Siyaset deyince yüzünün buruşmasına, içinin bulantısına engel olamayanlara gelsin bu yazı, bu mini söyleşi…
*
Sizinle kesişmesi ne zaman oldu bilmiyorum. Belki İzmir'de Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde okurken, belki doktor adayı olarak edebiyat dergilerinde çıkan yazılarında… Veya çok sonraları, Bir Zamanlar Anadolu'daki unutulmaz muhtar sahnesinde, kaç yerde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandıran Yozgat Blues'da, Küf'te, Ben O Değilim'in Nihat ve Necip'inde… Belki de benim gibi en çok BirGün'deki yazılarında ve lezzeti kafama nakşolan Peri Gazozu'nda… Hem doktor,hem senarist, hem aktör, hem yazar sıfatlarının beni en çok sarmaladığı 'hem yazar'lığında… İçten, yalın, insanın içine işleyen sıcak, acılı, gülümseten, ağır insan öykülerinde.
Nasipse Adayız'ı bir solukta okumuş ama öncesinde Peri Gazozu'ndan sarhoş olmuş bir okur olarak -kafamda nasıl bir Ercan Kesal resmettiysem artık- onun da başından bir zamanlar aday adaylığı geçmiş olabileceğine hiç ihtimal verememiştim. Üstelik CHP'den, üstelik Deniz Baykal'ın Genel Başkanlığı döneminde!

Nasipse Adayız'da, başka bir siyaset yapmayı isteyen fakat siyasetin içinde kendini ve ideallerini kaybeden bir doktorun yaşadıklarının ne kadarının kendisine ait olduğunu, ne kadarını kurguladığını bilemesem de Ercan Kesal'ın kendini bu mecraya atışına, 2004'te Beyoğlu Belediye Başkanlığı için aday adayı oluşuna hem içerlemiş, hem de 'onu bu maceraya/bu berbat mecraya atan sebepler nedir' sorusunun yanıtını çok merak etmiş bir okur olarak, İzmir'deki imza gününe gittim geçen günlerde. Yakın Kitapevi'nde 'Nasipse Adayız' kuyruğuna girdim ve sabırla sıramın gelmesini bekledim. Biraz imza sırasında, biraz da imza sonunda konuşabildim Ercan Kesal'la. Uçağa yetişecekti, kaybedecek hiç zaman yoktu, konuya direk girdim bu yüzden. Röportaj yapar gibi değil de, hesap sorar gibi!



GÖNÜL SOYOĞUL: Peri Gazozu'nda yazdıklarınıza aşık olmuş, Nasipse Adayız'la çökmüş biri olarak soracağım, affola. Kitabınızı okuduktan sonra öğrendim sizin bir zamanlar aday adayı olduğunuzu ve Ercan Kesal ile Nasipse Adayız'ın Kemal Güner'ini bir türlü bağdaştıramadım kafamda?
ERCAN KESAL: Bağlama zaten. O başka birisi çünkü. Peri Gazozu ile de bağlama bence. Yazarlarını kahramanları ile nasıl özdeşleştirirsiniz? Böyle bir şey yok ki. Kurmaca bunlar. Bir şey saklamaya kalkışsaydım onu avukat yapardım. Avukat Kemal Güner'in bir ofisi olurdu. O kenti de Sinop yapardım. Bu benim elimde olan bir şey değil. Ben daha sahici olsun, daha güçlü geçsin, ben daha rahat yazayım diye özellikle yapıyorum onu. Peri Gazozu'nda da öyle. Peri Gazozu'yla ilgili enteresan bir şey söyleyeyim size… Orada abim var, ailem var annem, çocuklar, babam var, rahmetli oldu ikisi... Abilerim yaşıyor, abilerim de okudu onları. Abilerimden biri 'Oğlum bir sürü yanlış var burada, öyle olmadı ki' diyor. Tamam öyle olmadı zaten, ben onu kurmaca yaptım. Yani siz kendi yaşadıklarınızı yazmaya başlarsanız, anı yazarsınız. Emekli memur anısı olur o. Ben anı yazmıyorum ki. Ben anılarımı, yaşadıklarımı, duyduklarımı, izlediklerimi ve bana anlatılan hikayelerin bende kalan tortularından, yeniden kurmaca hikayeler yazıyorum. Ama şundan vazgeçmiyorum: Bende kalan o tematik bir şey var ya, hikayenin özü. Onu hiç bozmuyorum, ondan hiç vazgeçmiyorum. Derdim o aslında. Ama bazen kadını erkek, bazen kışı yaz yapıyorum, kasabayı köy yapıyorum…
SOYOĞUL: Onu anlıyorum. Elbet kurmaca olacak. Röportajlarınızda 'Maslow'un İhtiyaçlar Teorisi'ni işaret etseniz de, kitabınızda insanın 'kör noktası'ndan bahsetseniz de… Anlayamadığım, sizinle örtüştüremediğim şey şu: Çok geniş bir vizyonu olduğunu düşündüğüm, geçmişi devrimci bir Ercan Kesal, niye siyasetin bu pislik yönünü göremedi de Deniz Baykal'ın CHP'sinden aday adaylığına soyundu?
