Yazar ve Siyaset Bilimci Elfin Tataroğlu, yazarımız İhsan Özbelge Özduran'ın sorularını yanıtladı.

İnsanı tüm güzelliklere hasret bırakan pandemi illetinin, dostlarla araya mesafeler koymasının üzerinden neredeyse bir yıla yakın bir zaman geçti… Yeni normal dediğimiz düzende bir dost selamı almak, satır aralarından muhabbet tadındaki bir seslenişi duymak ve okuyucularımıza duyurmak istedim...

İzmir'in sevgili kızı Elfin Tataroğlu ile; siyasetten tarıma, kadın haklarından ekonomiye kadar pek çok şey vardı konuşulacak...

Muhabbete doyum olmazdı... Ne var ki; yürekten dökülenler bir röportaj sayfasına sığdığı kadardı… Cumhuriyet Türkiyesi'nin düşünen ve üreten güçlü kadınlarından; öğretim görevlisi, yazar Elfin Tataroğlu fikirleri ve düşünceleri ile 'Ege'de Son Söz'de…

***
Elfin Tataroğlu, bir çırpıda kendisini nasıl anlatır?

İzmirliyim... Sanıyorum ki, kendimi en çok ait hissettiğim kimliğim bu; İzmirlilik… Orta ve liseyi İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nde bitirdikten sonra üniversite için Ankara'ya Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Mimarlık Fakültesi'ne gittim. Çok yönlü bir gençtim. Bir yandan çizim ve resim kabiliyetim vardı, diğer taraftan çok araştırmacı, meraklı, sorgulayan bir yanım… Üniversitede iken sabahlara kadar teknik çizim yapar ardından ders çıkışı röportaja giderdim... Ege TV'nin Ankara Kültür Sanat muhabirliğini yaptım bir süre… Hatta İtalya'ya okumaya gittiğimde kameramı yanımda götürüp, kanal için program çekimleri yapmıştım. Bugün önemli bir tecrübe olarak görüyorum o süreci. Üniversite yıllarında gençlerin ilgi duyduğu alanlarda çalışmasının kariyer gelişiminde çok katkı sunduğunu düşünüyorum. Eşim Kadir Tataroğlu ile üniversiteye başladığımda tanıştım, mezun olduğumda evlendik. Aslında çocuktuk, birlikte büyüdük, diyebilirim… Evlilik ve mezuniyetten sonra yıllarca yapı sektöründe kurumsal firmalarda çalıştım, ardından işletme yönetimi alanında yüksek lisans ve doktora yeterliliği vermemle birlikte eş zamanlı olarak üniversitede ders vermeye de başladım... O gün bugündür teoriyle pratiği harmanlayarak İşletme Yönetimi Yüksek Lisans programlarında çeşitli sektörlerde çalışan ya da akademik kariyer düşünen öğrencilerle buluşuyoruz. Oğlum Efe Aslan tüm bu yolculukta bizimle birlikteydi… 24 yaşında anne oldum. O bizi büyüttü, biz onu büyüttük… Şimdi üniversiteye hazırlanıyor. Bu sırada yazmayı, araştırmayı hiç bırakmadım tabii... İzmir'de günlük gazete Gazetem Ege'de, Çeşme Güneşi'nde ve çeşitli internet portallarında köşe yazıları yazdım yıllarca... Hala zaman zaman Cumhuriyet Gazetesi için yazılar yazıyorum… Yazma ve araştırma merakı zamanla kitap araştırmalarına döndü ve ilk meyvesini, 2019 yılında Doç. Dr. Bahriye Üçok'un hayatını kaleme aldığım 'Bahriye: AydınlanmaYolunda Bir Ömür' ile verdi. Hali hazırda hem üniversitede ders vermeye, hem kitap çalışmalarına, hem de siyasi mücadeleye devam ediyorum…

'İZMİR GENÇLER İÇİN DE CAZİP KENT OLMALI…'

İzmir ve İzmirlilik üzerine neler söylersiniz?

