Bizler unutulmaz sinema filmi Selvi Boylum Al Yazmalım ile tanıdık Cengiz Aytmatov’u…
Bu filmin romanı mükemmeldir ama Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” ya da “Gün Uzar Yüzyıl Olur” isimleriyle Türkçeye çevrilen bir başka romanı, sosyolojik olarak günümüzde daha da önem kazanmış durumda.
Giderek kendine yabancılaşan, sosyal medya aracılığı ile yabancılaştırılan, Aytmatov’un deyimi ile “mankurtlaşan” milyonlarca insandan söz ediyoruz 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde…
Roman, aslında geleneklerini yaşatmaya çalışan insanları merkeze alır. SSCB döneminde yaşananlar, kutsal kabul edilen değerlerin hiçe sayılması, aşkın sorgulanması gibi temalar ön plandadır. Aytmatov, bu eserinde geçmişin efsanelerini geleceğin bilimkurgu öğeleriyle ustaca bir araya getiren benzersiz bir teknik kullanmıştır.
Gün Olur Asra Bedel, çağdaş roman sanatının en önemli eserlerinden biri ve sade bir hikâye yapısına sahip. Olaylar, trenlerin uğradığı küçük bir aktarma istasyonunda görev yapan Yedigey ve Kazangap adında iki arkadaşın çevresinde gelişir. Bu küçük istasyon, uçsuz bucaksız Sarı Özek bozkırlarının ıssızlığında yer alır.
Aytmatov, romanında sıradan bir hayatı konu alarak ulusal ve toplumsal meselelere de ışık tutar. Sarı Özek bozkırlarında geçen hikâye, demiryolcu Yedigey’in, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dostu olan Kazangap’ı, vasiyeti üzerine atalarından miras kaldığına inanılan kutsal bir mezarlığa gömme çabalarını anlatır. Bu süreçte Yedigey’in yaşadığı içsel çatışmalar, romanın ana eksenini oluşturur. Anlatılan mekân ve insanlar, Anadolu bozkırlarının ve halkının bir yansıması gibidir.
Aytmatov’un eserlerinde başlangıçlar ve bitişler iç içe geçmiştir. Her başlangıç bir sona, her son ise yeni bir başlangıca işaret eder. Bozkırların sonsuzluğunda, gün bir asır kadar uzun, geçmiş yüzyıllar ise bir an kadar yakındır. Roman, tren raylarının kıvrımları boyunca yiyecek arayan bir tilkinin serüvenini, okura neredeyse onun gözünden göstererek empatik bir anlatımla sunar.
Kazangap, hayattayken, Kırgız efsanelerinden birinde adı geçen Nayman Ana Türbesi’nin bulunduğu kutsal Ana Beyit bölgesine defnedilmek istediğini dile getirmiştir. Romanın olay örgüsü, bir devenin sırtında Ana Beyit’e doğru ilerleyen cenaze alayının en önünde yürüyen Yedigey’in bilinci etrafında şekillenir. Sarı Özek’teki istasyondan kutsal mezarlığa yapılan bu kısa yolculuk boyunca Yedigey, dostu Kazangap’la geçmişte yaşadığı anıları hatırlar ve bunlar bilinç akışlarıyla gün yüzüne çıkar.
Hikâye ilerledikçe, anlatılanların aslında bu yolculuk sırasında Yedigey’in zihninde canlanan düşüncelerin bir ürünü olduğu anlaşılır. Yedigey, bir ömrün genişliğini bir günün, hatta birkaç saatin içine sığdırır. Geçmiş, bugün ve gelecek arasındaki sınırları kaldırır ve deve sırtında yapılan bu yolculukta, zamanın döngüselliğini ve yaşamın bir bütün olduğunu hem kendine hem okura hissettirir.
