Çocukluğumun İstanbul'u Fındıkzade semtinde, 'sokak zanaatçıları ya da satıcılarının' sokaklarda yankılanan sesleri, bugün hala hafızamda tatlı bir melodi gibi tınlar; 'terlikçi geldiii, yorgancı geldiii, bileyci geldiii, bohçacı geldiii hanııım! Kalay alıyooom, bakır alıyooom bakırcıııı! Eskiiiiciiii, eskiler alıyooom yeniler satıyooom, eskiiciii!'.

Genellikle ilkbahar ve yaz aylarında, bir bakardınız; sabahın erken saatlerinden itibaren sokaklarda yükselen 'yorgancııı!' nidası ile evlerin pencereleri birer birer aralanmış, yorgancıya 'huuuu yorgancı, bana uğra' diye seslenen başlar dışarı uzanmış sonra da yorgancı ile 'yorganı kaça kabartacağına dair' sıkı pazarlıklar başlamış olurdu. Kiminin yorganı eprimiş, kiminin ise yorganının iç dolgusu çökmüş; mahallede herkesin bir 'yorgancıya' ihtiyacı olurdu elbet. O eski günlerde sokaklar sadece evler arasında birer geçiş yolu değil, aynı zamanda hayatın aktığı, insanların birbirine temas ettiği kocaman bir avluydu.

Çocukluğumun geçtiği dönemde yorganlar, bugünkü gibi fabrikasyon ürünler olmadığından, her biri elde yapılıyordu. Geleneksel yorgan ustaları, yün, pamuk veya ipek gibi doğal malzemeler kullanarak el yapımı yorganlar üretirdi. Bu yorganlar, ustaların büyük bir özenle, el dikişi ile yaptığı zarif desenlerle süslenirdi. Yorgan yapımı bir zanaatkarlık becerisi gerektirdiği için, her yorgan adeta bir sanat eseri niteliğinde olurdu.

Bu nedenle yorganın bakımı da ayrı bir özen ve ustalık işi gerektiriyordu. Yorgancı, eskiyen ya da kirlenen yorganı alır, yorganın dikişlerini söker ve içindeki pamuk, yün vb. gibi dolgu malzemesini çıkarırdı. Bu dolgu malzemeleri, genellikle zamanla yassılaşır ve hava geçirgenliğini kaybederdi, bu da yorganın hem estetik hem de işlevsel özelliklerini olumsuz etkilerdi.

Yorgancılar, genellikle yağışsız sıcak havalarda, sokakta herkesin gözleri önünde çalışırdı. Mahalle sakinleri ve biz çocuklar, yorgancıların yanına gidip işlerini izlerdik. Yorgancılar ya bir ağacın gölgesinde ya bir evin önüne serdikleri örtünün üstünde ya da evin bahçesinde, yorganların içini açar, yorganın içindeki dolgu malzemesini tokmaklarıyla döverek kabartır ve havalandırırlardı. Bu işleme 'hallaç etme', bu işi yapanlara da 'hallaç' denirdi.

Hallaç etme işlemi sayesinde, iç dolguyu oluşturan lifler birbirinden ayırılarak, yorganın eski formuna kavuşması sağlanırdı. Böylece yorgan yeniden kabarık ve yumuşak hale getirilirdi. Kabartılan iç dolgu, yorganın iç kaplamasına yeniden yerleştirilip, eski formuna uygun şekilde dağıtıldıktan sonra, yorgancı, yorganı tekrar dikerdi. Yorganın üzerindeki kumaş da bazen değiştirilebilir ya da tamir edilirdi, böylece yorgan hem iç hem de dış olarak yenilenmiş olurdu.

Bizim neslin en çok kullandığı yorganlar yün ve pamuk yorganlardı ve mükemmel bir ısı yalıtımı sağladıkları için kış aylarında sıkça tercih edilirdi. Ayrıca yün, nemi emebilme kapasitesi sayesinde, terlemeyi azaltır ve vücut ısısını dengede tutardı. Pamuk yorganlar da hava geçirme özelliği sayesinde nefes alabilen bir yapıya sahipti. Ayrıca, pamuk alerji yapmayan bir malzeme olduğundan, özellikle hassas ciltler ve alerji riski taşıyan kişiler için oldukça uygun bir seçenekti. Daha nadir kullanılan kuş tüyü yorganlar da yüksek ısı yalıtımı ve hafifliği ile bilinir. İpek yorganlar da yumuşak ve antialerjik özellikler taşır. Bu yorganlar, maddi durumu daha iyi olan aileler arasında tercih edilirdi.

