Tam da seçime giderken 2 Haziran günü Ali Ekber Yıldırım dostumun tavuk üreticileri ile ilgili haberini okumuştum, o günlerde yazsam 'Ramazan Davulcusunun Islığı' gibi bir şey olacaktı, ama unutmadım. Ali Ekber, Genetiği değiştirilmiş (GDO) 14 mısır, 9 soya, 10 pamuk ve 4 kolza (kanola) geninin ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu'na başvurulduğunu yazmıştı. Kurul,izin verirse Türkiye'ye yem amaçlı ithal edilen genetiği değiştirilmiş ürün sayısı 56'ya ulaşacaktı… Yıldırım, 'Fikri Takip' yapıyor, haberini 16 Haziran'da geliştirdi. Merak ediyorsanız Dünya Gazetesi'nin web sayfasında ve Tarım Dünyası adlı sitesinden okuyabilirsiniz… Şu günlerde Kars'tayım Boğatepe Köyünde tavuk yiyorum gönül rahatlığı ile… Gel de şu haberlerden sonra İzmir'de tavuk ye bakalım…
Portalimizin değerli yazarlarından Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, 'Koalisyon pazarlığında çiftçi ve tarım için öneriler' başlığıyla yine dikkatle okunacak, notlar alınacak bir yazı yayımladı. Bütün yazılarından feyz aldığım bir yazardır kendisi… Şu paragrafa özellikle dikkatinizi çekmek isterim: 'Türkiye'nin gıda egemenliği, ulusal gıda pazarının adil olmayan dış ticarete karşı gümrük vergilerinin düzeyini yükseltme ve çiftçilerin genetik, toprak ve su gibi kaynaklar üzerinde haklarının tekelci şirketlere karşı korunması gibi önlemlerle alınmalı. Bunun sağlanması da, ekonominin diğer dallarında olduğu gibi kamunun denetimiyle olasıdır. Bu bağlamda uluslararası finans kuruluşlarının müdahalesi önlenmeli, iç pazara sermaye giriş ve çıkışları denetlenmelidir.'
Şimdi sadece gazeteci olarak değil Slow Food hareketine gönül vermiş bir insan olarak Kaymakçı Hocanın dediklerine katkılarım olacak… Son yılları bir anımsayın bakalım… Mersin'de ele geçirilen pirinçlere İTÜ'den Doç. Dr. Alpertunga Akarsubaşı GDO'lu dedi diye açığa alınıvermişti… Rusya, Japonya, Meksika ve Avrupa Birliği, GDO'lu tohum üreticisi firmanın orjini ülkeden pirinç ithalini yasaklarken, biz pirince GDO'lu diyen hocayı yasaklamıştık ve olay unutulmuştu…
Çernobil'deki radyasyon faciasından sonra, zamanın Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral TV kameralarına karşı elindeki çayı hüpürdeterek 'bak bana bir şey olmuyor' edasıyla içmedi mi? Sorumlu bir bakana düşen, radyoaktivite bulaşıklığı ölçülene dek içilmemesi, ölçüm zararsız seviyelerde bulursa tüketilebileceğini vatandaşına söylemek değil midir?
Gazetelerin sağlık sayfalarından fırlayan diyetisyenler, doktorlar da diğer taraftan 'organik seçimler yapın' diyorlar.. Araştırmalar gösteriyor, organik beslenenler antibiyotiğe dirençli bakterilere karşı daha savunmalı. Organik sütte ve yumurtada daha fazla omega 3 var, üzümde resveratrol var, vs. vs. Her organik ürünün içeriği daha sağlıklı. Ayrıca organik ürünlerde tarımsal kimyasallar, suni gübreler, böcek öldürücüler, hormonlar, antibiyotiklerle bulaşıklık yok. Tabii ki GDO'lu tohum da kullanılmıyor.
Ancak tamamen organik ürünlerle beslenmek maalesef ütopik.. Zira, organik ürün yetiştirebilme şartları zorlu. Ciddiyet istiyor, kontrol istiyor, belgelendirme istiyor. Sonuçta da rekabetçi olmayan bir fiyatlama ile organik olmayan ürüne göre daha gösterişsiz ürünler elde ediyorsunuz. Hani hep kurtlu elmayı örnek göstererek, 'en kıymetlisi bu', derler ama kimse de kurtlu elmayı diğer kıpkırmızı, parlak, kocaman elmalar dururken almaz.
Sanayici Enver Olgunsoy şöyle yazmıştı, kimse yalanlamadı: 'Hal Yasası ile hallere gelen ürünlerde ilaç kalıntı analizi yapılması gerekirken, yapılmıyor. Zaten Hal Yasası'nı dinleyen kim? İnsanımızın yediği ürünlerin yarısından çoğu hallere girmeden midelere giriyor. TV'lerdeki kamu spotlarına bakarsanız her şey kontrol altında ve sağlıklı.. Türkiye'de yasaklanan GDO'lu ürünler bile allanıp pullanıp vatandaşa yediriliyorken, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nın reklamlarına (Kamu Spotu) nasıl inanacağız?'
Aslında tüm dünyada organiğe talep son yıllarda artış gösteriyor, ancak bu talep, kontrollerin yetersizliği nedeni ile ürünün organik olduğuna inançla ters orantılı. Birkaç ay önce yazmıştım; Nazilli Ocaklı köyündeki İpek Hanım Çiftliğini örnek göstermiştim, 'Kontrollü tarım' çok daha gerçekçi. Burada organiklik iddiası yok, ama kullanılan bitki zararlısı ilaçları, kimyasal gübreler bilinçli ve en önemlisi kontrollü olarak kullanılıyor.
Avrupa'da 'Eurogap' adı altında yapılan düzenlemeler daha sonra 'globalgap'a dönüştürülerek tüm dünya da sürdürülmeye çalışılıyor ama… Ama diyorum, zira dünyada 1 milyara yakın insan hala açlık çekiyorsa, ne bulduğunu yiyorsa, kontrollü tarım bile aslında lüks… İpek Hanım Çiftliği'nin sahibesi Sevgili Pınar Kaftancıoğlu uyarıyor 10 yıldır. Diyor ki: 'Gün geçtikçe köy tarımının terk edilerek, şirket tarımına geçiliyor. Köylünün elinden toprağı alınıyor, bahçesi, hayvanı alınıyor ve büyük şirketlerin tekeline geçiyor. Eskinin köylüleri, şimdinin fabrikalarında asgari ücret ile çalışmaya zorlanıyor. Yetmediği gibi bir de o köylünün imajı çalınıyor. Topraksız tarım yapan seralar, endüstriyel tarım yapan dev şirketler sattıkları ürünü tarla, doğal veya çiftlikten etiketleri ile konumlandırıyor…'
Evet; Kontrollü tarımda, bitkiye atılan ilaç, hormon bitki bünyesinden henüz atılmadan, bozulmadan, ürün hasat edilirse olduğu gibi insan bünyesine girebiliyor. Her ilaç için farklı olan bu süre kontrol edilmeli, zira tüm zirai ilaçlar, bitki bünyesinde görevini tamamladı mı, bozulup zararsız hale gelmeye dönük formüle ediliyor, ancak bu süre beklenmezse sorun başlıyor.
Özal'ın Zirai Mücadele ve Karantina Teşkilatını lağvettiği bir ülkede yaşayan bir gazeteci ve Slow Food gönüllüsü olarak Koalisyon demokrasi kadar önemli bulduğum beklentim GDO meselesidir…