Gün Olur Asra Bedel, dönemin yönetim anlayışını ve Stalin döneminin baskıcı rejimini eleştiren güçlü bir bakış açısı sunar. Bu eleştirel duruş, devlet kademelerinde görev yapan karakterlerin olumsuz bir şekilde betimlenmesiyle belirginleşir. Romanda Sabitcan, bozkır karşısında şehri; sıradan Kırgız insanı karşısında ise yönetime yakın, toplumsal yabancılaşmanın simgesi olarak karşımıza çıkar. Aytmatov, eserlerinde olumsuz karakterler üzerinden sistemin yozlaşmış yönlerini, doğrudan ifade etmese bile derin bir eleştiriyle işler.
Yedigey, vefa borcunu ödemek adına dostu Kazangap’ın cenazesini küçük bir konvoy eşliğinde Ana Beyit’e götürür. Ancak kutsal Nayman Ana’nın mezarının bulunduğu bu bölge, Sovyet yönetiminin bir uzay üssüne dönüştürmesiyle kutsiyetini kaybetmiştir. Aytmatov, bu çelişki üzerinden gelenek ile modernite arasındaki çatışmayı çarpıcı bir şekilde işler.
Yedigey, cenaze yolculuğu sırasında geçmişte yaşadığı yasak aşkı, Zarife’yi de hatırlar. Zarife ve eşi Abutalip, ıssız Sarı Özek bozkırına sürgün edilmişlerdir. Bunun nedeni, Abutalip’in savaş sırasında esir düşmüş olmasıdır. Bu durum, onun hain olarak görülmesine yol açmıştır. Abutalip, hatıralarını yazdığı için tutuklanır ve cezaevindeyken hayatını kaybeder.
Bu trajediden kısa bir süre sonra, Zarife de Yedigey’den şüphelendiği ve eşinin acısına dayanamadığı için Sarı Özek’i terk eder. Yıllar sonra Yedigey, Zarife’nin yeniden evlendiğini öğrenir. Bu olaylar, Yedigey’in zihninde hem kaybedilen aşka hem de yaşanan haksızlıklara duyulan derin bir özlem ve acı bırakır.
Mankurtlaşma nasıl olur?
Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel romanında “mankurt” kavramını, sosyoloji literatürüne kazandıracak kadar etkileyici bir şekilde ele alır. Mankurt, Aytmatov’un ardından, geçmişini unutan, bedenini ve ruhunu başka bir gücün emrine veren, bu uğurda kendi değerlerine ve bazen ailesine bile ihanet eden bireyleri tanımlayan bir kavram haline gelmiştir.
Nayman Ana ise, mankurtlaştırılmış oğlunu kurtarmaya çalışan, umut ve korku arasında gidip gelen bir Kırgız anasıdır. Onun bu trajik mücadelesi, sadece bireysel bir acı değil, aynı zamanda gelecek çağlara bir uyarıdır. Nayman Ana’nın hikayesi, geçmişin karanlık gölgelerinin gelecekte de tekrarlanabileceğini hatırlatan evrensel bir ders niteliğindedir.
Kırgızistan’daki Aytmatov Müzesinde gördüğüm “Mankurtlaşma” heykeli…
Kırgız ananın trajedisi, oğlunu bulduğunu düşündüğü anda, onun okuyla öldürülmesiyle derin bir acıya dönüşür. Bu olay, efsane aracılığıyla modern topluma güçlü bir projeksiyon tutar. Nayman Ana’nın hikayesi, geçmişin tarihsel mankurtlaşmasının, modern zamanlarda yaşanan mankurtlaşmanın bir yansıması olduğunu gösterir.
Aytmatov, bu çarpıcı metaforla, bireylerin köklerinden koparıldığında ve kendi değerlerine yabancılaştığında nasıl ruhsuz ve kontrol edilebilir bir hale getirildiğini gözler önüne serer. Geçmişte yaşanan bu tür trajediler, aslında modern toplumun karşı karşıya olduğu kimlik, aidiyet ve değer yitimi gibi sorunların habercisi gibidir.
