EGEDESONSÖZ-  İzmir Büyükşehir Belediyesi önceki dönem başkanı Tunç Soyer, HDK tarafından düzenlenen “İzmir Barışı Konuşuyor” başlıklı panelde açıklamalarda bulundu.

HDK Eşsözcüsü ve DEM Parti Erzurum Milletvekili Meral Danış Başdaş ile BDP eski eş başkanı Gülten Kışanak’ın da konuşmacı olarak yer aldığı panelde Soyer, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından başlatılan ve kamuoyunda “İmralı açılımı” olarak yorumlanan yeni süreci değerlendirdi.

Soyer, AK Parti iktidarı sürecinde kalıcı barışın sağlanması konusunda tereddütlerin olduğunu ve kalıcı barışın ancak DEM Parti-CHP ittifakı ile yürütülecek demokrasi mücadelesi ile kurulacağını söyledi.

Soyer’in açıklamaları şöyle:

15 yıl CHP’li belediye başkanı olarak görev yapmış 30 yıldır CHP çatısı altında siyaset yapan bir insan olarak huzurunuzdayım. Ancak elbette yapacağım konuşma CHP adına değil, kendi adımadır.

Kaybettiğiniz zaman çok özlediğiniz, eksikliği nedeniyle çok bedel ödediğiniz ya da büyük mağduriyetler yaşadığınız bir şeyi kaybetmemek için çok çaba gösterirsiniz. Barış belki de bu ifadenin en güzel karşılığını bulduğu sözcüktür. Eminim dünyanın birçok yerinde savaş çığırtkanlığı yapan, “Bunlarla barış yapmaktansa sonsuza kadar savaşırım” diyen sayısız insan; savaş uzadıkça veya yıkıcılığı arttıkça o haykırışlarından pişman olmuşlardır.

Barış; içinde yaşarken varlığını ve eksikliğini çok fark etmeyebiliriz ya da önem ve kıymetini çok ayırt edemeyebiliriz, ancak kaybettiğimiz anda bütün acımasızlığı ve can yakıcılığıyla kıymeti kendini gösterir.

Bu coğrafyada biz Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetle yüzyıldır kesintisiz barışı yaşarken, komşularımızda 10 yıllardır süren savaşların nelere mal olduğunu hepimiz görüyoruz.

Kürt meselesinin can yakıcılığını görmezden gelmiyorum elbette. 50 yılda 10 binlerin kaybına yol açan, maddi manevi çok ağır bedeller ödeten bir zaman yaşadık. Bunun sadece bir iç savaşa göre daha düşük ölçekli bir çatışma ya da savaş olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bu sorunu “Kürt sorunu” “terör sorunu”, “terörle mücadele” ve benzeri şekillerde adlandıranlar var elbette, ben kavramsal başlığa değil içeriğe odaklanmaya çalışacağım.

50 yıla yakın süredir yaşanan kayıpların ne kadar büyük olduğunu bu ülkede yaşayan herkes idrak etti. Çeşitli defalar bu savaş benzeri durumun bitirilmesi için hamleler yapıldıysa da hiçbirinden sonuç alınamadı. Ancak bu defa belki de uluslararası konjonktürün taşıdığı risklere rağmen sunduğu fırsatlar nedeniyle barışı tesis etmeye çok yakınız. Üstelik bu dönem iç baskıdan değil dış ihtiyaçtan doğan zoraki bir süreç olarak başladı.

Öncelikle biraz geriye gidip “terör” sözcüğü üzerinde durmak isterim.

Bilinmeyen ve öngörülemeyen bir tehlike karşısında aşırı korku endişe ve dehşet anlamına gelen “terere” sözcüğünden türemiş terör.

“Terörizm” ise siyasal bir amaçla örgütlü, planlı, sistematik ve sürekli olarak terörü kullanma stratejisidir. Bu açıdan terörizm kısaca devleti ve rejimi hedef alarak girişilen şiddet eylemleridir. Hiçbir yasa ve kural tanımadan insanları katleden terörizm bir insanlık suçudur. Baskıcı otoriter rejimler ve bunların başındaki diktatörler de zaman zaman toplumu sindirmek için devlet terörüne başvurmuştur. 90larda beyaz Renault’larla işlenen sayısız faili meçhul cinayetler buna örnektir.