KESAL: Ama insan öyle bir şey. Ben de onlardan biriyim aslında…
SOYOĞUL: Bu kitap sizin için bir anlamda 'divan' işlevi mi gördü? İçinizdeki pişmanlığı, kırgınlığı, kızgınlığı döküp rahatlama?

KESAL: Yok, kafanızda bir şey var; aslında politik bir hicivden öte. Türkiye'nin politik yapısının teşhir masasına yatırılmasından da öte… Aslında bir insanı teşhir masasına yatırmaya çalıştım.
SOYOĞUL: Kendiniz de varsınız bunun içinde?
KESAL: Tabii ki, kuşkusuz. Bütün yazılar yazarların kendi deneyimlerinden yola çıkar. Başka ne yapacak ki? Mesele bunu ustaca kendi kafanızdaki kurmaca için faydalanacağınız bir malzeme gibi, onu harekete geçirecek bir yakıt gibi düşünmeniz, Kendi deneyimlerinize soğukkanlılıkla bakmanız. Bence mesele o. Dediğim gibi orada tehlikeli bir şey var: Bir biyografiyle bir kurmaca arasında gidip gelen bir şey. Sanki bir belgeselle kurmacaymış gibi sinemada. Ben bir parça belki hekim olduğum için, belki psikoloji tahsili ettiğim için, o bıçak sırtı yerde yürümeyi de seviyorum doğrusu. Hoşuma gidiyor. Oyunculuğu da böyle yapıyorum. Oyunculuğu da sezilerimle yapıyorum. Senaryo eğitimi almadım. Sinema geçmişim yok benim. 47 yaşında kamerayı gördüm.
Fark ettiğiniz şey şu: Evet, önce kendime bir danışayım, kendi deneyimlerima, kendi korkularıma, kendi karanlığıma bakayım. Sonra genişleteyim onu… Yani dediğim gibi soğukkanlı bir biçimde kendinizden bir malzeme gibi faydalanmak…
SOYOĞUL: Bu kitabı yazdıktan sonra bir arınma, bir iç rahatlığı...



KESAL: Samet Ağaoğlu diye eski bir siyasetçi var. Demokrat Parti zamanında. Yassıada'da yargıland. Bakanlık da yaptı. Çok güçlü bir hikayecidir. Anıları da hikayeleri de yayınlandı. Hatta hikayelerinden birini Metin Erksan film yaptı TRT'ye. Samet Ağaoğlu anı yazmayı, 'İnsan içindeki tortuların temizlenmesidir' şeklinde tarif etmiş. Tortular temizlenirken yeni tortular da birikiyor ama. Enteresan bir şey. Tamam bir yandan bir şeyler yapıyorsun, arınıyor gibiisin, ama bir yandan da başka bir yerde bir şeyler birikmeye başlıyor. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Marquez'in Kırmızı Pazartesi'yi yazmasına vesile olan bir cinayet var. Kendi çocukken kasabada yaşanan cinayeti 40 sene sonra aslında bütün kasabanın bu cinayeti biliyor olduğunu fark etmesi kadar trajik bir şey olabilir mi? Ve bunu 40 sene sonra fark etmesi… Çocukken sadece sıradan bir kasaba cinayetiyken, 40 sene sonra 40 küsur yaşa gelmiş bir adamın gidip 'Bütün kasaba biliyormuş ve ben 40 sene sonra anlayabildim' demesi gibi bir şey. Tortu temizlendi mi, yoksa yerine yeni bir tortu mu geldi, tam da bu işte! Ben de kendi hayatımı, kendi geçmişimi bugün bulunduğum yerden yeniden analiz ettiğimde, aslında bugünkü kafamla analiz ediyorum. Bugünkü Ercan Kesal'la görüyorum bunu. Aslında gerçek ne? Neyi unuttum? Belleğimde ne var? Neleri uydurdum? Orada söylemeye çalıştığım şey şu: Bir puzzle düşünün, her seferinde bu puzzle'ı yeniden bir araya getirmeye çalışıyorsunuz. Yeniden şaşırarak bakıyorsunuz. 'Hay Allah buymuşum ya' filan diyorsunuz. Ama 10 sene sonra ne diyeceksiniz, onu da bilmiyorsunuz aslında.
