinizin toplanmasına engel oluyor. Bütün bunlar olduğu için de unutkanlığı yaygın olarak görüyoruz. Zaten biz ilk Alzheimer projesine başladığımızda 'riskli kişiler arıyoruz' dediğimizde gelenlerin yüzde 60-70'inin gerçek unutkanlığı yoktu. Ama herkesin kendinden performans beklentisi o kadar yüksek ki… Bir de yaşadığımız dünyada diyorlar ki 'daha iyisini yapabilirsin'. Herkes çoklu iş yapmak istiyor. Ben hem hekimlikten anlayayım, hem mühendislikten anlayayım, hem siyasetten anlayayım deniliyor. Halbuki çok işle ilgilenirseniz dikkatiniz dağılır ve hata yapma payınız yükselir. Bunun dışında başka problemler de var. Uyku azlığı, az spor, yenilen yemeklerin cinsinin hepsi etkili. Bir miktar alkol ama sigara çok önemli. Gerçi sigaranın Alzheimer için koruyucu etkisinden bahsedilir az da olsa. Sigaradan çok, sigaranın içindeki nikotinle ilgili bir şey bu. Dolayısıyla bugünkü hayat sizden çok şey istiyor. Dolayısıyla bu unutkanlık değil, dikkat dağınıklığı.

-Peki endişe etmemizi gerektiren unutkanlık ne?

PROF. DR. GÖNÜL: Her zaman yaptığınızın altına düşmeye başlıyorsanız, yani diyelim ki arkadaşlarınızla okey oynuyorsunuz. Ayşe hanım, Fatma hanım, Hatice hanım ve siz varsınız. Her oyunda sırayla kazanırsınız genel olarak. Ne zaman ki o sene siz kazanamıyorsanız, hep onlar kazanmaya başlıyorsa, arkadaşlarınız size 'Gönül, dikkatin iyi değil' demeye başlıyorsa her zamanki performansınızdan bir düşüklük söz konusuyla, o zaman bir düşünmek gerekiyor. Uykusuz olmayı, depresyonda olmayı dışlıyorum. Sizin performansınız düşüyorsa o zaman bir düşünmek lazım. Bu arada parayı bulamıyorsunuz ya da muhasebeci bir iş yapıyor. O işle ilgili evrakları unutmazken unutmaya başlıyor ve çevre de bunu söylüyorsa, o zaman tekrar düşünmekte fayda var.

-Ailesinde Alzheimer olan insanlar daha fazla mı risk altında?

PROF. DR. GÖNÜL: Belirli genler var. O genlerin taşıyıcıları risk altında. Şu anda dünyanın değişik yerlerinde gen ölçümleri yapılıyor. Belirli genleri taşımak da riskleri azaltıyor. Ancak bunlar tek başına belirleyici değil. Bunun dışında, tekrarlayan kafa travmaları, boksörler ya da benzeri işlerle uğraşan kişiler için bunlar riski artıran faktörler. Koruyucu faktörler ise spor, beynini aktif kullanan insanlarda işte bulmaca hikayesi buradan geliyor. Ama İstanbul Tıp'tan bir hocamızın güzel bir lafı var, 'adam habire aynı bulmacayı çözüyor. Bir müddet sonra cevapları biliyor, artık onun bir faydası olmaz' diyor. Sürekli zihnini kullanan insanlarda bunu daha az görüyoruz. Alzheimer'ı bu grupta daha az görüyor olmamız beyin potansiyellerinin baştan yüksek olmasıyla da alakalı olabilir. Baştan kötü olan kişilerde daha erken belirtileri görüyoruz. Bir grup var, çok zeki çok becerikli insanlar. Biraz düşüyor ama yaşıtlarına baktığınızda halen daha iyi ya da yaşıtları kadar iyi. Ama üstten düşmüş oluyor. Mesela bu da bizim için bir uyarıcı. Eğer bir adam çok iyiyken düşmeye başladıysa, bizim için bu uyarı demektir. Genelde bizim kabul ettiğimiz şey kişinin yaşla beraber zihinsel işlevlerinde yavaşlama olması. Gençlerde zihinsel olarak düşmesini beklediğimiz bir şey değil. 'Yaşlandı anlamaz' diye bir şey yok. Zaten sağlıklı yaşlanma dediğimiz şey bu. Performansta belirli bir düşüklük beklemiyoruz, yavaşlama görüyoruz yaşlı insanlarda. Yaşlı insan dediğim de 65'in üstü. Dolayısıyla performans hızın dışında düşmeye başladıysa bizim için uyarı. Ama şunu da görüyoruz, riskliyse ufak ufak belirtileri 40'lı yaşlardan itibaren görmeye başlıyoruz. Beynin diğer bölgeleri hasarlı bölgeleri telafi ediyor ve kişinin işleyişine 60-65'e kadar yansımıyor. Alzheimerlı bir kişinin beyni 30'lu yaşlarda değişmeye başlamış oluyor ama uzunca bir süre kalan sistem diğerini telafi ediyor ve biz klinik olarak bunu geç bir yaşta görüyoruz.