Demokratik devletler, terörün yarattığı dehşet, korku, şiddet ve belirsizlik, güvensizlik hali karşısında teröre karşı çeşitli politikalar geliştirmişlerdir. Bu politikaları güvenlik politikaları ve sosyal politikalar olarak ikiye ayırabiliriz. 50 yıldır güvenlik politikaları ile yapılanlar ve yapılmayanlar ile ilgili net bir kanaat oluşmuştur. Bu politikaları sürdürerek daha farklı sonuçların doğacağını, terörün doğmasına kaynaklık eden koşulları ortadan kaldıracağını beklemek aymazlıktır. Artık yeni sosyal politikaların hayata geçirilmesi, yeni radikal bazı sosyal adımların atılması zamanı gelmiştir. Bu adımlar atılırken diğer demokratik ülkelerde meşru siyasi muhatabiyetler kurulmuş, sorunun çözümü o zeminlerde aranmıştır. Örneğin İngiltere hükümeti 10 yılı aşkın bir süre ile Sinn Fein adlı siyasi partiyle müzakere etmiştir. Aynı şekilde İspanya hükümeti Eta ile bir yandan askeri mücadeleyi sürdürürken; bir yandan da siyasi, hukuki, kültürel ve ekonomik tedbirler aldığı için sonuca ulaşmıştır. Bizde de Kürt halkının büyük çoğunluğunun oylarını alan ve güvenine mazhar olan Dem Parti ile yeterli muhataplık kurulmaması, partiye terörist muamelesi yapılması büyük eksikliktir. DEM Parti mutlaka inisiyatif alıp, kendi liderliğinde bir müzakereyi zorlamak mecburiyetindedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararına rağmen hapis tutulan DEM Parti eski Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve mevcut Parti eş başkanlarının müzakere sürecinin liderliğini üstlenmeleri gerekmektedir. Sürecin meşruiyeti, müzakerenin DEM’in muhataplığı ile TBMM’ye taşınmasıyla sağlanabilir. Çünkü, silahların bırakılması atılacak ilk adımsa, kalıcı barışın sağlanması için verilecek demokrasi mücadelesi asıl sürdürülmesi gereken adımdır.

Muhtemelen uluslararası konjonktürün dinamikleri, yani PKK’nın sınırlarımız dışındaki etki alanı nedeniyle tercih edilen bu ilk adım, Türkiye'nin sınırları içinde öngörülemeyen sonuçlar doğurma potansiyeli taşımaktadır. Bu sınırlar dışında hak talep etmek ya da bu sınırları değiştirecek veya genişletecek adımlar atmak; sonucunda uluslararası dengeleri altüst edebileceği gibi, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesinin bir kenara bırakılarak sürecin bir kumar masasına dönüşmesine yol açabilecektir. O nedenle her ne olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti sınırları korunmalı, bağımsız bir ulus devlet olmanın uluslararası tartışmasız meşru konumundan asla vazgeçilmemelidir.

Unutulmamalıdır ki, bölgedeki tüm kürtlerin gözü Türkiye üzerindedir. T.C. sınırları içinde başarıyla sonlandırılacak bir demokrasi mücadelesi, tüm bölgeye ilham verecek örnek alınacak bir modele dönüşebilir.

Üniter laik bir ulus Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin yerine federatif ya da özerk bir yönetim kurma özlemi Türkiye'yi 100 yıl önceki Sevr tuzağına düşürecektir. O nedenle öncelikle uluslararası tercihlerden değil Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde sorunun çözümüne dair yapılabileceklerden yola çıkılmalıdır. Örneğin yerel demokrasinin güçlendirilmesi, ekolojik demokrasinin, ekonomik demokrasinin ve sosyal demokrasinin geliştirilmesi gibi. Sorun her ne kadar kimliği kürt olan insanların 4 ayrı ülkeye yayılması nedeniyle uluslararası bir boyut taşıyor olsa da, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki vatandaşların sosyal ve siyasal statülerinin diğer ülkelerdekilerle karşılaştırılamayacak özellikler taşımaktadır.

Kürt meselesini bu konuşmanın sınırları içinde özetlemek elbette mümkün değil ama 100 belki de çok uzun daha süredir ağırlıklı olarak Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda yaşayan Kürtlerin Türkiye'nin batısında kuzeyinde güneyinde yaşayanlara göre ayrımcılığa maruz bırakıldıkları gerçektir. Bu bölgelerde yaşayanların milli gelirden aldığı pay, özel ve kamu yatırımlarından aldığı pay, genel olarak yaşam kalitesi, eğitim kalitesi gelişmişlik düzeyi ve benzeri birçok parametre nedeniyle diğer bölgelere göre çok daha düşüktür, geri kalmıştır.

Sonuç olarak bu eşitsizlik ve adaletsizliğin kaldırılması terörü doğuran koşulları ortadan kaldıracağı gibi adil bir ülkenin kurulmasının zeminini yaratacak ve kalıcı barışı sağlayacaktır. Ancak söz konusu sorunların çözümü için gereken demokratik anayasanın mevcut iktidarla yapılabilmesi mümkün değildir. Bu hakların genişletilmesi için 20 yılı aşan bir süre boyunca, kürtlere büyük acılar yaşatmış ve ağır bedeller ödetmiş iktidarın nedamet getirmesi de samimi bir çözüm arayışı içinde olması da söz konusu değildir. 20 yılı aşkın deneyim bu imkansızlığı tescil etmektedir. O nedenle iktidarın değiştirilip demokratik bir iktidarın kurulması kaçınılmaz ilk adımdır.