Benim en sevdiğim yorganım, kırmızı saten kumaşla kaplı yün yorganımdı. Yün yastığımdayorganımla aynı kumaştan kaplıydı. Başımı yumuşacık,ipeksi saten kumaştan yün yastığıma gömüp de yorganımı üstüme çektiğim an derin bir uykuya dalardım. Yün yorganlar kalın olduklarından, bazen ben ve kardeşlerim, yorganı yatağın veya yerde halının üzerinde çadır gibi açar, içine girer oyunlar oynardık. Anne köteğinden kaçmak için en sık saklandığımız yer de yorgan altı olurdu, sanki annem bizi orada fark edemezmiş gibi!

Dünün Türkiye'sinde, elinde büyük bir yay ve tokmakla yün ya da pamuk döven hallaçlar, çocukların hayal dünyasını zenginleştiren birer sirk göstericisiydi aynı zamanda.Yünlerin/pamukların havaya uçuşu, tokmağın her vuruşunda çıkan ritmik ses, biz çocuklar için sihir gibiydi. Sokağımıza gelen hallaç, işine başlar başlamaz biz de hemen onun çevresine toplanırdık. Hallaç, büyük bir ustalıkla yayını gerer, yün ya da pamuğa ritmik darbelerle vurur ve her darbede yün/pamuk, havada uçuşan pamuk bulutları gibi dağılır ve biz de bu uçuşan yünleri/pamukları yakalamaya çalışmaktan büyük bir keyif alırdık. Hallaçların işlerini yaparken sergiledikleri bu doğal performansı izlemek, aramızdaki mahalle aidiyeti duygusunu pekiştirirdi.

Bugünün Türkiye'sinde ise 'fabrikasyon yorganlar', 1980'lerden itibaren yaygınlaşarak doğal yorganların yerini almıştır. Sentetik yorganlar daha ucuz/kolay ulaşılabilir, özellikle 'polyester ve elyaf yorganlar' gibi çamaşır makinasında yıkanabilir/kolay durulanabilir olmalarına rağmen, nefes alabilirlik, nem yönetimi ve sağlık açısından doğal el yapımı yorganlara göre daha az avantaj sunarlar. Artık, yorgancılığın yerini makineler alsa da hallaçların sokakları dolduran ritmik tokmak ve yay sesleri ile uçuşan pamuk bulutlarının büyüsü, hafızamda hala capcanlı duruyor…

Bizim zamanımızda, mutfakta bakır kaplar yaygındı ve bu kapların düzenli aralıklarla kalaylanması gerekiyordu. Kalaycılar, bakır tencerelerin içindeki bakır oksidasyonunu yani paslanmayı engellemek için kalaylama yaparak, evlerin en temel ihtiyaçlardan birini karşılıyorlardı. Kalaycılar, genellikle sokakların kuytu köşeleri, avlular veya mahalledeki boş arsalarda geçici olarak kurdukları küçük tezgahlarla kalay işine girişirlerdi. Bir ocak kurar, kapları ocakta ısıtır, sonra içlerine eritilmiş kalayı döker ve hızlıca yayarlardı. Kalayın düzgün bir şekilde yayılması ve yüzeyde pürüzsüz bir kaplama oluşturması, kalaycının maharetine bağlıydı.

Kalaycılık, Türkiye coğrafyasında uzun bir geçmişe sahiptir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaygın olan kalaycılar, özellikle büyük şehirlerde ve saray çevresinde önemli bir rol üstlenirdi. Saray mutfaklarındaki büyük kazanlar, tencereler ve tabaklar sıkça kalaylanırdı. 20. yüzyılın ortalarına kadar bakır kaplar, hala mutfaklarda demirbaş olarak kullanıldığı için kalaycılara olan ihtiyaç yüksekse de 20. yüzyılın ortalarından itibaren, sanayi devriminin etkisiyle paslanmaz çelik, alüminyum ve teflon gibi daha modern mutfak gereçlerinin çoğalması, bakır kapların kullanımını azaltmaya başladı. Bu durum kalaycılığın gerilemesine ve zamanla unutulmaya yüz tutmasına yol açtı.

Dünün Türkiye'sinde kalaycılar mahallede sadece bir meslek icra eden zanaatkarlar değil, aynı zamanda sosyal hayatın da önemli figürleriydi. Kalaycıların mahallede işlerini yaparken insanlarla kurdukları iletişim, komşular arasında bir sohbet ve etkileşim fırsatı yaratırdı.