İzmir bir tutkudur… İzmirlilik ise bir yaşam kültürü... İnsanın sürekli kendini geliştirmesine, kendini ve çevresini sorgulamasına, her daim yeniliklere açık olmasına, ortak yaşam kültürüne, çok sesliliğe, kardeşliğe, hoşgörüye açılmış tarihi bir han kapısıdır İzmir… Benim içinse nereye gidersem gideyim bir parçam olmuş karakterimdir, özgür ruhum… Cumhuriyet'e ve aydınlanmaya olan bağlılığımdır. Bu yüksek değerleri bana kazandıran ailem olduğu kadar doğup büyüdüğüm şehrin ruhudur da… Ben bu kültürü kuşaklar boyu yaşama şansına sahip olmuş bir insanım. Annem İzmir'in tarihi okullarından Atatürk Lisesi emeklisi İngilizce öğretmeni, hayatını sivil topluma adamış bir insan… Babam ise İzmir'in gecekondu semtinde maddi imkansızlıklar içinde doğup büyümüş, Basmane'de bisiklet montajı yapmış, minibüs şoförlüğü yaparak üniversite okumuş, kendi tırnaklarıyla Türkiye'nin ilk bisiklet firması Bisan bisikletlerinde hissedar ve genel müdürlüğe kadar yükselmiş bir İzmirli. Buna benzer çok yaşam öyküsüyle karşılaşırsınız İzmir'de... Türkiye'nin ilklerine imza atmış markaları vardır İzmir'in. Sadece babamın mahallesinden dahi imkansızlıklar içinden önemli iş insanları doğmuş, büyümüş, yetişmiştir… Şimdi aynı mahalledeki gençler böyle bir geleceği hayal edebiliyorlar mı? Böyle bir masalın kahramanı olarak kendilerini görebiliyorlar mı? Çok üzücü ama sanmıyorum… İzmir büyüleyici güzelliği, demokratik yaşamı, sivil toplumu kuvvetli yapısıyla sadece orta yaş ve üzeri için değil gençler için de cazip hale getirilmeli. Şehrim için dileğim budur…

SİYASETTE 'BENDENCİLİK – SENDENCİLİK' DUYGUSU…

Bir İzmir kızı olarak kadının aktif siyasetteki yerini nasıl değerlendirirsiniz?

Madem sorunuzun içinde yine İzmirlilik geçiyor o zaman buradan başlamak isterim; İzmir gibi kadın egemen bir kent siyasette hiç hak ettiği yoğunlukta temsil edilmiyor. Hem yerelde hem genelde kadın sayısı çok az… Seçim dönemi çalışan kadınlar, örgütün yükünü çeken kadınlar temsil aşamasına gelindiğinde görmezden gelinen yine kadınlar… Halbuki söz konusu liyakat olduğunda erkek siyasetçilerde aranmayan ölçüde yüksek liyakat aranan yine kadınlar… Partilerin içindeki erkek egemen klikleri, dar ekipleşmeleri, hizipleri aşamayan yine kadınlar… Siyasette eşit temsil adına sorunlar o kadar büyük ki bunları aşmak için sadece kadın dayanışması da yeterli değil, otoriteyi elinde tutan erkeklerin de bu konuda gönüllü olmaları gerekiyor. Ne yazık ki, söz konusu siyasette temsil yani adaylık olduğu vakit yüksek bir 'bendencilik, sendencilik duygusu' vücut buluyor. Bu duygunun yıkıcı etkileriyle nice nitelikli insan siyaset çemberinin dışına itiliyor... Bundan en çok etkilenen elbette yine kadınlar oluyor... Benim siyasi yolculuğum da böyle bir dışlanmışlıkla sekteye uğradı. Çok üzüldüm elbette ama vazgeçmedim… Yaşadığım her kırılma anını, siyasetin insanın var olduğu her platformda yapabileceği bir şey olduğu düşüncesiyle aştım… Kendime alanlar yaratmak için çabaladım, didimdim, çalıştım… Sözümü duyurmaya, fikrimi çoğaltmaya çalıştım… Sonunda gördüm ki, nerede olursanız olun mücadeleniz ve çalışma azminiz insanlar nezdinde karşılık buluyor. Yıkılmaz denen önyargıları dahi zamanla yıkıyorsunuz… Bunlar hep kişisel çabalar tabii, halbuki örgütlü çabaların, örgütlü toplumun daha güçlü olması ve siyasette baskı unsuru haline gelmesi lazım… Bireysel çözümler asla kalıcı ve onarıcı değil…

