Ne söylendiğine değil de kimin söylediğine bakmak, genelde, Doğu toplumlarına özgü bir durumdur. Cumhuriyet devrimini yaparak Batı dünyasında yerini almış olmakla birlikte, Türkiye'de de bu şark kafası yaygındır. Ülkemde, sözün kendi başına önemi veya değeri yoktur; kimin söylediğine bakılır, öyle karar verilir.
Düşüncenin ve söylemin yöntemine yabancı kalmış bir kültür ile hemhal olagelen toplum, akıl çağını yaşamadan, demokrasi gibi son derece kurallı bir yönetim biçimine yönelince; aklına geleni söylemek demokratlık oldu, canının istediğini yapmak özgürlük olarak anlaşıldı.
Öte yanda, kendini ifade etme özgürlüğünü doğru kullanmak da insanın başına olmadık işler açabiliyor. Belki de bu yüzden, bir şey söylemeden uzun uzun konuşabiliyoruz.
Öyle ya da böyle, söz israfı sınır tanımıyor. Fakat bu israf aynı zamanda sosyal yaşamı da tüketiyor. Yazılı kültüre ve düşüncenin yöntemine olan mesafemiz, düşünce evrenimizi sığlaştırıyor. Bir fikri dile getirmek için gereken bilgiye ulaşmak yerine, dağarcığımızdaki sözcüklerle, uysa da uymasa da, fikrimizi beyan etmeyi tercih ediyoruz.
Yani, eğrisini doğrusuna denk getirmeyi seviyoruz. Anlık çözümlerle işin içinden çıkmaya çalışıyoruz ama debelendikçe batıyoruz. Ve öyle bata çıka gidiyoruz…
Toplumsal alanda herkes için geçerli olan kuralların sadece o kuralları tanıyanlar için geçerli hale gelmesi; ha keza, şarklı kafayla garplı gibi yaşama girişiminin bir başka tatsız sonucudur.
Centilmenlik bu topraklarda barınmaz. Şark kurnazları, kural tanıyanların gündelik hayatını cehenneme çevirmek konusunda çok mahirdirler.
Toplumsal yaşamı sürdürülebilir kılan kurallara herkes riayet etmediğinde ortaya çıkan durumun kural tanımayanlara avantaj sağladığı bir gerçek; böylece, istedikleri her ne ise kolayca elde ediyorlar. Siyasal alanda ve ekonomide sırf kural tanımadıkları için ön alan kural tanımazlar, toplumsal hiyerarşide zirveleri rahatlıkla tutabiliyorlar. Ve bir kere zirveyi ele geçirdikten sonra, elde ettikleri ayrıcalıklı konumu kaybetmemek için kendi kurallarını koymaya başlıyorlar.
Türkiye'de bütün bu işlerin olup bittiği rejimin adı, parlamenter demokrasidir.
Kısa vadeli düşünen kurnaz ve pragmatist insanların makbul olduğu toplumsal yaşamda bu kötü rol modelin öncülüğü bütün alanlarda kaliteyi aşağılara çekiyor. 'Her şeyin ucuzuna teşne olmak' tam olarak bu halimizi anlatıyor.
Hal böyle olunca, zekanın ve aklın yerini alan kurnazlık, kısa vadeli çıkar ilişkilerini öne çıkarıyor. Bilindiği gibi, zeki insan, akıllı olduğu için uzun vadeli düşünür; kurnaz insan ise budaladır, ancak burnunun dibini görür. Biz bu ikincilerle ülkenin neredeyse bütün kurumlarını yönetiyoruz.
Sağcısıyla, solcusuyla, dindarıyla, devrimcisiyle, yoksuluyla, zenginiyle hepimiz kurnazlığın sığ sularında ya günü kurtarıyoruz ya yangın söndürüyoruz..
Bilgiden köşe bucak kaçarken 'bilgi çağına' girmek… Bir elinde kuran bir elinde dizüstü bilgisayar 'bilişim çağına' girmek… Elinde cep telefonu 'iletişim çağına' girmek… Fakat ar-ge ve üretim düzeyinde bu teknolojilere çok yabancı olmak… Şark kurnazlığı böyle tezahür ediyor.
'Az üreten çok tüketen' toplumlardaki asalak yapıyı anlamak için, şark kurnazlığının nasıl yaygınlaştığını ve olağanlaştığını iyi tahlil etmek gerekir. Başımıza gelenleri Tanrı'nın takdiri olarak görmek de o malum kurnazlığın tezahürüdür.
Aklın ve vicdanın toplumsal hayatımıza yön vermesi için dua etmekten fazlası gerekiyor.
'Yeni yılın ilk yazısı böyle mi olmalıydı?
Olmayabilirdi. Ama yeni yılın ilk sabahına uyanan hiç kimse yaptıklarından ettiklerinden ve alışkanlıklarından vazgeçmeyecek, bunu biliyoruz. Yıl sayısından başka değişen bir şey olmayacak.
Yılbaşı sabahı uyandığında, 'ben artık akıl ve vicdan sahibi olacağım' diyen tek bir insan var mıdır, yeryüzünde? Bence yoktur. Her kişi bir gün önce ne idiyse, yine o olacaktır. O halde, ne değişecek?
İllaki bir şeyleri değiştirmek istiyorsak, kendimize yalan söylemeyi bırakmak, iyi bir başlangıç olabilir.'