Tüm demokratik kurumların yok edildiği ve tüm dezavantajlı grupların mağduriyetlerinin katmerlendiği, özellikle kadınların kadın olmak nedeniyle yaşadıkları baskı ve sıkıntıların arttığı bu iklim anayasayla başlayarak yeniden demokratik kurumların ihyasını gerektirmektedir.

Kalıcı barışa geçmeden önce 2 temel ihtiyaçtan bahsetmek isterim.

2025’in ilk günü sabah saatlerinde tüm TV kanallarında bir haber paylaşılıyordu Galata Köprüsü'nde “Dün Ayasofya bugün Emevi yarın aksa” şiarıyla düzenlenen mitingde bir gazeteci aynen şu cümleyi kurdu “Yahudiler sapkın bir ırktır”. Bir ırkı, bir toplumsal kimliği topyekun aşağılamak içinde yaşadığımız çatışmacı toplumun en belirgin göstergelerinden biridir. Otoriter iktidarlar iktidarlarını perçinlemek için toplumu ayrıştırmayı ideolojik, dinsel, ırksal, etnik kimlikler üzerinden kutuplaşmayı yaratırlar böylece birbirleriyle savaşmaya hazır kitleler ortaya çıkar. Hangi ırk için sapkın denilebilir? Hayvanlarla bile genetik kodları çok benzeşen insan evladının biyolojik olarak hiçbir farklılıkları bulunmayan “ırklar” üzerinden üstünlük duygusuna kapılması daha yakın tarihlerle insanlığa çok ağır bedeller ödetti. O nedenle öncelikle, Türkiye coğrafyasının sınırları içinde bir üstünlük ya da düşkünlük iddiası hiç kimse için mümkün olamamalıdır.

Demokrasi ihtiyacı. İnsan evladının 70.000 yıllık macerasında bulup geliştirdiği en önemli sosyal inovasyon demokrasidir. Diyalog ile başlayan demokrasi kendi söylediğini dikte eden diktatörlükten en çok bu nedenle ayrılır. Birlikte yaşamanın hukukunu ve kültürü düzenleyen demokratik yaşam, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık, temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü, adalet ve benzeri erdemleri nedeniyle toplum hayatında barışın teminatıdır.

Özetle, kalıcı barış için; 1- ırkçılığın ve ayrımcılığın terk edilmesi, 2- demokratik kurumların işletilmesi gerekir.

Ahmet Özer AYM'ye başvurdu Ahmet Özer AYM'ye başvurdu

Eric Fromm “Sahip olmak ya da olmak” kitabında barışı ikiye ayırıyor.

-Gerçek ve uzun süreli barış
-Yeniden güç toplama ve silahlanma için savaşa ara vermek anlamına gelen barış

Yani huzur ve uyumun egemen olduğu barış ile bir ateşkes anlaşmasına benzeyen barış farklıdır. Gerçek bir uyum ve huzur dolu barış için ulusların “sahip olmak” yapısından, “olmak” yapısına geçmesi tek çaredir. Daha çok mal ve mülke sahip olmak, daha çok kazanmak ihtirasları bir kenara bırakılmadığı sürece, kalıcı barış hayaldir. Aslında kalıcı barış seçeneği hep var olmuştur ama tarih boyunca liderleri savaşı seçtikleri için halklar da onları izlemiştir.

Bugün belki de çok kısa bir süre içerisinde silahların bırakıldığının müjdesini duyacağız. Ancak bu durum olsa olsa Eric Fromm’un savaşa ara vermek olarak tarif ettiği bir tür “ateşkes” olarak gerçekleşecektir. Kalıcı barış, Dem Parti, CHP ve demokrasiden yana güçlerin oluşturacakları bir ittifak çatısı altında verilecek demokrasi mücadelesi ile kurulacaktır. Silahların gölgesi kalktıktan sonra oluşacak zemin demokrasi mücadelesiyle kazanılacak kalıcı barış için büyük bir umut anlamına gelmektedir. Bu barış iklimi, herkesin birbirini dinleyip empati yapmasını mümkün kılabilir. Acıları yarıştırmak yerine, acılardan ders çıkartıp tekrarını engellemeye muktediriz. Yeter ki, insanları kışkırtarak düşmanlıkları körükleyen emperyalizmin tuzaklarına düşmeyelim ve bu coğrafyada artık kan dökülmeden, bu toprakların bereketini adil bir biçimde paylaşma hedefinden uzaklaşmayalım.

Bugün belki de üçüncü bir dünya savaşının içinde yaşıyoruz. Harrari’nin söylediği gibi İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da Polonya'nın işgaliyle başlamıştır ama size ekim 1939da ya da aralık 1939  İkinci Dünya Savaşı ne zaman başladı diye sorulsa hangi Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı mı çıktı? cevaplarını verirdiniz.

Belki de Ukrayna'nın işgaliyle, Ortadoğu'da yaşananlarla her gün yayılan bir dünya savaşının içindeyiz ve belki de kendimiz için de yaşamsal bir tercihle karşı karşıyayız.

Ya kalıcı barışı seçeceğiz ya da karşılıklı intiharı…

Ve dünyanın yok olmasını…