NEDEN SİYASET'İN TAM GÖBEÐİNDE DEÐİL?

Siyasi mütalaa ve değerlendirmeler içeren çalışmalar içindesiniz... Neden Siyaset'in tam göbeğinde değilsiniz?

Bu soru bana o kadar çok soruluyor ki… Hoşuma da gidiyor aslında, demek ki, bu kadar göz önünde olmama rağmen kendimden hiç bahsetmemişim. Buna hep çok yüksek özen gösterdim; kendimi soyutlayarak siyasi analiz yapmaya… Demek ki, başarmışım… Kendini merkeze alarak siyasi analiz yapan insanlar bende büyük rahatsızlık hissi oluşturuyor. Ben bireycilikten ziyade toplumcuyum… Bu sözleri şunun için söylüyorum; aslında ben siyasetin tam da içinden geliyorum. Cumhuriyet Halk Partisi'nde il delegeliğinden, kurultay delegeliğine, kadın kolları merkez yönetim kurulu üyeliğinden, parti meclisi üyeliğine, İzmir milletvekili adaylığından, kurultay divan yazman üyeliğine kadar birçok görevde bulundum. Bu görevlerin önemli bir kısmına da seçilerek geldim. Mesela Parti Meclisi'ne, kurultay delegeliğine… Bu süreçlerin bütünü siyaset okulunda pişmemi sağladı. Son altı yıl ise partide herhangi bir görevim olmadan geçirdiğim siyasi mücadele dönemi. Bu zaman zarfında siyasi mücadelenin görevi, unvanı, platformu olmadığını daha iyi anladım. Eğer ki, düşünceleriniz, ideolojik, politik hattınız, üslubunuz, karakteriniz toplumda karşılık buluyor ise sözünüz duyuluyor ve toplumsal meselelerde fikirleriniz etki alanı yaratabiliyor. Bu bir vatandaşlık sorumluluğu, aydın sorumluluğu benim için… Şimdi böyle bir süreçteyim… Kolay değil elbette… Göz önünde olmak her zaman tehdide açık olmayı da peşinden getiriyor. Korku duvarlarını aşmadan yapılacak iş değil… Yeniden aktif siyasete döner miyim? Yakın vadede sanmıyorum... Türkiye'de mevcut konjonktür beni çemberin dışına itti… Belki bir başka mevsimde…

Bir hayli ses getiren 'Bahriye: Aydınlanma Yolunda Bir Ömür 'adlı kitabınızın tiyatroya ya da sinemaya uyarlanmasının söz konusu olduğu bir proje var mı? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Değerli aydınımız, Türkiye'nin ilk kadın İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, ömrünü Atatürk ilke ve inkılaplarını halka doğru aktarmakla geçirmiş Doç. Dr. Bahriye Üçok'un hayatını kaleme aldığım kitap okurlardan büyük ilgi gördü. Gerçekten çok teşekkür ediyorum... Bu ilginin önemli bir sebebi öldürülüşünün üzerinden 30 sene geçmiş olmasına rağmen hayatının okurla hiç buluşmamış olması… Sanki bir sandığa kilitlenmiş anılar, önemli bir yaşam öyküsü yıllar sonra sandıktan çıktı, hem o dönemi yaşamış insanlara hem de Bahriye Hoca'yı neredeyse hiç tanımayan genç kuşaklara ulaştı. Kitabı okuyup etkilenenler arasından değerli yazar Tansu Bele de vardı. Ve kendisi bu kitabı tiyatro oyununa uyarlamak istediğini belirtti. Çok mutlu oldum… Kitap tiyatro oyununa uyarlandı. Araya kovid salgını girmeseydi sahnelenmesi planlanıyordu. Değerli oyuncu Gülsen Tuncer de Bahriye Hoca'yı canlandırabileceğini söylediğinde muazzam bir tablo oluşmuş oldu... Yaşam normale döndüğünde umudumuz bu projeyi hayata geçirmekten yana… İnşallah mümkün olur…