-Alzheimer tamamen çözülmüş, teşhisi ve tedavisi tam bulunmuş bir hastalık değil ya… Bu da varsayımları yaygınlaştırıyor. Mesela, çok sıkıntılı, geçmişlerinde unutmak istedikleri çok yoğun acısı olan insanların Alzheimer'a daha fazla yakalandıkları söyleniyor. Bu beynin oyunu mu? İnsan unutmak mı istiyor?

PROF. DR. GÖNÜL: Kısa cevap hayır. Depresyonu tekrar tekrar yaşayanlarda Alzheimer'ı daha çok görüyoruz. Bir teori, depresyon beyne zarar veren toksik bir tablodur. Dolayısıyla beyin zaman içinde hasar görüyor ve bu sebeple de daha kolay Alzheimer oluyor. Ancak bizim çalışmalarımızda özellikle depresyonla ilgili çalışmalarımızda gördüğümüz şey şu, gerçek depresyon beynin belirli işlevlerini iyi yapamaması. Ve bu işlevleri iyi yapamamasının bir nedeni de Alzheimer'la ilgili sürecin başlamış olması. Dolayısıyla sıkıntısı ve bunaltısı ya depresyondan ya da günlük hayat problemlerini çözebilme yeteneklerinin yetersiz olmasından dolayı diğer insanlardan daha fazla sıkıntı çeken bu grup, ileride daha fazla Alzheimer oluyor. Çünkü beynin bir problem çözme kapasitesi var. Eğer siz onu iyi kullanamazsanız, uyduruyorum yanlış evlilik yapıyorsunuz, yanlış işlere giriyorsunuz ve sıkıntılar yaşıyorsunuz. Problem çözemiyorsunuz ve 'kader beni böyle yaptı' diyorsunuz. Sonra dönüyorsunuz, aradan yıllar geçiyor 65 yaşında 'Aaa o kişi Alzheimer olmuş. Çok da sıkıntı çekti' deniliyor. Halbuki sıkıntı çekmesinin nedeni baştan potansiyeli iyi değildi. İnsanları sınıflamaya çalışmıyoruz ama yine de böyle bir şey var geriye dönüp baktığımızda.

-Depresyonun beyinde yarattığı hasarlar diyorsunuz. Manik depresif hastaları sürekli depresyona giriyor. Onların hepsi Alzheimer adayları mı oluyor bu durumda?

PROF. DR. GÖNÜL: Bipolar hastalarda daha sık Alzheimer gözükmüyor. Çünkü lityum Alzheimer'a karşı iyi bir ilaç. Bipolarla depresyon benzer tarafları olmasına rağmen biyolojik anlamda, beyindeki değişiklikler olarak oldukça farklı.

-Tedavi edilmiş ya da teşhis konulup tedavi edilmiş depresyonlar Alzheimer'a karşı koruyucu olabilirken, teşhis konmayıp ilaç almadan hayatını devam ettiren insanlar da var. Onlar risk altında mı peki?

PROF. DR. GÖNÜL: Sadece tekrarlayan depresyonlar var. Bu insanlar ileride Alzheimer olacak diye bir şey yok. Ama ilaç almış her şeyi düzelmiş ve depresyon atakları çok azalmış bir insana göre diğerinin riski biraz daha fazla gözüküyor bugünkü bilgilerle.

-Bu projeyle ilgili olarak ben gönüllü olacağımı söylediğimde, 'deli misin, öğrenip ne yapacaksın? Diyelim Alzheimer olacağını öğrendin, korku içinde yaşayacaksın' dediler. Hastalığı erken evrede teşhis etmek, Alzheimer olacağını örneğin 30'lu yaşlarda öğrenmek ne fayda sağlayacak? Hayatımızı kabusa mı çevirir yoksa bizi bir kabustan kurtarır mı? SoCAT Projesi'nden bahsedelim. Kaç yılında başladı? Şu anda hangi evredesiniz?