Mankurtlar, aslında düşünme yetisini yitirmiş, itaatkâr kölelerdir. Aytmatov’un romanından sonra bu kavram, Sovyetler Birliği’nde etnik kökleriyle bağlarını koparmış, akrabalık ve aidiyet duygularını yitirmiş insanlar için bir metafor haline gelmiştir.
Aytmatov’un kurgusal efsanesine göre, mankurtlar savaş esirlerinden yaratılırdı. Başlarına sarılan deve derisi, güneşin kavurucu sıcağı altında kuruyarak bir çelik bant gibi sıkışır ve beynine zarar verirdi. Bu süreç, esirlerin yalnızca fiziksel değil, zihinsel olarak da özgürlüklerini kaybetmelerine neden olurdu. Sonuç olarak, mankurtlar geçmişlerini, adlarını, ailelerini ve kabilelerini tamamen unuturlardı. Aytmatov’un deyimiyle, “bir mankurt kendini insan olarak bile algılamazdı.” Bu çarpıcı metafor, bireylerin kimliklerinden ve insanlıklarından koparılarak, tamamen başka bir gücün emrine verilmesinin ürkütücü bir simgesidir.
1990 yılında Mankurt filmi, Sovyetler Birliği’nde gösterime girmiştir. Mariya Urmadova tarafından yazılan bu film, Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanındaki bir anlatı dizisine dayanmaktadır. Film, Aytmatov’un mankurt kavramını ve insanların kimliklerinden, geçmişlerinden koparılmalarını derinlemesine işler ve romanın toplumsal eleştirilerini sinemaya taşır.
Bugün neden açtım bu eski mevzuyu?
Çünkü sosyal medya milyonlarca mankurt yarattı, yaratmaya devam ediyor… Elbette demokratikleşme adına sosyal medyanın katkısı büyük ama kişisel olarak insanlıkla bağlarını koparmış milyonlar yaşıyor yer yüzünde…
Aytmatov’un mankurt kavramı, bireylerin kendi kimliklerinden, değerlerinden ve geçmişlerinden koparılması sürecini anlatır. Sosyal medya da benzer şekilde bireyleri, özellikle genç nesilleri, kendi aidiyetlerinden, kültürlerinden ve kimliklerinden yabancılaştırabilecek bir platform haline gelmiş durumda.
Gencecik insanlar, sıkça sosyal medyada başkalarının hayatlarıyla özdeşleşmeye çalışıyor, “onlara benzemek” için kendi kişisel değerlerinden ödün verebiliyor ve hatta toplumsal baskılara boyun eğiyorlar.
Son zamanlardaki Türkiye’deki sosyal medya fenomenlerinin adliyeye yansıyan o kadar çok olayın tanığı olduk ki…
Sosyal medya, hızlı bilgi akışı, onaylanma isteği ve görünürlük arayışı gibi unsurlar aracılığıyla, bireyleri belirli bir ideolojiye, yaşam tarzına ya da popüler kültür figürlerine bağlı kılıyor.
Bu durum, insanlar üzerinde düşünsel ve duygusal bir “yozlaşma” yaratıyor. Kişiliklerinin, öz benliklerinin daha yüzeysel ve dışsal faktörlerle şekillenmesine yol açıyor. Aynı şekilde, kişisel kimliklerin ve değerlerin toplumsal normlar ve algoritmalar tarafından şekillendirilmesi, sosyal medyanın “mankurtlaştırıcı” etkisinin bir yansıması oluyor.
Gençlere ve özellikle de sosyal medyayı iyi bir şey sananlara önerim:
Bireylerin düşünme yetisini köreltme süreci günümüzde farklı biçimlere bürünerek sürüyor. Hangi inanca ya da fikre bağlı olursanız olun, onu her zaman akıl ve vicdan süzgecinden geçirin, sorgulamaktan çekinmeyin. Eğer aklınız ve vicdanınız o fikri doğru bulmuyorsa kabul etmeyin. Bu sorgulama sürecini ihmal ederseniz, farkında olmadan düşünsel köleliğe teslim olabilirsiniz.
Yani mankurtlaşırsınız!