'İSTANBUL SÖZLEŞMESİ İKTİDARIN SORUMLULUÐUDUR!'

Kanayan yaramız, kadın cinayetleri ve İstanbul Sözleşmesi hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Kadın cinayetleri; kara bir haber düştüğünde herkesin birlikte ağladığı, kınadığı ama söz konusu önüne geçecek yasaları uygulamak oldu mu sadece belirli bir kesimin mücadelesini verdiği kanayan bir yaradır. İstanbul Sözleşmesi ise bu yaraya merhem olabilecek, kadınları ve çocukları şiddetten koruyabilecek, şiddeti kovuşturup önleyebilecek, şiddet mağduruna destek politikaları oluşturabilecek yaptırım gücü olan, bağlayıcı bir sözleşmedir. Üstelik bu alanda bir ilk olma niteliğini de taşıyor… Sözleşmenin en önemli yanlarında biri de taraf ülkeler tarafından Avrupa Konseyi bünyesinde 'Kadına Yönelik ve Aile İçi Şiddete KarşıMücadelede Uzmanlar Grubu' (GREVIO) adı altında biz izleme, denetleme mekanizması oluşturmuş olması. GREVIO içinde 10 ila 15 uzmanın yer aldığı, taraf devletler hakkında denetimraporları hazırlayan, önerilerde bulunan, önerilerin yerine getirilip getirilmediğini takip eden bir izleme kurulu. Bu kurulun ilk başkanlığını da Türkiye'den aday gösterilen Prof. Dr. Feride Acar yaptı. Sözleşmenin İstanbul'da imzaya açılmış olması, ilk başkanının Türk olması ve hatta 2011'de yani Ak Parti döneminde imzalanmış olması dahi Türkiye tarafından sahiplenmesi gerektiğini ispatlıyor. Aksi düşünülebilir mi? Öncülük ettiğimiz sözleşmeden çekilmeyi düşünmek aslında tartışma konusu dahi olmamalı… Peki o zaman neden siyasetin tartışma konusu oluyor? Türkiye'de sembol olmuş Ayşe Paşalı, Güldünya, Özgecan cinayetlerinin etkisi hala hafızalarımızdayken bu yaptırımlardan vazgeçmek mümkün mü? İşte tam bu noktada sivil toplum, kadın örgütleri iktidarın yapması gerekenleri yüksek sesle söylüyor. Bu sözleşmeye sahip çıkmak iktidarın sorumluluğudur. Aksi düşünülemez…

Dünyanın gündemine oturan Pandemi ile birlikte tarım sektörüne ilginin artması hususunda görüşleriniz nelerdir?

Covid'in ülkelerle ilk buluşması çok travmatik oldu.Önce bir şaşkınlık hali ardından meselenin önemini anlayıp sınırları kapatmalar, uçuşları sonlandırmalar, yenibir dünya düzenini de peşinden getirdi. Ülkeler kısa süreliğine de olsa özkaynaklarıyla ayakta durmanın sınavını verdi. Hiç unutmuyorum; ülkemizde 11 Mart'ta ilk vaka görülmüştü, o anda bir kanalda canlı yayındaydım, çok değil 4 gün sonra makarna üreticilerinden 'kimse korkmasın Türkiye'yi makarnaya boğarız' açıklaması geldi. Bu aslında çoklu travmanın bir yansımasıydı… Peki sadece makarnayla sorunumuz çözülecek miydi? Elbette hayır. Pandemiyle oluşan kendine yeterlilik korkusunu gıda arzını güvence altına alarak aşmak neredeyse tüm ülkelerin gündemine oturdu.Tarımda ihracatçı durumundaki ülkeler kendi iç yeterliliklerini sağlamak için kısıtlamalara gittiler… Bu da ithal ürüne bağlı ülkeleri yeniden arayışa sürükledi: artık ya yerli üretim yapılacaktı ya da yeni ithalat kanalları oluşturulacaktı. Elbette ilkini seçmek kalıcı çözüm olduğu için ülkeler geleneksel gıdayı özendirme, tarım ürünlerinde arzın devamlılığını sağlayacak yöntemlerin peşine düştüler.