Günümüzde kalaycılık neredeyse unutulmuş bir meslek haline gelmiştir. Yine de nostaljik ve otantik mutfak eşyaları sevenler arasında kalaylanmış bakır kaplar hala değerli kabul edilmekte ve sınırlı da olsa kalaycılık devam etmektedir.

Eskiden el işleri ve örtüler, hem günlük yaşamda pratik işlevlere sahip oldukları hem de kültürel ve estetik değer taşıdıkları için kıymetliydi. El işi örtüler, danteller, nakışlar, yorganlar ve diğer tekstil ürünleri, her biri, arkasında büyük bir emek bulunan eserlerdi. Bu ürünler, el işçiliğiyle üretildiği için her biri benzersizdi. El yapımı işler, bireysel ustalığın, yaratıcılığın ve sanatsal becerilerin bir yansımasıydı. Özellikle kadınlar, bu ürünlerle yeteneklerini ve estetik anlayışlarını sergilerdi. El işleri, aynı zamanda, bir ailenin prestijini simgeleyen önemli unsurlardı. Düğün öncesi aileler çeyizlerini sergilerlerdi. Bu nedenle aileler, kızlarının çeyizlerini hazırlarken en güzel el işlerini satın almak ya da yapmak için çaba harcardı. El işçiliği, aynı zamanda bir topluluğun kültürel mirasını da yansıtırdı. Her bölgenin kendine has desenleri, renkleri ve teknikleri vardı.

Ne yazık ki, çocukluğumda, bugünkü gibi büyük alışveriş merkezleri, mağazalar ya da çevrimiçi alışveriş imkanları yoktu. Özellikle küçük kasaba ve köylerde yaşayan aileler için çeyiz ve el işleri alışverişi yapmak daha da zordu. Şehirlerde bile çeyizlik eşyalar satan yerler sınırlıydı ve çoğu kişi el işçiliği ürünlere ulaşmakta zorluk çekiyordu. Bu nedenle, benim gözümde 'bohçacı kadınlar'; bu ihtiyacı karşılamak için farklı bölgelerden topladıkları el yapımı örtüler, havlular, danteller, yorganlar ve çeşitli çeyiz eşyalarını bohçalarına doldurup, 'bohçacı geldiihanııım' nidasıyla,mahalle mahalle dolaşıp satan, masal kahramanları gibiydi.

Bohçacı kadınlar, her uğradıkları evde, bıraktıkları hikayelerle de başka yörelerin kültürlerini aktaran bir köprü gibiydiler. O zamanlar bir bohçacının mahalleye gelişi, adeta bir şenlikti. Evin kapısı açılır, bohçacı içeri davet edilir ve bohçasındaki her parça özenle açılırdı. Komşu kadınlar, bohçacının girdiği eve davet edilir, bohçacının getirdiği el işleri yere serilip elden ele dolaşır ve tek tek incelenirdi.

Bohçacı kadınların bohçasında; el işlerinin yanı sıra, her bir el emeğinin yaratıcı kahramanı ve o kahramanın öyküsüne dair anlatılar da vardı; kim bilir hangi evde hangi eller işlerdi o işlemeleri, hangi gözler o tülbentleri dikip nakışlarla süslerdi? Bütün mahallenin kadınları ve kız çocukları, en az bohçanın içindeki el işleri kadar, bu soruların cevaplarını da merak eder, böylece saatlerce tadına doyulmayan sohbetlere yelken açılırdı.

Bir tür kadın çerçi olan bohçacılar, sadece bir satıcı değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel payda olarak da işlev gören ve nice farklı diyarların esintilerini evlerimizin içine taşıttıklarıyla renklendiren ve güzelleştiren, eskinin çok bilinen deyişiyle 'bohçacı güzelleriydiler'.

Bugün ise bohçacılara olan ihtiyaç neredeyse tamamen ortadan kalktı. Alışveriş olanaklarının çoğalması, büyük mağazaların ve internet üzerinden yapılan alışverişin yaygınlaşması, bohçacılık mesleği ile dünün 'bohçacı güzellerinin' evlerimize bahşettiği tatlı sohbetleri de unutturdu.