PROF. DR. GÖNÜL: 2010 yılında Fatma arkadaşımız, tez konusu olarak erken Alzheimer'ı almıştı. Beyin görüntülerini inceleyelim arzusundaydık ama bu bizi tatmin etmedi. Ve o dönemde bu alanda yapay zeka kullanımı yavaş yavaş ilerlerken biz de bu alana girdik. Ve ilk defa yapay zeka kullanarak erken Alzheimer'ı yapısal fonksiyonlardan ayırt edebilir miyiz diye düşündük.

-Yapay zeka kullanımı ne demek?

PROF. DR. GÖNÜL: Beynin nasıl öğrendiğini biliyoruz. Bunu da bilgisayara aktarabilmemiz mümkün. Bilgisayara da yeni bir şey öğretebiliyoruz. Bunun belirli formülleri var. Bilgisayara 'bak bu normal bir beyin' diyoruz, onu inceliyor. 'Bu da Alzheimerlı bir beyin diyoruz' sonra aradaki farklara bakıyoruz. Ama bir tane görmesi yetmez. Okuma yazmayı öğrenmek gibi. Bir tane daha, bir tane daha görüyor. Böylece bir seri görüyor. Ve ondan sonra 'bunların arasındaki farklar bunlar' diyor. Ve bizim gözlerimizle göremeyeceğimiz küçük farkları görüyor ve onun üstüne bir görüntü gösteriyoruz. Öyle başladı. Sonra da bilgisayarı sınav yaptık. Yüzde 80 oranında tanıdı. Bir defa bu sistemin çalışması önemli. İkincisi de erken Alzheimer'ı belirtilerinden ancak çok iyi uzmanlar ayırt edebiliyor ve MR'da çok kolay tanı konmuyor. Halbuki herhangi biri Türkiye'nin herhangi bir yerinde eğer bu yapay zeka sistemi varsa, bunu MR'da, doktor bakıp ona bir yüzde ihtimaliyle gelebilir. Dolayısıyla öyle çok da uzmana ihtiyaç olmadan basit ve ucuz olarak erken tanıyı sağlıyorsunuz bu sistemde.

-Erken tanı neden önemli?

PROF. DR. GÖNÜL: Çünkü şu anda elimizde kesin tedavi edici ilaçlar yok ancak hayat kalitesini uzunca artıracak ilaçlar var. Eğer erkenden bu ilaçlara başlarsanız. o dönemi çok daha kaliteli ve uzun yaşayacak insanlar. Halbuki MR'da ilk belirtilerde bozulmayı görmek için belki birkaç sene daha beklemek zorunda doktor. Böylece Alzheimer mı, değil mi, ilaç vereyim mi diye düşünerek birkaç sene kaybetmiş olacak. Bu projenin önemi o zaman buydu. Ve gerçekten de dünyadaki önemli sonuçlardan biriydi. Sonrasında bu alanda bir patlama yaşandı. İki sebebi var. Bir tanesi, yapay zeka çok gelişmeye başladı her alanda. İkincisi de beyin görüntülerine ulaşmak çok daha kolay oldu. Biz bu dönemde yapısal görüntüleme yani standart MR'la yüzde 80'i geçemedik. Biz geçemedik ama başkaları da geçemedi. Ancak o kadar. Bunun üzerine farklı bir yol düşündük. Kardiyologlar nasıl riskli hastalarını biraz strese sokuyor, yürütüyorlar, koşturuyorlar sonra da bakıyorlar ki 'seni zorlayınca kalbin zorlanıyor' diyorlar. Biz de aynısını Alzheimer için düşündük. Çünkü erken dönemde insanların performansları çok düşmüyor. Hastalık 30'lu 35'li yaşlarda beyni değiştiriyor ama performansları düşmüyor. Biz de onun üzerine insanları belleklerini strese sokmaya karar verdik. Ve onlara sizin de girdiğiniz bir sistem kurduk ve beyinlerinin o işlevlerinin ne kadarlık performansını kullanarak, 'sonuç iyi ama ne kadar bir performansla bunu yapıyor', onu test etmeye başladık. Yapay zeka şimdi kimin beyninin ne kadarını zorladığını öğrenmeye başladı. Proje bu. MR'ın içinde insanların beyinlerini işlevsel olarak zorluyoruz ve beyin ne kadar aktivasyonla başarıya ulaşıyorsa, o kişinin riskinin arttığını görüyoruz.

* Fotoğraflar: Can KAPLAN

YARIN: DENEKLER NASIL SEÇİLİYOR, NASIL BAŞVURACAKSINIZ?

KADINLAR NEDEN DAHA RİSKLİ?

İZMİR'DE KAÇ ALZHEIMER HASTASI VAR

HANGİSİ DAHA İYİ, HASTALIK RİSKİNİN OLUP OLMADIÐINI BİLMEK Mİ, BİLMEMEK Mİ?