'TARLA İLE PAZAR ARASINDAKİ UÇURUMUN NEDENİ…'

Korona ile birlikte tarla ile pazar arasındaki uçurumun açıldığı konusunda neler söylemek istersiniz?

Elbette bu konuda en doğru bilgi konunun uzmanlarında… Ben belki süreçlerin yönetimi ve uygulanan politikalar açısından değerlendirebilirim…Üretim, tedarik ve lojistik süreçlerinde maliyetlerin artması, değer zincirinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor. Hemen her sektör için önem arz eden bu analiz tarım açısından baktığımızda nakliye, ambalajlama ve depolama maliyetlerinin desteklenmesi ihtiyacını ortaya koyabilir. Ayrıca kooperatifler ve üretici birlikleri de bu noktada desteklenmeli… En önemli unsur gıdada dışa bağımlılık azaltılmalı… Tarım alanları gitgide daralıyor, Erken cumhuriyet dönemindeki gibi tarım seferberliği başlatılmalı, çiftçi desteklenmeli, üretim maliyetleri düşürülmeli, üretimin devamlılığı sağlanmalı, traktör tekeri dönmeli, tarla sürülmeli… Ayrıca devlet tarladan mahsülün çıktıktan sonraki halkaları denetlemeli ve regüle etmeli…

Çarşıda-pazarda ithal tarım ürünleri tezgahları doldurdu… Milli tarım ekonomisi ve çaresiz çiftçiler için neler yapılmalı?

Türkiye bir tarım ülkesi… Hepimiz çocukluğumuzdan itibaren bu öğretiyle büyüdük. Gelin görün ki, bu tarım ülkesi mısırı, buğdayı, ayçiçeğini, patatesi, kuru soğanı ithal eder oldu. Soru şu aslında: Covid salgını bu gidişatın değişmesini sağlayacak mı? Mecbur sağlayacak... Başka şekilde ayakta kalmamız mümkün değil çünkü… Sadece Türkiye'nin değil tüm dünya ülkelerinin Covid sürecinden önemli gündem maddesi gıdada kendi yeterliliklerini sağlamak oldu. Salgının yarattığı ekonomik kriz birçok sektörü daralmaya götürürken tarım sektörü bundan etkilenmedi. Bunun en temel nedenlerinden biri talep esnekliğinin düşük olması, yani zorunlu mal statüsünde olması, ikamesi olmaması… Yani insanlık var olduğu sürece tarım var olacak, olmak zorunda… Bu Türkiye gibi ekime uygun arazi zengini bir ülke için bir avantaj aslında… Peki dezavantajımız nedir? Salgın ve doğal afet gibi olağanüstü dönemlerde ülkelerin tahıl ve bakliyat stokları çok önem arz eder. İşte bizim bu noktada dışa bağımlılığımız bir dezavantajdır. Bu da fiyat artışlarına neden olmaktadır. Tarımda çiftçiye destek olmak ve sürekliliği sağlayabilmek için uzun süreli stratejik planlamalar yapılmalı… Bu asla tam olarak içe kapanmak değil, muhakkak ki karşılıklı ticari ilişkiler kurulacak… İç yeterliliğimizi sağlayarak ve tam bağımlı olmadan…

Covid'le birlikte değişen dünyada bizi neler bekliyor? Salgın sürecinden sonra siyaset sahnesinde neler yaşanacak?