Çocukluğumun unutulmaz sokak satıcıları arasında, 'yoğurtçuları' ve 'sütçüleri' anmasam olmaz. Endüstriyel yoğurt ve pastörize süt üretimi 1970'lere kadar yaygın değildi. O dönemde bakkallarda ya da pazarlarda satılan yoğurt/süt sınırlıydı ve genellikle insanlar yoğurdu/sütü, doğal ve taze haliyle tüketmeyi tercih ediyorlardı. Bu nedenle, sokak sütçüleri ve yoğurtçuları genellikle büyük şehirlerin çevresindeki köylerden, küçük çiftliklerden temin ettikleri süt ve bu sütten yapılan yoğurtları satarlardı. Bazı sütçü ya da yoğurtçular ise, sütü kendi bahçelerinde besledikleri ineklerden sağlarlardı. Çoğu sütçü hem süt hem de yoğurt satar ve yoğurtçular, yoğurdu genellikle kendi evlerinde mayalardı.

Eskiden yoğurtçular, yoğurtları taşımak için bakraç adı verilen özel kaplar kullanırlardı. Bu bakraçlar genellikle bakırdan yapılır ve üstü geniş, altı dar olacak şekilde tasarlanmış olurdu. Bir değneğin iki ucundan sarkan bakraçları sırtlamış ve 'yoğuuurtçuuu' diye bağırarak yoğurt satan yoğurtçular, belleğimin bir köşesinde hala dipdiridir. Çocukluğumda sokak yoğurtçularının yaptığı yoğurtların bol kaymaklı ve asla sulanmayan yoğun kıvamlı lezzeti bugün bile ağzımı sulandırır.

Sokak sütçüleri ise sütleri bakır güğümler içinde 'süüütçüüü' diye bağırarak satarlardı. Süt güğümleri, özellikle bakırdan yapıldığı için sütü uzun süre serin tutar ve taze kalmasını sağlardı. Güğümler, büyük kapasiteli olup genellikle altı geniş, üstü dar olacak şekilde tasarlanmıştı. Sütçüler, güğümleri bir el arabası içinde bazen de bir at arabasının arkasında taşırlardı. O günün koşullarında, kapı kapı dolaşıp satılan, çoğu zaman inekten yeni sağılmış taptaze sütün, genze yayılan mis kokusu ile rengi sarıya çalan nefis kaymağı da hala tadı damağımda olan lezzetler arasındadır.

Günümüzde artık, sütü ya da yoğurdu marketlerden almak belki günlük hayatımızı daha pratik ve hijyenik hale getirdi. Fakat eski günlerin doğal, taze ve yoğun kıvamlı yoğurt ve sütünün tadı da bulunmaz oldu.

Dünün Türkiye'sinde sokaklar; yukarıda sıraladıklarım dışında,bileyci, leğenci, terlikçi, bakırcı, eskici, çerçi, esansçı ve sepetçi gibi daha pek çoksokak satıcısına ve zanaat ustasına ev sahipliği yapan, insanların birbiriyle buluştuğu, sohbet ettiği, kaynaştığı birer sahneydi;ev hanımları, kapı önlerinde ya da pencerelerinde, geçip giden hallaca, kalaycıya, bohçacıya seslenerek, ayağına kadar gelen esnaftan alışveriş ederlerdi. Sokak satıcıları ve zanaatkarları,düzenli aralıklarla sokakları gezdikleri için, herkes tarafından tanınır, daha önce yaptıkları işler test edilip kendini kanıtlayanlar, mahallenin güvenini kazanmış olurdu. Nitekim, sokak zanaatçıları, işlerinin ustası ve sözlerinin eri değillerse, bir daha o sokaktan hiçbir kimsenin kendilerine iş vermeyeceğini çok iyi bilirlerdi.Bu yüzden, onlar da sokağımızın asli birer ferdi gibiydiler…

Bugün belki, sokağın satıcı seslerisustu. Kadim zanaatkarların izleri modern sokaklardan silindi. Yine de bir zamanlar sokaklarda yankılanan bu sesler, kulaklarımda tatlı bir nağme olarak çınlamaya devam ediyor. Eski yorganların kabarıklığını, parlak bakırların göz alıcı ışıltısını ve taze sağılmış sütün mis kokusunu, bugün bile tıpkı benim gibi, hatırlayanlarolduğuna bahse girerim. Geri gelmeyecekse de her köşe başında bir zanaatkarın olduğu o eski günler, hepimiz için bir dayanışma, komşuluk, dostluk ve paylaşma dönemi olarak daima özlemle anılacak…