SOYOĞUL: Size siyasetteki o ağır/incitici, kötü yolculuğu yaşatmamayı teklif etseler, kİ kontenjan adaylığı diye bir şey var biliyorsunuz, kabul eder misiniz? Röportajlarınızda 'bir daha siyaset' sorusuna, 'nasipse demiyorum' diyorsunuz ama içinizde küçük de olsa bir istek, bir ukde… Yok mudur?
KESAL: Hayır hiç yok. Çünkü çok hızlı fark ettim de geri dönemedim aslında. O adamın o geri dönemeyişi, koşulsuzca kendini bekleyen o aptal uçuruma doğru koşarak gitmesi… Ama bir yandan da içinden dua etmesi, 'İnşallah aday gösterilmem' deyişi… Ama bir yandan da koşuyor aday gösterilmek için. Geri dönmek, ileri gitmekten daha zordur. İleri gidince gidersiniz bir şey olur 'aa!' falan dersiniz. Geri döndüğünüzde ise derin bir hesaplaşma ' Neden burası? Ben nasıl biriymişim meğer' bekler sizi, daha ağır bir şeydir bu.
Siyasi iklim değişmedi, parti içi demokrasi yok. Türkiye'de bu anlamda hiçbir şey daha iyiye gitmiyor. Orada ne işim olabilir ki? Biz yapmışız siyasetin gerçeğini zaten 80 öncesi. Kötü anılarla hatırlanan süreçler, bizim bütün saflığımız ve masumiyetimizle bu ülkenin daha iyi olmasına dair irademizi koyduğumuz bir şeydi. Tamam, savaşa benzer şeyler yaşadık, belki tuzağa da düştük. Bilmiyoruz ne oldu ne bitti. Çoğu zaman meşru müdafaa durumundaydık. Öğrenciydik ama çok samimiydik. Siyaset başka ne için yapılır Allah aşkına? Şimdi siyasetin masumiyetinden söz edilebilir mi? Politika yolculuğunun insanın kendiyle hesaplaşmasına vesile olacak kadar da güçlü ve zor bir yolculuk olduğunu da öğrenmiş oldum. Başka hiçbir yolculuk insanın nefsiyle olan meselesini bu kadar açık seçik ortaya koyamaz.
SOYOĞUL: Tamam, uçağı kaçırmanıza ramak kaldı ama İzmir'i sormadan bitiremem. Çünkü İzmir zaman zaman yazılarınızda da yer alıyor, moda tabirle 'boş değilsiniz' bu kente. Mesela bir 'Soma Treni' yazınız var, gözümden yaş getirdi. Ege Üniversitesi'nde okudunuz, bir zamanlar İzmir'deydiniz… Ne anlatıyor, ne çağrıştırıyor bu kent size?
KESAL: Çok içten yazdım ben o yazıyı. Ben bir 'İzmir yazısı' yazayım duygusuyla yazdım. Ben buraya 17 yaşında geldim. İnsanın bir birey olarak ben hazırım dediği yaşta bu kente geldim. Ankara'ya gitmedim, Avanos'ta kalmadım, İstanbul'a gitmedim. İzmir'e 17-18 yaşlarında getirdiler beni. Fevzipaşa Bulvarı ya da Basmane gibi bir yerde bir tane hemşerimiz bankada çalışıyormuş da sabah onu görecekmişim de o da beni elimden tutup üniversiteye götürecekmiş. Oraya bıraktılar beni. Saat Kulesi, deniz, ılık bir Eylül … Ve ben böyle tiril tiril bir çocuğum. Ben o anda aşık oldum İzmir'e. Her şeyin ilkini burada yaşadım. Kitaplarla olan ilişkilerim de burada yoğunlaştı. Aydın Abi'nin Şan Pasajı'ndaki kitapevini unutabilir miyim? Üniversitem, ilk aşkım, ilk ayrılığım, ilk şiirim, yayınlanan ilk yazım… Her şeyim İzmir. Darbeyi de darbe öncesini de burada yaşadım. Arkadaşlarımın yanı başımda ölmesini de burada yaşadım. İlk korsan mitingimi de burada yaşadım. İlk bildirimi de burada dağıttım. Ben her şeyin ilkini burada yaşadım. Sonra Anadolu'ya gittim doktor olarak, sonra İstanbul'a. O yüzden dönüp dolaşıp yeniden geleceğim bir yer İzmir. Kalan ömrümü burada geçireceğim ben biliyorum. Ben İzmirliyim çünkü…
(Ercan Kesal uzun bir röportaj için söz verdi ama ne zaman, bilemiyoruz. Nasipse o da olur inşallah…)