Şu anda ülkeler salgının sağlık ayağıyla ilgileniyor… Yani aşı, ilaç, tedavi, yoğun bakım ve ölüm oranlarını azaltma gibi… Aşılama belli bir orana ulaştığında mecburen salgının yarattığı ekonomik enkaza yönelecekler. Toplumdan yükselen yardım çığlığı da bunu mecbur kılacak. Ben siyasette yeni bir dönemin açılacağını düşünüyorum. 2020'ye kadar olan son çeyrek yüzyıl yüksek popülizm üzerinden ilerledi, bundan sonra böyle olmayacak… İşinin ehli siyasetçilerin, uzmanların, ekonomi kurmaylarının, bilgi çağı mühendislerinin kurtarıcı gibi görüleceği bir dönem açılacaktır. Sadece siyasetçiler için değil, işletmeler için de insan-doğa, işletme-doğa ilişkilerinin yeniden gözden geçirileceği ve hava kirliliğini önleyecek, küresel ısınmaya duyarlı işletmelerin yükselişe geçeceği bir dönem diyebiliriz. Yani aslında yeni yükselen değerleri bilgi, teknoloji ve ekolojinin içiçe olduğu bir küme olarak tanımlayabiliriz... Yaşanabilir bir dünya ve sürdürülebilir bir gelecek için çevre ve tarım politikaları yeniden şekillenmeli, insan ve ekosistem ilişkileri yeni bir boyut kazanmalıdır. Yoksa bu salgından bir ders alamamışız demektir... Bu salgından bir ders çıkaramazsak çok daha kötüsüne kapı aralarız…

'HER YAŞTAN İŞSİZLİK AİLE İÇİNDE HUZUR BIRAKMADI…'

Türkiye'de işsiz sayısı durmadan artıyor; nasıl yorumlarsınız?

İşsizlik üzerine yayınlanan rakamların bütünü, toplumda işsizliğin dolayısıyla hem yoksulluğun hem de yoksulluğun yarattığı sosyal travmaların arttığını gösteriyor. Özellikle genç işsizliği üzerine çok düşünülmesi ve disiplinler arası çalışılması gereken bir konu… Gençlere istihdam yaratmanın yollarını aramak, iş bulmada avantaj sağlamak, mesleki alanlarına uygun yerleştirme yapmak hususunda sorumluluk sadece özel sektöre bırakılmamalı, devlet de bunu güvence altına alacak çalışmalar yapmalı... Evde işsiz oturan genç bir evlada sahip aile için de bundan daha önemli hiçbir konu yoktur. Üniversitelerde birçok mesleki alan mezunlarının iş bulma, kadro bulma için verdiği mücadeleyi görüyoruz… Bizim gibi kamuoyunda tanınan insanları mesaj yağmuruna tutuyorlar, haklılar... Demek ki, genç istihdamı aynı zamanda yüksek öğrenim politikalarını da kapsayan bir süreç… Hangi meslek grubundan ne kadar mezun verilmeli ve bu meslek gruplarına yönelik ihtiyaçların doğru çerçevelenmesi gerekmektedir. Salgın esnafları, küçük ve orta ölçekli işletmeleri, hizmet sektörünü zaten fazlasıyla etkiledi… Bir de her yıl artan genç işsizliğini bunun üzerine eklediğinizde aynı haneden hem baba, hem kızı ya da oğlu hem de işsizlik verilerine göre anne de etkilenmektedir. Bu mesele hane içi huzursuzluğa, öfkeye, travmalara da yol açmaktadır. Önümüzdeki günler bu konularda çok detaylı çalışmaların zaruri olduğunu bize gösteriyor…

Yaşadığımız gerilimli dönem dalgalı deniz gibi... Kulaç atmaktan yorulduk, boğuluyoruz desem; bu cümlemi nasıl tamamlarsınız?

Biraz daha gayret, kara görünüyor; derim…